
Son 10
20 dk
Sporun mucize yaratma gücüne sık sık tanık olduğumuz, yepyeni fenomenlerin doğduğu, efsanelerin efsane olmayı sürdürdüğü ve kimi zaman da kalplerin kırıldığı bir on yıl geride kaldı. İçlerinden birkaç satır başı seçmek de pek kolay değildi. Aradığınızı bulmanız dileğiyle...
Daha da Yukarı
2010 yılına girdiğimizde, Serena Williams zaten tarihin en iyi 'birkaç' oyuncusundan biri olarak anılmayı garantileyen özgeçmişi yapmıştı. En nihayetinde 2000'li yıllarda en fazla majör turnuva kazanan oyuncu oydu. Ancak o cümleden 'birkaç' sözcüğünün atılması, geride bırakmak üzere olduğumuz on yılla gerçekleşti. 2010 başlarken Serena'nın 11 Grand Slam şampiyonluğu bulunuyordu. Bu, hiçbir kayıt defterinde azımsanacak cinsten bir toplam değil elbette. Ancak kadın tenisinde nirengi noktası olan Navratilova, Evert ve nihayet Court ile kıyaslandığında yine de azdı. Hatta o noktada Serena'nın 29 yaşını düşündüğümüz zaman kaygı vericiydi bile denebilir.
Geride kalan on senelik sürede Serena'nın ilerleyen yaşına rağmen 19 slam finali oynayıp bunların 12'sini kazanması nasıl mümkün oldu? 2012'nin Haziran ayında Patrick Mouratoglou ile çalışmaya başlamasının bu işte büyük bir rol oynadığına şüphe yok. Taktik ya da teknikten ziyade, Serena'ya perspektif anlamda ciddi etki yaptığını düşünmek gerekiyor Fransız koçun. Mouratoglou'nun, 2010'ların hemen başında Dementieva, Davenport, Clijsters, Henin gibi büyük isimlerin veda etmeleriyle ortaya çıkan elverişli ortamı iyi kullanması hâlinde başarabilecekleriyle ilgili olarak Williams'ı inanılmaz motive ettiği anlaşılıyor. Bu plan da tıkır tıkır işlemiş gibi görünüyor. 2010'larda WTA'de 17 farklı slam şampiyonu gördük. Bu 17 oyuncudan sadece Angelique Kerber 2'den fazla toplama ulaşabildi. Serena Williams, aynı zamanda, yılda ortalama on turnuva oynamasına rağmen 2013, 2014 ve 2015'te sezon sonu 1 numarasıydı. Yedi sezonda da klasmanda ilk onda yer aldı. Yine bu on yıllık dilime 3 WTA Sezon Sonu şampiyonluğu, bir olimpiyat tekler altını ve 37 tekler birinciliği sığdırdığını ekleyelim. İlk kez 2002'de sezonu 1 numarada kapatmış bir oyuncu için bu portfolyonun inanılmaz bir hegemonya olduğu yalın ve sarih. / Emre Yazıcıol
En Değerli Hatıra
Aslında en başta şampiyonluk aklımızda bile yoktu. Önceki sezonun ikinci yarısında Ertuğrul Hoca ile birlikte çok büyük bir çıkış yakalamış, Avrupa kupalarına gitmeyi kıl payı kaçırmıştık. 2009-10 sezonuna girerkenki hedefimiz bu defa Avrupa vizesini almaktı. İskelet kadroyu korumuştuk, gelen arkadaşlarımız da çok çabuk uyum sağlamıştı. Ama en önemlisi, takımda çok üst seviyede bir abi-kardeş ilişkisi vardı. Takımın abileri, genç yeteneklerin saha içi ve dışında yapabileceği hatalara engel oluyor, onlar da saygılı bir tutum sergiliyordu."Gidebildiğimiz yere kadar gidelim" düşüncesi, haftalar ilerledikçe yerini "Acaba olur mu?" sorusuna bıraktı. Ve sonunda; oldu.
Başkanımız İbrahim Yazıcı vefat ettikten sonra gelen yöneticiler maalesef bir hırsa büründü, her gelen şampiyonluk vadetti ama hesaplarını yanlış yaptılar, bu işin sadece parayla olacağını düşünerek normalin çok üzerinde harcamalarda bulundular. Biz şampiyonluğa büyük paralar harcayarak ulaşmadık. Ayağımızı yorganımıza göre uzattık, elimizdeki oyunculara değer verdik, gerek takım olarak arkadaşlarımızla gerekse de şehir olarak taraftarımızla bütünleştik, hep birlikte başardık.
Ben Bursalı değilim ama bir Bursalı kadar bu şehri benimsedim, buralı oldum. Buraya eşim ve ilk oğlumla birlikte geldik, şimdi üç oğlumuz oldu, yaklaşık 14 yıldır buradayız. Bütün maddi kazancımı Bursa'nın toprağına yatırdım. Bugün dışarı çıktığımda insanlar hâlâ sevgiyle karşılıyorlar. Ne mutlu ki bu kulübün formasını giydim, kaptanlık yaptım. Özellikle de 2010, hayatımın en güzel yılıydı. Birçok ilki yaşadım. 33 yaşında ilk defa milli takım formasını giydim. Elde ettiğimiz şampiyonluk, çocuklarımın doğumundan sonra hayatımın en değerli hatırası olarak kalacak. Şu anki durumu ise kahrolarak izliyoruz. / Ömer Erdoğan
.jpg)
Bursaspor'un şampiyonluk kutlamalarından...
Mesafe Tanımaz
2010'larda pek çok süper yıldızla tanıştık. Ve yeni rekorlarla. Yine 2010'larda, belki de ilk kez çeşitli sporlarda yüksek sayılara kolayca ulaşılabileceğini düşünmeye başladık. Bunda hem medyanın etkisi vardı hem de süper yıldızlarının doğallıklarının. Biz yeni rekorlara alıştıkça, onlar da olan biteni olağan göstermeye devam ettiler. Katie Ledecky bu süper yeteneklerin havuzdaki temsilcilerindendi.
''Bugün bir şansı var.'' 2012 Londra Olimpiyatı'nda spikerlerin, 800 metre serbest finalleri başlamadan önce, henüz hiç kimsenin tanımadığı 15 yaşındaki Katie Ledecky ile ilgili kurdukları en pozitif cümle buydu. Yaklaşık 8 dakika 15 saniye sonra dünya Katie Ledecky ile tanıştı. 15 yaşındaki isim, Mireia Belmonte Garcia'yı geride bırakarak ilk olimpiyat altınına uzanmıştı. Dünyanın en başarılı olimpik sporcusu Michael Phelps, 2010'lar boyunca onunla ilgili pek çok şey söylemişti ama Katie'yi en pürüzsüz anlatan cümle kuşkusuz buydu: ''Antrenmanda erkekler dâhil herkesi geçiyor ve bunu sanki hiç zorlanmadan, oldukça az nefes alarak yapıyor. Bunun benzerine, sadece en üst seviye rekabetçilerde rastlarsınız. Suda bir parça kan gördükleri anda sizi yok etmeye çalışırlar.''
Katie Ledecky'yi izlediğiniz zaman ne bir kısa mesafeci ne de saf bir uzun mesafe yarışçısı olduğuna emin olabiliyorsunuz. Aslında o da kendini bir kalıba koymakta zorlandı. Zira 2016 Rio öncesinde kendisini "Sprinter mantalitesine sahip bir uzun mesafeci" olarak tanımlamıştı. Onu dominant kılan noktalardan bir başkası da kariyerinin ilk yıllarında 800 ve 1500 metrede uzmanlaşsa da önce 400, sonra da 200 metrede en iyi olabilmesiydi. Hatta bunu 100 metrede yapabileceği bile konuşuldu. Bugünlerde, Tokyo 2020'ye de biraz daha yaklaşıyoruz. 2012 Londra ve 2016 Rio'yu düşündüğümüzde Tokyo'da, gelmiş geçmiş en iyi Ledecky'yi izleme ihtimalimiz epey yüksek. Yeni rekorlar izleme ihtimalimiz de… / Kaan Demirel
Hep Birlikte
Bugünkü gibiydi; her gün irili ufaklı sorunlar, haksızlıklar, adaletsizlikler, vicdansızlıklara şahit oluyorduk. Bugünkü gibi değildi; henüz alışmamıştık. 2013 Mayısı'nın son günü, Gezi Parkı'nı inşaat zulmüne kurban etmemek için orada bulunan insanlara yapılan şiddetli polis müdahalesiyle bardak taştı. Cumhuriyet tarihinin en büyük protesto hareketi başlamıştı ve her çeşit insan sokaktaydı. Taraftarlar da. Farklı kesimlerden birçok insan gibi, farklı renklere gönül vermiş taraftarlar da birbirleriyle diyalog kurma imkânı buluyordu. Ortak değerler etrafında birleştiler, adına da İstanbul United dendi. Tribünlerden aşina oldukları kolektivizmi Gezi sahalarına yansıtan bu insanlar, hem bu anlamda önemli bir açığı kapattı hem de hareketin toplumsal zeminde daha da yayılmasını sağladı. Acılar ve umutlarla dolu 2013 Haziranı'nın en baskın renklerinden biri oldular.
Peki, sonra ne oldu? Bir kere Türkiye'deki hiçbir şey gibi İstanbul United da kendi ekseninde değerlendirilmedi. Konunun kendisi yerine konuyla ilgili tepkiler ve tepkilere verilen tepkiler, her zaman olduğu gibi başrole geçti. İstanbul United, "Bu takımlar artık kardeş oldu" demek değildi. Sadece asgari müşterekte buluşan taraftarların birlikteliğiydi ve herkesi de kapsamıyordu. Ancak fanatizm, elbette mantığa baskın gelecekti. Futbol dünyasının birçoğu gerginlikten beslenen aktörleri bir yana; herhangi bir taraftarın, bir diğer takım hakkındaki olumsuz bir söylemi bile "Alın bakın İstanbul United'ınıza" cümlelerinin kurulmasına olanak sağlayacak, kendi tarafının olumsuzluklarını münferit, rakiplerinkini kurumsal görmeye alıştırmış futbol iklimimiz bu birliği günden güne zayıflatacaktı. Diğer yanda hayatı gerçeklerden kopuk, sloganlar üzerinden yaşayan, ağzından St. Pauli, Livorno ezberlerini düşürmeyen, bambaşka bir amaç uğruna bir araya gelmiş insanlardan "Endüstriyel futbola karşı İstanbul United" hikâyeleri yazmaya çalışan zorlama romantikler de elbet bu süreçte etkili olmuştur. Hülasa İstanbul United, şimdilik küme düştü. Ancak hiç şüphe yok ki uygun şartlar bir araya geldiğinde tekrar kenetlenecek. Şampiyonluğun kokusu geldi bir kere… / Atahan Altınordu

İstanbul United
Tarihin En İyileri
Kafanızı çevirdiğiniz hemen her branşta "Tarihin en iyisi mi?" sorusunu sorduran spor yıldızları görebilirsiniz. 2010'larda sporun hikâyesi, yangını körükleyen basının da etkisiyle, biraz bu tartışmalar üzerinden yazıldı. Michael Schumacher'in F1'deki rekorlarına adım adım yaklaşan Lewis Hamilton, Jordan'dan sayısal üstünlüğü henüz alamasa da müritleri tarafından bu payeye layık görülen LeBron James, tek erkekler Grand Slam sayısında zirvenin sahibi olan Roger Federer ve niceleri… Her biri içinde bulunduğumuz 'hype çağı'nın gereği olarak, hiç karşılaşma fırsatı bulamayacakları rakiplerle kıyaslandılar ve sporlarının geçirdiği dönüşüm bahane edilerek galip ilan edildiler. Ancak bu esnada geçmişin şampiyonlarına yapılan haksızlığı görmezden gelmememiz gerek.
Büyük bir sporcu; atletik becerileri, mental kuvveti ve karar verme mekanizmasının keskinliği ile rakiplerinin önüne geçer. En tepedekiler ise tüm bu alanlarda, mevcut zaman içindeki herkesten daha iyi olmayı başaranlardır. Herhangi bir dönemi hâkimiyet altına almış bir sporcunun, bir başka dönemdeki atletik normlara uyum sağlayamayıp başarısız olacağını düşünmek pek mantıklı değildir. Bu yüzden de çağımızın sporcularını göklere çıkarırken, onları bambaşka şartlarda oynamış öncülleriyle karşılaştırıp geçmişi kötülemenin pek bir anlamı yok. "Pele şimdi oynasa o seviyelere çıkamazdı" minvalinde argümanlar bu yüzden farazi olmaktan öteye gitmiyor. Yani Brezilyalı efsane şimdi oynasaydı da çağın gereğini yapar, fiziğini Ronaldo gibi muadillerinin seviyesine çeker ve yine dünyanın en iyi futbolcularından birisi olurdu… / Aras Yetiş
Değişen Planlar
Engin bir sahadan yayın birikimine sahip değilim ama 2013 NBA Finalleri için ABD'de geçirdiğim üç hafta sadece spikerlik yaşantımın değil, tüm hayatımın en ilginç deneyimlerinden biriydi. Miami-Houston-San Antonio-Houston-Miami-Las Vegas-Los Angeles rotasında geçen, Kaan Kural'la gündüzleri çoğunlukla otel odasına kapanıp Gezi'den haber almaya çalıştığımız ya da yollarda olduğumuz, iki kez hız cezası yiyip birinde de hâkim karşısına çıktığımız, akşamları iki günde bir maç anlatmaya salona gittiğimiz, maçlar öncesi veya esnasında David Stern, Adam Silver, Brent Barry, Didier Drogba gibi isimleri yayına konuk ettiğimiz turun sebebi NBA Finali olsa da; ilk iki haftalık bölümünde basketbol aklımıza yayın saatleri dışında pek düşmemiş, belki de düşecek yer bulamamıştı. Serinin geride kalan maçları da müthiş heyecan verici olmamıştı; çekişmeli geçen ilk maçın ardından iki takım da ikişer maçı farklı skorlarla kazanmıştı ve Spurs, Miami'ye 3-2'lik avantajla gidiyordu.
Yükselen yedinci maç ihtimali cezbediciydi ama esas tarihi maçın hemen sıradaki olmasını beklemiyorduk. NBA tarihinin belki de en önemli beş maçından birinin tüm boyutlarını burada anlatmak mümkün değil, fakat maçın sonu için şunu söyleyebilirim: Spurs o kadar işi bitirmiş gibiydi ki bir yandan son kornayla birlikte sahaya girişleri engellemek için güvenlik görevlileri oyun alanı kenarlarına şerit çekiyor, bir yandan da molalarda yayın dışındayken Kaan Abi Miami'de kaldığımız otelin sıradaki iki gününü iptal ederek Vegas'a uçak bileti bakıyordu. Popovich'in kimsenin anlamlandıramadığı tercihi neticesinde Tim Duncan oyunda değilken verilen iki hücum ribaundu, devamında gelen biri Ray Allen'ın ikonik şutu olmak üzere iki üçlük sonrasında maç uzatmaya, akabinde seri de yedinci maça gitti. Biz de Miami'de iki ekstra gece için yeni bir otel aramak zorunda kaldık. / Orkun Çolakoğlu
Ortalamaya Oyun
Aslında çok uzun konu. Sözü, Türkiye'nin birçok alanda yaşadığı dönüşümden de, liyakatin önemini yitirmesinden de, spor medyasının bu heyelandaki konumundan da, internetin gelişiminin sağladığı olanaklardan da açabiliriz. Spor medyasının dışına çıkıp işe taraftar penceresinden de bakabilir; tribünlerden forumlara, bloglardan mikrobloglara uzanan serüvende değişen taraftar davranışlarının izini sürebiliriz. Ama bugün için yerimiz dar. O hâlde direkt konuya girelim...
Sosyal medya, Türkiye'de ne spora ne spor yayıncılığına olumlu etki etti. Elbette "Her şey güzeldi, sosyal medya gelince bozuldu" yanılgısına düşmemek gerek. Ancak değişen kıyafete aldanmamak da bir o kadar önemli. Her iki alanda da zaten birçok olumsuzluk vardı ve internetle birlikte bu olumsuzluk sadece şekil değiştirdi. Nasıl ki büyük anlayış değişiklikleri vaadiyle göreve başlayan kulüp başkanları ya da politikacılar çok geçmeden seleflerinin birer replikasına dönüşüyor, bir kısmı sosyal medyadan yükselen ve geleneksel medyadaki olumsuzluklara tepki olarak doğan yeni nesil spor yorumcularının omuzlarında yükselen bu yeni medya da -istisnalara rağmen- gelinen noktada kendini popülizmin sıcak sularına bıraktı.
Her şeyin ortalamasının düşmesi, ortalamaya oynamanın garanticiliğine engel olmadı. Tabii ki bilgiye ulaşmanın kolaylığı bazı olumsuzlukların önüne geçti. Ancak biliyormuş gibi yapmak, 'insider'lık gibi aynı sebepten doğan hastalıklar da var. Her konuda yorum yapmak, her yerde görünmek, her andan rol çalmak, "Ben de buradayım" demenin akla gelmeyecek yollarını bulmak öncelikli şart hâline geldi. Birçok şey ise aynı kaldı. Tribüne oynamak, internet çağından önce ne kadar geçer akçeyse hâlâ o kadar. Fanatizm gazete sayfaları ve televizyon ekranlarından ne kadar pompalandıysa, klavyelerden de o kadar. Netice olarak spor medyası, sporseverlerden çok kendine fayda sağlamaya devam ediyor… / Atahan Altınordu
Marjinal Şüpheler
Lance Armstrong ve Alberto Contador soruşturmalarının etkisiyle bisiklet, büyük bir güven bunalımıyla 2010'lu yıllara girmişti. İtiraflar, davalar, cezalar... İşte on yılın başında böylesine bir kaos ve şüphe ortamı yeni bisiklet jenerasyonuna miras kalırken Britanya bisikleti Dave Brailsford önderliğinde ve medya devi SKY sponsorluğunda büyük maddi güce sahip Team Sky adlı takımla yol bisikletine adım atıyordu. 'Temizlik Avcıları' misali daha temiz, şeffaf ve steril bir bisiklet ortamı vadediyorlardı. Hatta takımın patronu Brailsford'un dediğine göre dopinge karşı sıfır toleransla, bilim ve teknolojiye yatırım yaparak, 'marjinal kazanımlar' sayesinde beş yıl içerisinde Fransa Bisiklet Turu kazanmayı planlıyorlardı.
Sonra ne mi oldu? Spor tarihinin en büyük hanedanlıklarından birine tanık olduk. Bisiklet sporunu katı geleneklerine rağmen yeniden şekillendirdiler. Uzay gemisi misali otobüsler, süpersonik yastıklar, power metreler, değişen beslenme ve antrenman ritüelleri, özel mayolar, süper-domestikler, yokuşlarda uzay mekiği taktiği derken beş yıla gerek kalmadan Bradley Wiggins ile 2012 Fransa Turu'nu kazandılar. Sonrasında Chris Froome (4) ile gelen hükümdarlık, Geraint Thomas ve Egan Bernal ile sekiz senede kazanılan yedi sarı mayo ve başka yarışlarda sayısız başarı... Bisiklet dünyası böylesine bir mutlak hâkimiyete son tanık olduğunda malum öykü iyi bitmemişti. Bu nedenle TUE istismarı, şüpheli çantalar, şeffaflık sorunları derken büyük başarıların yanına şüpheler dizildi. Brailsford, İngiltere'de parlementoda ifade vermek zorunda kaldı. Geçen yıl da Sky sponsorluktan çekildi ve yerine bir başka Britanya devi Ineos şirketi geldi. Güçlerini yitirmediler, kılık değiştirdiler. Peki Team Sky'ın bıraktığı miras nedir? Meşhur marjinal kazanımlar, Britanyalı yazar William Fotheringham'ın deyimiyle 'Marjinal Şüpheler'e dönüştü. Sanırım bu, on yılı ve kaçınılmaz çelişkiyi özetliyor: Büyük başarıların tepesinde asılı duran büyük şüpheler... / Caner Eler

Kusursuz Nisan ve Sonrası
2016-17 sezonuna EuroLeague finalisti, lig şampiyonu ve kadrosunun iskeletini korumuş bir takım olarak girmiştik. EuroLeague'de ilk kez o sezon 16 takımlı lig formatı oynanıyordu ve bu değişime birçok bakımdan adapte olmak zordu. İdman temponuzdan seyahat planlarınıza kadar her şeyi gözden geçirmeniz gerekiyordu ve birbirini tanıyan, belli bir alışkanlığa sahip oyuncu grubu ciddi bir avantajdı. Sezona Cumhurbaşkanlığı Kupası, ilk hafta gelen Uşak mağlubiyetine rağmen ligdeki iyi gidişat ve EuroLeague'de -ikisi Barcelona ve Galatasaray deplasmanları olmak üzere- dörtte dört ile girdik. Ekpe-Vesely ikilisi hem savunmada hem de hücumda, Avrupa'da belirli dönemlerde çok özel oyuncularla yakalanabilmiş bir seviyeyi bize sunuyordu. Bogdan artık daha olgundu ve takımda roller mükemmele yakın dağılmıştı.
Elbette her şey bu kadar iyi gidemezdi. Bogdan'ın sakatlığı, evde kaybedilen Kazan maçı sonrası Vitoria'da alınan 34 sayılık mağlubiyet ve Maccabi yenilgisi... Sezonun devamı da hiç kolay gelmedi. Aralık-Ocak ayları arasında kaybedilen dört maç ve normal sezonun sonunda gelen dört mağlubiyet daha… Evet, 31 Mart o sezon son kez yenilgi gördüğümüz tarihti. Ancak o dönemde bunu kestirebilmek kolay değildi. Final Four'un İstanbul'da düzenlenecek olması da bir baskı unsuruydu. EuroLeague'de normal sezonu 12 mağlubiyetle beşinci bitirmiştik. Son hafta çok zorlandığımız maçta Barcelona'yı yenemesek ya da Baskonia evinde Zalgiris'e kaybetmese, karşımızda CSKA'yı bulabilirdik. Sonuçta rakibimiz Panathinaikos'tu ve saha avantajımız yoktu.
Play-off öncesinde iki lig maçının işimize çok yaradığını hatırlıyorum. Önce Bandırma'da Banvit'i iyi bir oyunla yendik. Ardından da evimizde Gaziantep'i 25 sayıdan gelerek mağlup ettik. Play-off öncesinde sakatlıktan uzak kalabildik ve birlikte idman yaptık. OAKA'daki atmosfer için koç, takımı birçok farklı yöntemle hazırladı. Evet, Ülker Arena'daki idmanlarda OAKA atmosferi yaratmak için hoparlörlerden de destek aldık. Yine de hiç kolay olmadı. OAKA'daki ilk maçta soyunma odasına 14 sayı geride gittiğimizde ve ikinci yarının hemen başında fark 16'ya çıktığında, o seriyi 3-0 ile geçeceğimizi iddia etmek için fazlasıyla iyimser olmak gerekiyordu. Ancak Panathinaikos'u, onlar adına fazlasıyla kalp kırıcı şekilde iki kez yenmeyi başardık. İstanbul'daki maçta da son adımı rahat bir şekilde attık. Kesinlikle sezonumuzun en özel süreciydi.
2017'nin Nisan ayı ve sonrası bizim için o kadar kusursuz geçti ki herhalde yaşadığımız en büyük sorun, EuroLeague şampiyonluğu sonrası kutlamada üstü açık otobüsün bozulması ve Bağdat Caddesi'ni takım otobüsüyle turlamak zorunda kalmamız oldu. İstanbul'daki Final Four'da Real Madrid ve Olimpiakos'a karşı her iki maçı da bu seviyelerin standartlarına göre 'rahat' sayılabilecek bir şekilde kazandık. Şampiyonluğun ertesi sabahı otel lobisinde Final Four MVP'si Ekpe Udoh'un "tahminimden çok daha kolay oldu" dediğini hiç unutmuyorum mesela.
Son bir anı. 22 Mayıs gecesi, şampiyonluğun bir gün sonrası. Bağdat Caddesi'nde, kutlama turu için takım otobüsündeyiz. Taraftarın müthiş ilgisinden dolayı yaklaşık 2-3 saattir aynı yerdeyiz. Koç beni otobüsün önüne çağırıyor, elime mikrofonu almamı ve taraftarlara seslenmemi istiyor. "Geldiğiniz için teşekkürler, hepinizi çok seviyoruz. Koçun bir ricası var. Lütfen yolu açıp bize yardımcı olur musunuz? Sabah 11.00'de Tofaş maçı için idmanımız var." Eğer Obradovic için çalışıyorsanız, sevinmek için fazla vaktiniz yoktur. Çünkü onun hedefi her zaman bir sonraki maçı ve kupayı kazanmak oluyor. / İlker Üçer
Kahkaha ve Ciddiyet
Milyonlarca insan için Simone Biles, birkaç saniyelik kliplerden ibaret. En fazla birkaç dakika. Eğer çıktığı sahne olimpiyat oyunları değilse çoğu kişi onu canlı yayında izlemiyor. 23 yaşındaki sporcu daha çok bir bant yayını. "Yaptığını gördünüz mü?" soruları önce fısıltılar hâlinde yayılıyor, arkasından gürültüye dönüşüyor. Sonra Biles'ı izliyoruz. Her şey birkaç dakikada olup bitiyor.
2019 Artistik Jimnastik Dünya Şampiyonası benzer bir senaryoya sahipti. Biles hem yer hareketlerinde hem de denge aletinde tarih yazdı. Yer hareketlerinde adını kitaplara geçiren şey, üçlü ikiliydi. Yani triple-double. Dengede ise elbette numarasını sona saklamıştı. Çift salto, çift burgudan oluşan finişi, yani double-double, yine Biles'ı çağdaşlarından ayrı bir yere koyuyordu. Hoş, detaylı anlatmaya gerek yok. Zaten "Biles yer çekimine meydan okuyor" gibi cümlelerle reklamı yapılan videoları görmüşssünüzdür.
Stuttgart'taki şampiyona başka bir açıdan da ilginçti. Uluslararası Jimnastik Federasyonu, Biles'ın denge aletindeki imza hareketi H ile ödüllendirdi. İlk bakışta sıradan seyirciler için fazla içermeyen bu harf bir tartışma başlattı. A'dan itibaren verilen puanlar içinde H en yükseği değildi ve bu, Biles kampı tarafından "Saçmalık" olarak değerlendiriliyordu. Tepkiler üzerine açıklama yapan yetkililer, güvenlik gerekçesini öne çıkardı. Onlara göre, Biles'ın hareketi büyük tehlikeler barındırıyordu ve buna en yüksek perdeden puan verilmesi, diğer sporcuları cesaretlendirebilir, ölümcül sakatlıklar yaşanabilirdi.
Aslında Biles başından beri tartışma yaratıyordu. Kadınlar jimnastiğinin geleneksel kesimleri, 1990'ların sonundan itibaren bu sporda hegemonya kuran ABD'nin en popüler yüzünün aslında bir akımın parçası olduğunu düşünüyordu. Biles, meseleye muhafazakâr açıdan yaklaşanların gözünde estetikten çok atletizmi simgeliyordu. Gücü, akrobatik denemeleri, dengesi onu ezelden beri yapılan "Estetik mi, kuvvet mi" tartışmalarının merkezi hâline getiriyordu.
Biles'ın tek derdi bu değildi. Kariyerinin başında ırkçı saldırılara uğramış, jimnastikte siyahi bir yıldız olmanın dertlerini deneyimlemişti. Psikolojik olarak yıprandığı Larry Nassar davası da cabasıydı. 2016 Rio sonrası Biles, birçok arkadaşı gibi, mahkeme kayıtlarının konusu olmuş, tacizci Nassar'ın yakalanması ve ceza almasında rol oynamıştı.
Şimdilerde Biles sadece rakiplerine değil, haksızlık gördüğüne inandığı uluslararası jimnastik camiasına karşı da mücadele ediyor. Aynı zamanda "Nassar olayının üzerine sünger çektik, artık yeni bir dönem" diyen ülke jimnastik federasyonuna da ateş püskürüyor, "Konuşmak kolay, mühim olan aksiyon" diyor.
Zira Simone Biles hiçbir zaman sadece konuşmadı, hep işini de yaptı. Bu yüzden 23 yaşında 6 olimpiyat, 25 dünya şampiyonası madalyasına sahip, Socrates'in 2010'lar sayısının kapağına ve giriş dosyasına da ondan daha yakışacak bir isim düşünemiyorum. Zira milenyum sonrası dönemde Bolt'un kocaman kahkahası ve Phelps'in ise duvarı andıran ciddiyetiyle kendini tanımlayan olimpik sporlar artık ona emanet. 2020 Tokyo yaklaşırken, Biles en büyük poster yüzü.
Frısatınız varken onu canlı izlemeye bakın. ABD'li sporcuyu daha sonra zaten yıllar boyunca banttan seyredeceksiniz. "Biles'ın yaptıklarını gördünüz mü?" diye yeni kuşaklara sorduktan hemen sonra... Fısıltılar hiç bitmeyecek... / İnan Özdemir

Simone Biles
Çılgınlık
İspanyolların kupa arsızlığı, İtalyanların çöküşü, Almanların yeniden yapılanması, İngilizlerin zihinsel evrimi… 2010'lar başka bir futbol hatırası daha bıraktı: Arap sermayesinin kollarında yükselen PSG. 1950'lerden itibaren çoğunlukla zengin işadamları ya da politikacıların sahip olduğu takımların transferler için harcadıkları hep gündemdeydi. 1990'larda ise neredeyse her yıl dudak uçuklatan bir meblağ, forma değiştiren bir yıldız, zaman zaman ücrete itiraz eden din görevlileri vardı… Sonra ortalık duruldu. 2001'de bu fırtınaya noktayı koyan Real Madrid, 2009'da önce Kaka'yla sonra da Cristiano Ronaldo ile sessizliği bozdu. 2013'te ise apayrı bir rekor geldi. Gareth Bale için 100 milyon euro'yu gözden çıkardılar. Bu, yeni dünyanın 'uçuk' transferlerinin ilk sinyaliydi. 2010'larda sportif olarak olmasa da ekonominin 'zirvesindeki' Manchester United 105 milyonluk Pogba hamlesiyle rekoru aldı.
Arap sermayesi de sahneye çıkmakta gecikmeyecekti. PSG, 2011'de Katarlı işadamı Nasser Al-Khelaifi kulübü satın aldığında sadece iki lig şampiyonluğu olan ve zaman zaman Avrupa kupalarında kendini gösteren bir takımdı. Nasser sonrası altı şampiyonluk ile güç gösterisi yapan PSG, 2017'de Neymar için tam 222 milyon euro ödedi ve tarihin en 'çılgın' işlerinden birine imza attı. Hemen ardından da Mbappe için 135 milyon ödediler. "Bu kadar eder mi?" soruları Bale ile Pogba transferlerinde yeterince tartışılmış, Neymar ve Mbappe'ye başka soru işareti bırakmıştı: "Bu sonu nereye gidecek?" 2010'lar kapanırken henüz cevabı bulamadık. Ama futbol artık birçoklarına göre yetenekten çok para olsa da eski kurallar biraz geçerliliğini koruyor. Neymar'lı PSG'nin performansı, Neymar'sız PSG'ninkinden çok farklı değil. En azından 'takım olabilmek' hâlâ önemli. Özellikle de büyük sahne Şampiyonlar Ligi'nde... / İlhan Özgen
Hayal Kırıklığı
Kendi olimpiyat tarihime baktığımda ilk durağım 2008 Beijing Olimpiyat Oyunları. Ama detayları hatırlamakta zorlanıyorum. Evet, Socrates ofisinin küçüklerinden biriyim. 2012 Londra'ya geldiğimde ise görüntü fazlasıyla net. Oyunlara damga vuran sporcularla tanıştığım anlar, hala arada bir izlediğim kapanış töreni ile birlikte hafızamda özel bir yere sahip.
Bahsettiğim sporculardan biri de Güney Afrikalı sprinter Oscar Pistorius. Hakkında 2012'de olumlu şeyler yazabilecekken şimdi her şey tersine dönmüş durumda. Pistorius 2012'deki oyunların 400 metre yarı finalinde yarıştığında çok heyecanlanmıştım. Sonuncu olmasına rağmen… Çünkü o, atletizm tarihinde iki bacağı ampute şekilde olimpiyatta yarışan ilk atletti. Ama yarattığı etki, 2013'te kız arkadaşı Reeva Steenkamp'ı -kendi ifadesiyle- hırsız zannedip dört el ateş ederek öldürdüğünde bir anda yıkıldı. Bu savunmayla önce beş sene gibi herkesçe az görülen bir ceza aldı. Hâkim, ortada planlanmış bir durum olmadığını düşünüyordu. Sonra cinayetle yargılandı ve cezası 6 yıl oldu. En sonunda da, ancak 2017'de, yüksek temyiz mahkemesinin verdiği kararla 15 yıla çıkarıldı.
Bütün bu yaşananların düşündürdüğü temel bir şey var. Herhangi bir sporu izlemeyi, en çok da hissettirdikleri için seviyoruz. Sporcuların yaptıklarıyla heyecanlanırken perde arkasındakileri merak ediyor ve genelde öğreneceklerimizin bizi memnun edeceğini düşünüyoruz. Ama orada hayal kırıklıkları ve karanlıklar bizi bekliyor olabilir. Oscar Pistorius'un işlediği suç da bunun yakın zamandaki en sahici örneklerinden biri. Aynı zamanda spor izleyiciliği yıllarımın en büyük hayal kırıklıklarından... / Başak Can
Herkes İçin Sayılar
İstatistik, spor dünyası için yeni bir kavram değil. Richard J. Puerzer'in, NINE: A Journal of Baseball History and Culture'daki makalesine bakacak olursak, bugün de oyuncuların temel rakamlarını öğrenmek için bakış attığımız box score'un (istatistik kâğıdı) geçmişi 1858'deki beyzbol maçlarına dek uzanıyor. Bilgisayar programcısı Salam Qureishi'nin, Dallas Cowboys'a 1960'lardan itibaren oyuncu seçimlerinde yardımcı olan yazılımından Billy Beane'in Moneyball kitabına ilham veren, 2000'lerdeki ileri istatistik kullanımına sayısız başarılı örneği anabiliriz. Geride kalan on yılı farklı kılan, sayıların büyüsünün kulüp yöneticilerinin tekelinden çıkıp, medyanın ve spor izleyicisinin de ana gündemlerinden birine dönüşmesi oldu.
Carmelo Anthony'yi ele alalım. 2010'ların belki de en keskin düşüşünü yaşayan sporcusu sayılabilecek Melo'nun verimsiz bir skorer olduğu uzun süredir tartışılan bir konuydu. Yine de eski usul yorumcu ya da izleyiciler kritik anlarda bulduğu basketlerden, takım arkadaşlarının yetersizliğinden dem vurup, bu gerçeği bir nebze örtebiliyordu. Ancak ileri istatistiğin çok daha ulaşılabilir olmasının etkisiyle, koltuğunda birkaç internet sitesi karıştırabilen basketbol izleyicisinin dahi karşısına çıkan rakamlar, medyanın da üzerine gitmesiyle ileride Şöhretler Müzesi'nde olması muhtemel Carmelo'yu beklemediği şekilde yaklaşık 12 ay takımsız bıraktı.
Artık herhangi bir sporcunun parkedeyken takım arkadaşlarının savunma verimliliğinin ne kadar düştüğünü Twitter'da görmek pek şaşırtıcı değil. Bu konuda en gelenekçi sporlardan biri olan futbolun bile gün geçtikçe daha çok gol beklentisi (xG) konuştuğunu düşünürsek bu trend, ömrümüzün sıradaki on yılında da büyüyerek devam edecek gibi. / Buğra Balaban
Masal ve Gerçek
"Gamze Bulut isyan etti!"
Ağustos ayında basına yansıyan haberler, milli atletin şikâyetlerini gündeme getiriyordu. Bulut, Isparta Atatürk Stadyumu'nda yapmak istediği idmanın yetkililer tarafından engellendiğini belirtirken şu cümleleri sarf ediyordu: "Zamanında bu ülke adına olimpiyat ikincisi olmuş bir atletim."
Olayın kendisi, Isparta spor dünyasındaki çekişmeler, saha tartışmaları bir kenara, elbette son ifadesi dikkat çekiciydi. Sonuçta, doping gerekçesiyle madalyası elinden alınmış, Aslı Çakır Alptekin'le birlikte 2012'de adını altın harflerle yazdırdığı Türkiye olimpiyat tarihinde kara lekeye dönüşmüş bir isimdi Bulut. Cezasını çektikten sonra geri dönmek istemesi anlaşılabilirdi. Anlaşılmayan veya onun yüksek sesle tekrar etmek istemediği, artık olimpiyat ikincisi olmadığıydı. Ne Gamze'nin ne Aslı'nın böyle bir unvanı yoktu bugünlerde.
Burada suçlu sadece iki atlet değil. Türkiye'nin organize doping tarihi, sorumluluk duygusunu bünyesinde hiç barındırmadı. Doping cezaları bir yol kazası olarak göründü, sebepleri aranmadı, lekeli başarılar bireyler düzeyinde değerlendirildi, siyaset ve spor dünyasında bu değirmene su taşıyanlar hesap vermedi ve 2012 Londra, 2013 Mersin gibi organizasyonlara indirgenen doping bir şekilde geçiştirildi.
Şimdi yeni madalyalara hazırlanıyoruz. Sporcuların yanında ve hatta önünde fotoğraf vermekten çok hoşlanan yetkililerden en çok duyacağınız ifade yine 'dopinge sıfır tolerans' olacak. Nihayetinde taktiğimiz belli: Bir masalı bin kez tekrar ederseniz bir yerde gerçek gibi gelmeye başlar. / İnan Özdemir

Gamze Bulut ve Aslı Çakır Alptekin
Katar Gerçeği
Son 10 senede spor dünyasının yadsınamaz bir gerçeği oldu Katar. Her şey 2 Aralık 2010'da FIFA tarafından Katar'ın 2022 Dünya Kupası'na ev sahipliği yapacağının açıklanmasıyla başladı. Katar şirketleri bu kararın açıklanmasından itibaren küresel anlamda dikkat çeken işlerde yer aldılar. Qatar Sports Investment, Haziran 2011'de satın aldığı Paris Saint-Germain'i dünya futbolunun gündemine taşırken 1 milyar euro harcadı. PSG'nin sahibi Nasser Al-Khelaifi sadece bir futbol kulübü satın almakla kalmadı, 2011'de kurulan sahibi olduğu Al Jazeera spor kanalının ismini bir sene sonra beIN Sports olarak değiştirdi. Yayın hakları için harcadığı ve ünlü futbol insanlarına verdiği paralar ile gündeme gelen kanal, Asya'dan Amerika'ya beş kıta, 17 ülkede yayın yapıyor.
Katar yetiştirdiği sporcular ve sportif performanslarla da kendinden bahsettirmeyi başardı. Olimpiyat şampiyonu yüksek atlamacı Mumtaz Barshim 2.35'lik metrelik derecesiyle Londra'daki Dünya Atletizm Şampiyonası'nda altın madalya kazanırken dünya şampiyonu olan ilk Katarlı sporcu unvanını da aldı. Katar Milli Futbol Takımı'nın ülke tarihindeki en büyük başarıyı elde edip bu sene futbolda Asya Kupası'nı namağlup olarak kazandı. Adaylık sürecinde rüşvet iddialarının gölgesinde hazırlıkları devam eden FIFA 2022 Dünya Kupası'nın tahmini maliyetinin 200 milyar dolar olması bekleniyor. Dünya Kupası için yapılan stadyumlarda çalışan işçilerin çalışma koşulları nedeniyle Katar büyük eleştiriler alırken, Nepal hükümetinin verilerine göre 2009 ile 2019 yılları arasında Katar'da 1426 Nepalli işçi hayatını kaybetti. Yani Katar'ın büyük spor yatırımları, bir yandan da büyük tartışmaları beraberinde getirmeyi sürdürüyor... / Mustafa Taha
Turnuva Takımı
Her takım ve her antrenör sezon başında planlarını sezonun uzun olduğunu bilerek ve bazı şeylerin zamanla oturacağını hesaba katarak yapar. Antrenörlüğe başladığımda da bunu daha iyi anladım. O sezon başında Shavonte Zellous, Sancho Lyttle, Alba Torrens ve Kelsey Bone gibi dört önemli yabancımız vardı. Öte yandan dört senedir basketbol oynamayan Şebnem Kimyacıoğlu vardı, ben bir sezon öncesinde Fenerbahçe'den transfer olduğumda bel ameliyatı geçirmiştim… Tüm bunları topladığınızda koç Ekrem Memnun'un Euroleague şampiyonluğu hedefi kurması çok kolay değildi elbette. Ama sezon içerisinde ağır idmanlar yaptık, şansımız da yanımızda oldu ki önemli bir sakatlık yaşanmadı takımda, sakatlık geçmişi olan oyuncuları bünyemizde barındırmamıza rağmen... Bazen iyi bir turnuva geçirip, güzel sonuçlar alarak gerçek bir 'turnuva takımı' hâline gelirsiniz ama sonunu getiremezsiniz ya, biz şampiyon olarak ikisini de başarmış olduk. Tabii ki bu süreçte Ekrem Memnun'un bize verdiği emekler yadsınamaz. Yarı finalde ev sahibi Ekaterinburg'la oynadığımız maçta oldukça stresliydik tabii. Ama koçumuzun planına yüzde yüz uyarak maçı kazandık, sonrasında rüzgârı arkamıza alıp finale kadar namağlup gelen Fenerbahçe'yi devirdik. Çok güzel bir takımla, kariyerimin en olgun döneminde bu kupayı kazanarak hayalimi gerçekleştirdim.
Her ülke basketbolunda geçiş dönemleri yaşanır. Geçmişte Rusya'yla aramızda oldukça fark varken o farkı büyük çapta kapattık. Keza önceki yıllarda Macar ve İspanyol takımlarının bir süre dominasyon yaratıp yerli oyuncularının yurtdışına transferleriyle görece düşüşe geçtiklerini de gördük. İlerleyen yıllarda bir Türk takımı yeniden final oynayabilir ve hatta şampiyon da olabilir, buna kuşku yok. Ama Avrupa'da bir Türk finalini yeniden görmeye benim ömrüm yeter mi, onu bilemiyorum… / Nevriye Yılmaz
Topsuz Şampiyonluk
Leicester City'nin 2015-2016 sezonundaki Premier Lig şampiyonluğu muhtemelen futbol tarihinin büyük liglerdeki en beklenmedik başarısı. Lige bir sezon önce çıkmış, o sezonu 14. sırada tamamlayarak kümede kalmasıyla başarılı sayılmış ve Claudio Ranieri de o başarıyı tekrarlamak yani bir kez daha kümede kalmak düşüncesiyle takımın başına getirilmişti. Ortaya çıkan sonuç benzer profildeki düşük bütçeli takımlara miras kaldı. Fakat bu şampiyonluk sadece düşük profilli bir kulübün peri masalı olmaktan çok öteye giden saha içi enteresanlıklarına da sahip.
Leicester bu şampiyonluğu kazandığında sezon sonu ortalama topla oynama oranı hanesinde sadece yüzde 43 yazıyordu. Sezonda onlardan az topla oynayan sadece iki takım vardı ve Premier Lig'in en düşük pas yüzdesine de Leicester City sahipti. Beş büyük lig tarihinde o ligin en düşük üçüncü topla oynama yüzdesine sahip olarak şampiyon olan bir takım mevcut değil. Premier Lig tarihinde yüzde 50'nin altında topla oynayan başka bir şampiyon da yok. Keza yine bu büyük ligde Leicester City dışında şampiyon olan takımların topla oynama ortalaması da yüzde 58. Aradaki farkı futbolun içinde kalarak açıklamaksa pek kolay görünmüyor.
2016 yazında gelen bu tarihi başarıdan sonra Premier Lig'in altından çok sular aktı. Bir sezon sonra Antonio Conte'nin Chelsea'si rekorlar kırarak şampiyonluğa ulaştı. Ondan sonra rekorları parçalama sırası Pep Guardiola'yla Manchester City'ye geçti. Geçtiğimiz sezon ise 98 ve 97 puanlı City-Liverpool ikilisi, futbol tarihine geçerek yeni bir rekorun ortaya çıkmasını sağladı. Yani hem Manchester City hem Liverpool mevcut teknik adamlarıyla büyük bir evrim geçirdiler ve kısa vadede Leicester'ın başarısı gibi bir şeyi tekrarlamak pek de kolay görünmüyor. Ama bu, elde edilen büyük başarının değerini ne kadar düşürür? Pek fazla değil.
Ranieri'nin tamamen eldeki oyuncuların güçlü yönlerine göre kurguladığı yapı klasik bir 4-4-2'nin savunmacı olsa da lig kazanabileceği gerçeğini Atletico Madrid'den sonra bir kez daha ortaya koydu. Jamie Vardy ve Riyad Mahrez'in açık alandaki etkilerinden faydalanmak üzerine kurgulanan yapı, bu iki oyuncunun forvet ve kenardaki partnerlerinin zıtlıklarından da ziyadesiyle yararlandı.
Vardy'nin forvet hattındaki yardımcısı Shinji Okazaki oyunun daha çok defansif yönünde hem orta sahayı çoklama hem de pres oyununun lideri olma özelliğine sahipken Mahrez'in tersinde sol kenarda oynayan Marc Albrighton da bekine yardım eden ve defansif görevleriyle Cezayirli takım arkadaşını özgürleştiren oyuncu oldu. Danny Drinkwater'ın derinde pas istasyonu olduğu ve topun geriden rahat çıkmasını sağladığı yapı N'Golo Kante'nin geniş mesafede oynadığı efsane oyunla imzalanmış oldu.
Bu büyük şampiyonluğun benzer bir takım tarafından tekrarlanması artık mümkün. Ama Leicester City'nin istatistikleriyle aynı şampiyonluk o kadar mümkün olmayabilir. Yine de 2016 yazında gelen bu başarı, artık reaksiyonun da futbolda geçer akçe olabileceğini gösteren örneklerden biri. 2009'dan sonra Pep Guardiola tarafından en yüksek seviyeye çıkarılan ve tüm dünyaya yayılan topa sahip olma oyunu, bu taktiği pasifleştirmek isteyen sayısız teorisyen hocayı da beraberinde doğurdu. Claudio Ranieri onlardan biri olarak inanılması güç bir hadiseye imza attı ama bu furyayı kırmak için şampiyonluk olmasa da benzer senaryolara ihtiyaç olacak gibi görünüyor. / Emre Özcan