110

11 dk

Basketbol tarihimizin en nevi şahsına münhasır rekorlarından biri 110. Hüdai Budanur'la Beşiktaş'ın tüm sayılarını kaydettiği o günü, Darüşşafaka dönemini ve Keds ayakkabıları konuştuk.

Meşhur hikâyedir. Wilt Chamberlain, 2 Mart 1962'de Philadelphia Warriors formasıyla New York Knicks'e 100 sayı atar. Henüz topallama dönemindeki NBA'de o maçın yayını yoktur, salona dört bin seyirci gelmiştir. Maçtan sonra Warriors çalışanı Harvey Pollack, soyunma odasında beyaz bir kâğıt bulur, üzerine çalakalem 100 yazar, oğlunu neşelendirmek için o gün salonda bulunan fotoğrafçı Paul Vathis, Wilt o kâğıdı tutarken deklanşöre basar.

O meşhur kareden 5 sene önce, İstanbul Spor ve Sergi Sarayı'nda Beşiktaş, Karagücü'nü 110-56 yener. Maçı eşsiz kılan, 110 sayının tamamına imza atan Hüdai Budanur'dur. Ancak Budanur, Wilt kadar şanslı değildir. O günden öyle afili bir fotoğraf yoktur ama ertesi günün gazete küpürleri, özel performansın anısını yaşatmak için yeterlidir.

Pandemi dünyayı etkisi altına almadan önce, Sancaktepe'de Hüdai Bey ve eşi Gülseren Hanım'ı ziyaret ettim. Hem 110'un hikâyesini hem de Türkiye'de basketbolun ilk adımlarını dinledim. Lezzetli böreklerinden ikram eden Gülseren Hanım'ın, Hüdai Bey'in hatıralarına ekledikleri de oldu. Bir saati aşan hoş sohbetin ardından kaydı kapatırken, pek de yaratıcı olmayan bir fikrim vardı. Doktorları kıskandıracak kadar kötü el yazımla, beyaz bir kâğıda 110 yazdım, Hüdai Bey o kâğıdı tutarken telefonumun ekranına dokundum...

Darüşşafaka kolej olmadan önce, Fatih Çarşamba'daki kampüste başladım okula. Darüşşafaka'da bir evci olmak vardı, bir de bekâr olmak... Evci olanlar, haftasonu evlerine gider, bekâr diye tabir edilenler okulda kalırdı. Yalçın Granit benden üç-dört sınıf büyüktür, çok hevesliydi basketbola. Çarşafları yırtar, birbirine ince şeritler halinde dikip kâğıttan bez top yapardık. Tavandaki kalorifer borularının üzerinden basket atmaya çalışırdık. Salonun anahtarını ele geçirdiğimiz zaman dünyanın en mutlu insanları bizdik. Gider salona basket oynardık, başka meşguliyetimiz yoktu. Sonra açık hava sahası yapıldı, 24 saatin yemek hariç tamamını sahada geçirmeye başladık.

Tabii o zaman kitle iletişim araçları yoktu; bir tek portakal sandığı gibi radyo vardı. Denizi gözlerdik, Türkiye-NATO ilişkileri sebebiyle Amerikan gemileri gelirdi İstanbul'a. Missouri Zırhlısı meşhurdu, bir de uçak gemisi. O gemicilerle maç alıp onlardan basketbol öğrenmek, onlardan 'Keds' basketbol ayakkabısı, basketbol topu almak için uğraşıyorduk. İyi İngilizce bilen sınıf arkadaşım İsmail Kafesçioğlu, sonra Türkiye Petrolleri genel müdürü falan oldu, diyalog kurardı. Amerikalılar şaşırıyordu ama misafirler tabii, "Maç bitsin, veririz her şeyi" diyorlardı. Basketbol için ne saha ne malzeme vardı. Amerikalıların o dönem bilmediğimiz her fundamental hareketini not eder, öğrenmeye çalışırdık. Basketbolun emekleme dönemiydi... Şimdi bakıyorum, Gaziantep Basketbol, İstanbul takımlarını yeniyor. Artık ülkenin her yerine yayıldı basketbol, seviniyorum tabii.

Spor ve Sergi Sarayı yapılmadan önce, şehirde basketbol oynayacak pek salon yoktu. Sultanahmet'te YMCA (Genç Hristiyan Erkekler Birliği) vardı Gülhane Parkı'nın orada. İkincisi, İTÜ Gümüşsuyu'ndaki sahaydı, en güzeli oydu. Asma seyirci alanları vardı. Çıkışta yakındaki Rus Lokantası'na gider, borş çorbası içer, şinitzel yerdik. Üç, Eminönü Öğrenci Lokali'ydi; seyirci yeri yoktu, tek tarafta bir balkon sadece. Bir de Beyoğlu'nda eski Galatasaray kulübünün bulunduğu Hasnun Galip Sokak'ta Galatasaray Lokali vardı. İstanbul'daki spor salonları bundan ibaretti. Bir de hakkını yemeyeyim, Moda'da Kadıköy Spor'un açık hava sahası. Yaz aylarında orada turnuva yapılırdı. Can Bartu, sınıf arkadaşım Mehmet Baturalp falan çok maça çıkmışızdır orada. Bunlar dışında Darüşşafaka Lisesi'nin kapalı spor salonu vardı ama zemin rabıta, kırık dökük... Top da yok tabii, hep dikişli toplar.

İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay adına düzenlenen bir Gökay Kupası vardı. Darüşşafaka'daki son zamanlarım, rakip Fenerbahçe'ydi. Son saniyelere yakın bir sayı gerideydik. Top bende, uzaktan 'jump shot'a kalktım ve basket oldu, bir sayıyla galip geldik. İlk defa Fenerbahçe'yi yendik, hiçbir zaman unutmam. Seyirciler sahaya atladılar; sarılanlar, öpenler...

"İlk devre yaklaşık altmış sayı attım. Paslaşıyoruz ediyoruz, sonra top yine bana. Anlamadı Karagücü uzun süre, fark ettiklerinde de iş işten geçmişti."

"İlk devre yaklaşık altmış sayı attım. Paslaşıyoruz ediyoruz, sonra top yine bana. Anlamadı Karagücü uzun süre, fark ettiklerinde de iş işten geçmişti."

Galatasaray o zaman monşer takımıydı. Fenerbahçe Çeşme Meydanı'yla özdeşleşmişti, Beşiktaş'sa arabacı takımıydı. Benim Beşiktaş'ı seçme sebebim şuydu: Darüşşafaka sosyal demokrattı, fakir çocukların yatılı okuduğu bir yerdi. Daha yakın hissettim Beşiktaş'a kendimi. Koyu Beşiktaşlı bir Asım vardı, o aracı oldu, iki bin lira verdiler o zaman, Beşiktaş'a geçtim.

Spor ve Sergi Sarayı yapıldı; "Oh" dedik, "Harbiye'de salon, sosyete de gelir..." Taksim'de inip yürüyerek giderdik oraya. Beşiktaş'ta oynadığım dönemde, Spor Sergi Sarayı'na bakan adama rüşvet götürürdük; baklavadır, tatlıdır... Yeter ki bize salonu açsın da antrenman yapalım. Haftasonu maç olurdu; Spor ve Sergi Sarayı'nda oynayacağımız için heyecanlanırdık. Biraz derme çatmaydı tabii ama yine de orada antrenman yapabilmek bir ayrıcalıktı. Göz bebeğimizdi o salon. Spor yazarları ve fotoğrafçılardan salona gelip maçları takip edenler, hatırladığım kadarıyla Cem Atabeyoğlu, Erdoğan Arıpınar, Togay Bayatlı, Mehmet Biber ve İlhan Demirel'di. Hiç unutmam, Beşiktaş seyircisi Spor Sergi'de ara sıra tezahürat yapardı: "Recep Adanır, Hüdai Budanır" diye. Benim soyadım Budanur halbuki ama kafiyeli olsun diye futbolcu Recep Adanır'ın soyadına benzetirlerdi benimkini de... Takıma göre seyirci sayıları değişirdi. O zaman Beşiktaş'ın pek ismi yoktu. Biz Beşiktaş'ın adını duyurmaya başladıktan sonra seyirci gelmeye başladı. Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarında daha fazla izleyici gelirdi. O yıllar çok istisnai durumlar hariç salonun yarısı bile dolmazdı. Basketbol çok bilinmiyordu. Küçük maçlarda taş çatlasın üçte biri dolardı salonun. Ulusal bir lig yoktu 1950'lerde, mahalli lig

Samuel Fox gelmişti bir ara milli takımın başına, Amerikalı. Onun zamanında geniş kadroya çağrılmıştım birkaç kez. Bir huyu vardı, hata yapana "Bow!" yani "Eğil!" diye bağırırdı, sonra kıçına tekmeyi vururdu... Geniş kadrolara çağrılıyordum ama sonunda o ya da bu sebepten makas yiyordum. Milli takıma hep Galatasaray ve Fenerbahçe'den oyuncular çağrılıyordu. Beşiktaş'ın adı sanı yok, idareci baskısı yok, öksüz durumdaydı. Beşiktaş'ta antrenörümüz Yakovos Bilek'ti. Kurtuluş'ta da oynamış önceden. Bize antrenörlük yaptıktan sonra 1960'ların başında Batı Almanya'ya gitti. Orada milli takım antrenörlüğü yaptı hatta, çok önemlidir Alman basketbolu için. Neyse, Yakovos Bilek o meşhur Karagücü maçından önce "Biz Karagücü'nü nasıl olsa yeneriz. Protesto için bir taktik düşündüm, tüm topları Hüdai'de toplayacaksınız" dedi. O dönem fundamental'ım fevkalade, pivot adımları, 'jump shot'lar gözüm kapalı... O kadar formdayım. Bizim çocuklar; Vecdi (Bayrakgil), Orhan (Saydam), Yurdagün (Göker), Hasan Kozanoğlu falan tüm pasları bana veriyorlardı. Alışmışım zaten, her sefer basket yapıyordum. İlk devre birkaç faul oldu; çocuklar ya bilerek kaçırdı ya da atamadılar. İlk devre yaklaşık altmış sayı attım. İkinci yarı aynı şekilde devam. Paslaşıyoruz ediyoruz, sonra top yine bana. Anlamadı Karagücü uzun süre, fark ettiklerinde de iş işten geçmişti. 110-56 galip geldik; koç şunu söyledi sonrasında: "Bakın çocuklar, eğer biz böyle disiplinli, tek kişiden oynamasaydık takım kaosa sürüklenir, rakip zayıf diye herkes atmaya kalkar ve belki 110 sayıyı bulamazdık. Hem Hüdai'nin milli takımda hakkı yendiği için bir protesto olarak hem de taktiksel açıdan bunu yaptım."

Okuldayken Yalçın Abi bizim liderimizdi. Lokomotif kabul ederdik onu. Jeoloji mühendisiydi o da hatta, bizim mühendislik fakültesine girmemize o önayak olmuştur. Ona özenerek jeolog olduk. Ben bir yandan basketbol oynarken bir yandan üniversiteyi bitirdim, Ankara'ya gideceğim Devlet Su İşleri'nde çalışmaya. Hüseyin Tanyu, Beşiktaş yöneticisiydi. Bana dedi ki "Ne yapacaksın gidip, gel sana Karaköy'de ofis açalım, gümrük komisyonculuğu yap." Bir rivayet vardı o zaman, Kahire'nin yarısı onun derlerdi Tanyu için. Ama Gülseren'le çoktan sözleşmiştim Ankara'ya gideceğiz diye, olmaz dedim. Gittim Ankara'ya, Devlet Su İşleri'nde çalışmaya. Bir yandan Etlik'teki salonda basketbol dersleri verdim. Aydın Örs küçüktü, o da öğrencilerim arasındaydı.

Plase

Mehmet Baturalp arka sıramda otururdu, sekiz sene yatılı okuduk onunla. Samimiyetle söylüyorum, o zaman plase dediğimiz atışı ben empoze etmiştim ona, önce kol, dirsek, bilek ve parmak uçları, top ne kadar geri dönerse o kadar yumuşar diye. Benim okul numaram 189'du, onunki 194... Vefatından birkaç gün önce telefonla konuşmuştuk, toprağı bol olsun.

Devlet Su İşleri'nde ilk genel müdürüm Süleyman Demirel'di. Belli bir süre sonra o politikaya geçti, ben de yedek subay olarak askerliğe... 1961'in ikinci yarısında yedek subaylığımı yapmak üzere Tuzla'da altı ay eğitim aldım. Beni Muhafızgücü Basket Takımı'na alacaklardı, tam o sıralar bir yasa çıktı "Hiçbir Fotoğraf şekilde tayin, nakil, becayiş yapılamaz" diye. Öyle olunca kura çekildi, gittim Amasya'ya. Bir buçuk sene orada yedek subaylık yaptım. Hanımla da askerliğim sırasında evlendik, Yeşilırmak'ın kenarındaki İş Bankası tesislerinde kalıyorduk... (Gülseren Hanım sesleniyor, gülerek: "Ayrıntıya girme o kadar!")

O zamanlar üniversite bitirip meslek sahibi olmak bir ayrıcalıktı. Memur olmayana, askerliğini yapmamış olana kız vermezlerdi. Türkiye'deki sosyal durum buydu. ("Biz de evlenemezdik!") Basketbolda bugünkü gibi profesyonellik yoktu. Emeklilik garantisi falan derken, memuriyeti tercih ettim. Fen Eğitim Müdürü, Şube Müdürü oldum. Araziye gidiyoruz, baraj yeri seçiyoruz. Burada yapılır, burada yapılmaz, yapılması durumunda nereden malzeme temin edilir... Zemin etütleri, stabilite etütleri bizim görevimizdi. Keban Barajı'nı kurtaran projenin içinde yer aldım. Baraj yapıldıktan sonra su kaçırmaya başlamıştı. Nereden kaçırıyor diye bakarken bir yeraltı mağarası buldum, kocaman. Süleymaniye Camisi'ni koy içine, o kadar büyük. Avrupa'dan uzmanlar geldi, ne yaparız ne ederiz diye. Barajlar Dairesi Başkanı Refik Bey'le (Akova) uzun bir çalışma sonunda 700 bin metreküp malzeme bastık, kaçakları azalttık. Otuz sene kaldık Ankara'da. Meclis duvarının hemen arkasında, Hoşdere Caddesi'ndeydi evimiz. İstanbul'u çok değişmiş bulduk dönünce. Zamanında Fatih Camisi'nin yanındaydı evimiz, tramvayla İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ne giderdim. Fatih tertemiz, nezih bir yerdi. İstanbul'un nüfusu taş çatlasın bir milyon, tam bir Avrupa kentiydi. Döndüğümüzde toplum yapısı çok değişmişti.

Basketbolu hâlâ çok sıkı takip ediyorum. EuroLeague'i avcumun içi gibi bilirim. Şimdi basketbol oyunu perde üzerine, merkezi boş bırakıp oralara kat etme temelli bir sistem haline geldi. Bazen şablonu uygulayabilmek için oyuncular çok müsait olsalar da yakından şut atmayıp topu dışarı çıkarıyorlar. İnisiyatif kullanmıyorlar. Halbuki fake at, git potaya bitir. EuroLeague maçlarında bile görüyorum, çıldırıyorum bazen...

Socrates Dergi