
'79 Jenerasyonu
31 dk
Başarı mı, hayal kırıklığı mı? Savaş mı, barış mı? 1990'larda basketbol sahnesine fırtına gibi giren, 2001'de çıktıkları zirveden bir sene sonra inen meşhur jenerasyon söz konusu olduğunda bu karşıtlıklar hep gündeme gelir. Hikâyeleri de bu yüzden sadece bir yükselişten ibaret değil. Tanıklarından dinleyelim...
01 | Proje Takımı
“Bağıra bağıra geliyordu bu çocuklar”
Kerem Tunçeri (Millî oyuncu): Hidayet’le ilkokul beşinci sınıftan beri beraberiz. Beraber büyüdük diyebilirim. Antrenmanlarda birlikteydik, teneffüslerde yanımdaydı. Daha o dönemden kişisel rekabetimiz başlamıştı bile. Mesela bir post-up oyunumuz vardı. Şimdi ben çok fazla konuşmayayım, Hidayet cevaplasın. İsterse söylesin sonuçları, kimin kimi yendiğini falan.
Hidayet Türkoğlu (Millî oyuncu): Maalesef. Post-up rekabetinde olmuyor bir türlü, yapamıyorum. Ama zaten Kerem’i o sıralar maçlarda da tutamıyorduk. Galatasaray’da oynuyordu. Karşımıza her çıktığında, tak! 40-50 sayıdan aşağı atmıyordu. Çok yoruluyorduk onu kontrol altına almaya çalışırken. Burada önemli bir detay var, Kerem unutmuş o ayrıntıyı ama hazır bahsi geçmişken söyleyeyim; maçları kazanan biz oluyorduk. Kerem çok sinirlenirdi; camları tekmeler, sağa sola yumruk atardı. 40-50 sayı atıyorsun ama takımın kaybediyor... Kolay değil elbette, anlayabiliyorum onu.
Kerem Tunçeri: Bir yandan Galatasaray’da devam ederken Çavuşoğlu Koleji’ne geçtim. Dışarıdan okula katılan tek oyuncu bendim. Sınıfta, Bayrampaşa tayfasıyla beraber en arka sırada oturmaya başladım. Hido’yla iyice kaynaştık. Bir süre sonra o Efes’e gitti, arkadaşlığımız yine devam etti. A Takım’a da aşağı yukarı aynı zamanlarda çıktık.
Mehmet Okur (Millî oyuncu): Ben Yalova’dayım o dönem ve Yalova basketbol potalarıyla meşhur bir şehir değil. Önceleri futbol oynuyordum. İki yıllık tecrübem vardı hatta. Basketbolla ilgilenmiyor, ortaokul öğretmenlerimden “Bu boyunu kullansana oğlum, futbol kaçmıyor bir yere” tepkileri alıyordum. Bu cılız telkinler haricinde kimse beni yönlendirmeyince de futbola bağlı kaldım. Elime basketbol topu almışlığım yoktu. Ta ki boyumun çok uzadığı o 1992-1993 yıllarının yaz aylarına kadar…1993’te, 14 gibi çok geç bir yaşta başladım basketbola. Oyak’taki ilk senemin akabinde Yıldız Milli Takım’a çağrıldım ama yaşıtlarımın çok gerisindeydim. Onlara yaklaşmak için sabah idmanlarına herkesten bir saat önce gelirdim. Sonra bir de takımla idman yapardım. Ardından ekstra çalışmayı bitirir, okula geçerdim. Akşam olduğunda bu rutin devam ederdi. Günlerce, haftalarca, aylarca… Daha sonra Yıldız Milli Takım dönemi geldi. Kerem ve Hidayet’le tanışmam da o sayede oldu.
Atilla Çakmak (Antrenör): Türk basketbol tarihinde o döneme kadar eşi benzeri olmayan bir işe giriştik. Federasyonun harekete geçmesiyle oyuncu tarama sistemi oluşturduk. Süreç esnasında koç bendim. Anadolu’nun her yerine, “Elinizde yetenekli oyuncular var mı?” diye mesaj gönderdik. O şekilde topladık bu takımı. Mustafa Abi, Afyon’dan geldi. Kerem’le Hidayet, İstanbul’dan aramıza katıldı. Arda, İzmir’den... İlk kamp Kütahya’daydı. 50 küsur oyuncu vardı elimizde. Hidayet, Kerem, Arda (Vekiloğlu) ve Onur (Aydın) halihazırda kulüp altyapılarında oynayan oyunculardı. Biliniyorlardı. Ama mesela, Mustafa Abi gibi bir oyuncuyu bulduk bu tarama sonucunda. Yalova’da evden okula, okuldan eve giden Mehmet Okur’u da tesadüfen Oyak Renault buldu. Biz tespit edememiştik onu. Kadroya da katılışı diğer oyunculara göre daha geç oldu. O gelince ekibi tamamladık.
"Bu çocuklar geleceğin basketbolunu oynuyor"
Dan Peterson (Antrenör): "Türkiye’nin eski jenerasyonlarından Mirsad Türkcan, Harun Erdenay, İbrahim Kutluay ve Ufuk Sarıca gibi oyuncuları çok beğeniyordum. Ama EuroBasket 1999’u izlediğimde farklı bir şey gördüm. Bu 20 yaşındaki üç çocuk, geleceğin basketbolunu oynuyordu. Erman Kunter’in yanına gidip “Yaptığınız inanılmaz bir iş” dedim. Müthişti onları izlemek."
Remzi Dilli (Takım menajeri): 1979, programlı bir jenerasyon. Daha öncesinde 72’liler, 1965 ve 1966 doğumlular var ama bu jenerasyonlar hep ‘denk gelmişti’. 79’lular ise öyle değil; TBF’nin planları, programları çerçevesinde “Hadi bu işi kitabına uygun yapalım” denildi. Cevat Soydaş, Ender Özbek, Ali Burgul gibi isimler vardı. Nihat İziç de programın başındaki kişiydi. Oturduk bir plan hazırladık. Hedef turnuva da Avrupa 22 Yaş Altı Şampiyonası’ydı. Aşağı yukarı altı yıllık, 1999’a kadar uzanan bir taslaktan bahsediyorum. Diyorduk ki: “Hazır olun, biz 22 yaş altı kategorisinde Avrupa şampiyonu olacağız.”
Atilla Çakmak: Ben o sırada tüm bu planlar yapılırken takımın başındayım ama bir yandan TOFAŞ antrenörlüğü de var. Çift taraflı çalışmam zor oluyor. Yalçın Ağabey (Granit) bana çok yardımcı oldu o süreçte. Geldi antrenmanları izledi. “Uzun oyun kurucu bulmalıyız” düşüncesi vardı. Takımda Kerem olmasına rağmen Hidayet’in 1 numara oynayabileceğini düşünürdü. Ben de olayın içindeydim ama dediğim gibi; TOFAŞ’taki görevim araya girince takımdan geri çekilmek durumunda kaldım. Bu takım da olduğu gibi Nihat İziç’e verildi.
Nihat İziç (Antrenör): 1992’de, Turgay Demirel başkan olduktan sonra yanıma geldi. Benden Yugoslavya döneminde görmüş olduğum modeli bu jenerasyona uygulamamı istedi. Kolları sıvadık. Ben hem Yugoslavya’da hem de Türkiye’de oynadığım için o mukayeseyi iyi yapabiliyordum. Tespit ettiğimiz ilk problem oyuncu seçimlerindeki hatalardı. Bir kalıp vardı ve değiştirilmesi gerekiyordu. Neydi bu kalıp? Mesela Dejan Bodiroga gibi 2.04 boyunda bir yıldız oyun kurucu oynatılırken bizde bunun tam tersi bir anlayış vardı. Biz, Bodiroga gibi oyuncuları pivot pozisyonuna koyuyorduk. Bu yüzden, özellikle Hidayet için çok savaş verdik. Yani malum, Hidayet o boylarda ama oyun ve kafa yapısı çok farklı. Pek fazla kontak sevmezdi ve 5 numaraya koysak onu kaybedecektik. 1-2 oynatmaya başladık. Aslında takım hâlinde tuhaf görünüyorduk biraz. Bir sürü ince, uzun boylu çocuk… İlk maçımızda Makedonya’dan 70 sayı fark yedik mesela.
Kerem Tunçeri: Dur ben anlatayım Makedonya’yı. Hepimiz altyapılarda oynuyoruz o dönem Hidayet var, Mustafa Abi var, o var, bu var... Belirli seviyelerdeyiz ya, çok iyi oyuncular zannediyoruz kendimizi. Önce 70 yedik Makedonya'dan, sonra 50, ardından 30, sondan bir önceki maçta 15 farka kadar indik... Son maçta da kazandık.
Mehmet Okur: Mesela İziç beni fizikten dolayı mı, yoksa yetenekten ötürü mü takıma aldı hâlâ bilmiyorum. Elbet bir ışık görmüş olmalı ama dediğim gibi; basketbola o kadar geç başlamıştım ki çok çekingendim. Zaman zaman 5’e 5’lere katılmıyordum bile. Tek başıma çalışıyordum. Ama takım arkadaşlarım, saha dışında bu eksikliklerimi, onlardan geride olduğumu bana hiç hissettirmediler. Ben 2 numaranın ne demek olduğunu bile yeni yeni öğreniyordum o dönemlerde. Nihat Ağabey herhalde temel gelişimini sağlayayım diye “Bu çocuk 2 numarada oynasın” dedi. Denedim ama 2 numaranın özelliklerini pek anlayamamıştım. Amaç; şutumun, oyun bilgimin gelişmesiydi. Koç 2 ile 4 numara arasında gidip geldi. Boyum da iyice uzayınca 4 numarada karar kıldık.
Remzi Dilli: Nihat İziç’le sürekli konuşuyorduk. Özellikle Mehmet, Kerem ve Hidayet’le alakalı, “Nerede oynasın bu çocuklar?” tartışması yapıyorduk sık sık. Şöyle bir konuşma olmuştu örneğin;
— Bu Mehmet’i 2 numara yapalım.
— Ya saçmalama, en fazla 4 olur.
— Hadi o zaman 3’te karar kılalım, ne dersin?
Ben biliyorum tabii İziç’in 3 diyeceğini. Adamın olayı eşleşme problemi yaratacak, ince, uzun bir takım kurmak. Arda’yı da dışarı çekmek istiyordu bu yüzden. Mehmet, Nihat İziç yönetimindeyken dışarıdan oynayan, penetre etmeye çalışan bir adamdı. Sonra TOFAŞ’ta 110 kilo, kocaman, 5 numara oynayan bir adama dönüştü. Gelelim Hidayet’e. Hidayet, Efes’te 5 numara oynuyor. Biz milli takım kadrosuna aldık, Nihat “Hidayet 1 oynayacak” dedi. “Oğlum git, adam takımında 5 oynuyor, burada nasıl 1 numarayı götürecek?” diye çıkıştık, “Herif 2.10, nasıl oyun kurucu yapacağız?” dedik. Zaten Efes’teki antrenörü de Hidayet’in 5 numarada kalmasını istiyordu, sırf o yüzden problemler yaşıyorduk. Vazgeçmedi İziç.
.jpg)
"Turgay Demirel başkan olduktan sonra yanıma geldi. Benden Yugoslavya'da görmüş olduğum modeli bu jenerasyona uygulamamı istedi." -Nihat İziç
Fatih Köseoğlu (Millî oyuncu): Nihat İziç çok çalıştırıyordu bizi. Özellikle de yazın. Bizden beklentisi çok büyüktü. Hatırlıyorum; Kerem’in bir hastalığı oldu Finlandiya 1994’te, çekti kenara beni, konuştu, teker teker anlattı. Kerem’in, o problemi nedeniyle maç temposundan biraz uzak kalacağını, şansın bana geldiğini söyledi. Ben de çok çalıştım ve fena oynamadım.
Remzi Dilli: Bu takım gerçek anlamda ilk turnuvasını 1995’te oynadı. Portekiz’deki Avrupa Şampiyonası’nda yıldızlarda yedinci oldu. Sonra gençlerde beşincilik geldi. Plana uygun şekilde devam ediliyordu. 22 yaş altı kategorisinde kıta şampiyonluğu için doğru rotadaydık yani. Ama FIBA sürpriz şekilde bu kategoriyi 20 yaş altı olarak revize edince, evdeki hesap çarşıya uymadı. Turgay Demirel, Trapani 1998’e gitmeden önceki toplantıda “Artık 22 yaş altı kategorisi yok, ne yapıyorsanız bu son turnuvada yapın” dedi ve bu plan, yaklaşık 2.5 sene öne çekilmiş oldu. Biz bir sonraki şampiyonayı düşünüyorduk normalde ama Trapani bir anda hedef şampiyona olmuştu.
Nihat İziç: Biz bu takımı hep daha büyük rakiplere karşı oynatmak zorunda kaldık. Sicilya’daki turnuvada 76’lı oyuncuların sürüklediği takımlar vardı. Bizim çocuklar normalde bir sonraki yıl kendi jenerasyonlarıyla oynayacaktı ve rakiplere ortalama 20-30 sayı fark atıp altın madalya alacaktı. FIBA gidip bu yaş sınırını değiştirince, 1979 jenerasyonu da kendi yaşıtlarıyla karşılaşamadan A Takım seviyesine çıkmış gibi oldu. Altyapıda ciddi farklar bunlar ama Sicilya’da da büyük iş yaptık.
Remzi Dilli: Trapani’de üçüncü bitirdik turnuvayı. Slovenya’da Matjaz Smodis’le Jaka Lakovic’in, Almanya’da Nowitzki’nin oynadığı bir şampiyonaydı. Yugoslavya dağılmamıştı, onlarda da Igor Rakocevic MVP seçilmişti. Alınan sonuçlar doğru yolda gittiğimizin kanıtıydı. Bağıra bağıra geliyordu bu takım.
02 | 1999: İlk Şampiyona
“20 yaşında, üç çocuk...”
Erman Kunter (Antrenör): Benim bir hayalim vardı. Bu 1979 jenerasyonunu ilk gördüğümde çok heyecanlanmıştım o yüzden. Avrupa’da 10 yıllık periyoda damga vurabilecek bir ekiple karşı karşıya olduğumu hissetmiştim. O yüzden EuroBasket 1999’a hazırlanırken ‘sadece bir şampiyonaya gider gibi’ plan yapmadım. Bundan daha fazlası vardı. Kadroda 1977’li Cüneyt Erden birinci oyun kurucu gibi gözüküyordu. Bense Kerem’in tek olması gerektiğini düşünüyordum. Rotasyonda Mehmet Okur ve Mirsad arasında bir tercih yapmam gerekiyordu. Biri öne geçmeliydi. Bize de o dönemlerde “Kendi takımlarında kadroya giremeyen adamları neden milli takıma aldınız?” ya da “Milli takımın oyun kurucusu 20 yaşında olur mu?” diye eleştiriler yöneltiyorlardı. Hidayet için “Kadroya giremeyen adam” diyenlere “Biz onu sadece takıma almadık, ilk beşte oynatacağız” diye cevap verdik. Elbette bunları anlatmaya çalışırken çok problem yaşandı. En nihayetinde, 20 yaşında üç çocuk Türk Milli Takımı’nın ilk beşinde olacaktı.
"Yalova'da sarışın, uzun bir çocuk var"
Remzi Dilli: Mehmet Okur tesadüfen bulundu. O, baştaki ‘79 jenerasyonunun üyesi değildi. Bize haberi “Yalova sokaklarında uzun, sarışın bir çocuk var” diye gelmişti. Ömer Aşık’ı da benzer şekilde bulmuştuk.
— Abi Kızıltoprak’ta yürüyen 2.10 boyunda bir çocuk gördük…
— Saçmalamayın oğlum, 2.10’luk adamın Kızıltoprak’ta ne işi var?
Kerem Tunçeri: Milli takıma çıkıp o yaşta oynamak zor. Bir de oyun kurucusun, pozisyon gereği en zor yerdesin. Benim avantajım, takımdaki herkesle iletişimimin çok iyi olmasıydı. Hepsi beni çok severdi. Tabii burada bana, o dönem milli takımda yardımcı antrenörlük yapan, Galatasaray’da beraber çalıştığım Koray Mincinozlu’nun çok yardımı oldu. Adaptasyonum o şekilde hızlandı.
Mehmet Okur: O zamanlar ben titriyorum. Takımın kuruluş aşamasında da çok forma şansı bulamadığım için Erman Ağabey’in gözüne girmem biraz zaman aldı. Tamer Oyguç, Ufuk Sarıca, Harun Erdenay ve Orhun Ene gibi oyuncuların arasında ilk beş başlamak; Mirsad’ın ardından oyuna girmek beni çok heyecanlandırırdı. Bu yüzden, baştaki maçlarda çok zorlandım. Geç adapte oldum. 1999 takımında bana o kadar iyi ağabeylik yaptılar ki; yeni girdiğim bir ortamın sanki uzun yıllardır parçasıymışım gibi hissetmiştim.
Hidayet Türkoğlu: Altyapıdan vermiş olduğumuz o güvenin etkisiyle bizi ‘geleceğe yatırım’ olarak nitelendirdiler. 20 yaşında millî takımın ilk beşinde üç oyuncu olması kolay rastlanabilecek bir olay değil. Turgay Demirel ve Nihat İziç bize çok inanıyordu. Biz de bir şekilde o fırsatları değerlendirdik.
Erman Kunter: Remzi onların ağabeyiydi. Altyapıdan A takım düzeyine kadar bu çocukların yanındaydı. O yüzden şartlar ne olursa olsun, hata yapsalar bile onları bana karşı savunurdu. Mesela ben çocuklara sinirlenince, Remzi’nin yanına gidip “Ulan şunlara bak, daha topu yere vurmayı bilmiyorlar” derdim. “Sen merak etme, sabret. Onlar söylediklerini yaparlar” diye cevap verirdi hep. Çocukların da haklarını teslim etmem lâzım. Çok çalıştılar. Durmadan, dinlenmeden… Hep çalıştılar.
Remzi Dilli: Bu çocuklar motive olmak konusunda hiç zorluk yaşamadı. Zira hayatlarını basketbol oynayarak kurtarabileceklerini erken anlamışlardı. 1999’daki şampiyona da bunun kanıtıdır. Bayrampaşa’dan geldiklerinde başarıya aç, paraya aç, kendini kanıtlamak isteyen bir grup olarak görmüştük onları. Kamplarda onlara sadece basketbol oynamayı öğretmedik. Bir yandan da eğitimli olsunlar diye uğraştık. Bildiklerimizi aktarırken çatal bıçak kullanmayı bile öğrettik, kızlarla nasıl konuşmaları gerektiğine kadar anlattık.
Kamptan nasıl kaçmaları gerektiğini söyledik, “Kamptan kaçmayan basketbolcu olmaz çünkü kamptan kaçmazsanız sizden basketbolcu olmaz, sadece yakalanmayın” dedik. Basketbolcu zekidir çünkü. Bu işleri yapar. “Hayatı sektirmeyin” vurgusu yaptık hep. Kendilerine zarar vermemeleri önemliydi bizim için. Fazlası değil. Eğleneceklerdi elbette. Mesela kamptan su borusundan aşağı kayarak kaçıyorlardı, sanki biz onları görmüyormuşuz gibi. Çaktırmazdık, takip ederdik bunları.
Erman Kunter: Turnuvanın planını oluştururken Yalçın Granit’in de büyük desteği oldu. Darüşşafaka’da antrenörlüğe başladığım dönemde uyguladığımız motion offense’i millî takıma adapte edişimizde pay sahibidir. Go-toguy’dan herkesin topu paylaştığı bir sisteme geçtik. Türkiye’nin en hünerli oyuncuları bile adapte olmakta zorlandı ama “Ben şuradan iki dripling yapayım, bir tane sallayayım” anlayışı yoktu artık. Zevkli bir takım yaratmak istiyorduk. Kukoc’lu Hırvatistan’ı yenmiştik. Gerçi işler de ondan sonra sarpa sardı…
Remzi Dilli: Antibes’de Hırvatları yenerken ben Murat Konuk’u dolduruyorum; “Bu Toni senin kız arkadaşına asılıyor Murat, çık tut şunu” diyorum Murat’a. Yani, bunlar eski yaklaşımlar tabii. Biz de kendimizi geliştirmeye çalıştık. Sonuçta EuroBasket 1999’daki sonucu kimse beklemiyordu. Şahane basketbol oynayıp 8. olan o takımın keyfini süremeden karşımıza zorunda bırakıldık.
Erman Kunter: 1979 jenerasyonunun önünü tıkayan, gelişimini engelleyen hadiseler o turnuva esnasında başladı. Basına da yansıyan o ‘puro olayı’ yaşanı. Benden sonra A Milli Takım antrenörlüğü yapıp antrenman esnasında puro içenleri de biliyorum ben. Gerçek neden o muydu? Bir puro muydu? Hayır, elbette değildi. Ben yeni bir yapılanmaya gittim ve bu yeniliğin devam etmesini istiyordum. 78’li Ömer Onan ve Serkan Erdoğan’ın da buraya katılmasını, 80’lilerin gelmesini amaçlıyordum. 2001 öncesi benim yaşadığım sıkıntı buydu. “Belki bir sonraki şampiyona Türkiye’de olmasına rağmen final bile oynayamayız, üçüncü veya dördüncü oluruz ama esas damgayı sonra vururuz” dedim. Kabul etmediler. 2001’deki şampiyona Türkiye’de olduğu için, bana göre 1979 jenerasyonuna darbe vuran o karar alındı. 2001’de ‘en iyi takımımızla’ oynamamız istendi. Neticede o turnuva özelinde iyi performans gösterdik ama soruyorum işte; ne oldu 2001’den sonra?
Remzi Dilli: Antibes’de sahile inen bir yol vardır, oradaki meydanın hemen yanında da restoranlar... Erman, biz oradan aşağı doğru inerken kim varsa ona el yapıp, “Gelin gelin, birer kadeh içip kutlayalım” diyordu. Hayatında kaç kez Hırvat galibiyeti almışsın? Hayır yani bunu kutlamayacaksın da neyi kutlayacaksın? O zamanlar da bu puro modası yeni çıkmış. Erman da bir puro yaktı. Yahu takılma işte, herif Hırvatistan’ı yenmiş be kardeşim! Neyse, Erman puroyla devam etti yürümeye. Bu arada da federasyon ekibinin hanımlarıyla oturduğu masa vardı ileride. Turgay Demirel de oradaydı. Zaten dava Erman’ı yıpratmaktı, puro da orada kullanılan bir aksesuardı. O kavganın başlangıcı 1984’e gider aslında. Puro ile falan pek alakası yoktur. Erman Kunter Eczacıbaşı’nda oynarken Turgay Demirel de Galatasaray forması giyiyordu. Maç sonunda soyunma odasına inen koridorda bu ikilinin yumruklaştıkları bir maç oynanmıştır zamanında. Aslında birbirini çok da sevmeyen iki insan... Mesela dikkat edin, Erman’ın göreve geldiği dönem Avrupa’da efsane oyuncuları antrenör yapma eğilimi vardı. Giannakis neredeyse eş zamanlı olarak Yunanistan’ın başına geçmişti. Erman’ın da oyunculuğu, antrenörlüğü belli. Turgay Demirel denedi, sonra herkesten önce “EuroBasket 2001’in Türkiye’de olacağını” öğrendi ve iş bitti.
Erman Kunter: O turnuvada bizimle dalga geçtiler. Mola aldığımızda 30 saniye koçlarla konuşuyoruz diye alay ettiler. Yanımdaki antrenörler belli. Hiç alakası yok aslında. Koray Galatasaray, Tolga (Öngören) Ülker antrenörü. Yani biz elbette üç baş antrenör, bazı şeyleri tartışabilmeliyiz. Sürekli paylaşım içinde olmaya gayret ediyoruz o sıralar. Ama biz mola alınca, “Bunlar neden konuşuyor?” soruları gelmeye başladı. Bir vizyon getirmeye çalışmıştık ama yeterli olmadı. Turgay Demirel’le hiç yakın arkadaş olmadık. Kimseyi rencide etmek de istemem. Bana göre 1979 jenerasyonunun gelişimi hususunda yapılan hata, “2003’ü falan boş verip 2001 kendi evimizde, oraya odaklanalım” felsefesiydi. Benim onlara önermiş olduğum plan kabul edilse bugün farklı şeyler konuşabilirdik. Onlar, maça bakanlar gelecek, hoparlörlerden 12 Dev Adam şarkısı çalacak diye en kuvvetli takımı çıkarmak istediler. Olsun varsın. Ne yapalım? Mesela 1999’da Ufuk Sarıca sakatlanmamış olsa Fransa bizi asla yenemezdi. “Haluk o şutu soksa!” falan demiyorum bak... Yarı final yapacaktık, yarı final! Bir şeyler denedim, olmadı. Bu takımın, 78-79-80’lilerin Avrupa’daki tüm şampiyonlara damga vuracağını hayal etmiştim. Herhalde fazla hayal etmişim.
03 | Zirveye Doğru
“Belki de tarihin en büyük kadrosuydu”
Remzi Dilli: Biz Turgay Demirel’in yanına gittik ve “Bak başkan, bu çocuklar çok temiz. Bu takımı yaşlılarla karıştırırsak onların daha önceki dönemlerde edindiği kötü alışkanlıkları görürler. Bunları diğerlerinden ayıralım. Takımı tamamen gençleştirelim. Eğer bunu yapmazsan çocuklar kirlenecek. Bu da çok erken olacak. Liderlik kavgasına erken girecekler. Bunu yapma” dedik. Turgay Demirel uzun vadeli tüm planlarını bir kenara bırakıp EuroBasket 2001’e odaklanınca sıcak bakmadı. Burada Doğan Hakyemez de işin içine dahil oldu. Doğan, ağlarını deprem yararına oynanan İtalya maçında ördü. Milli takımın yeni yönetimi iki konservatif adama, Aydın Örs ve Doğan Hakyemez’e ait olacaktı.
Doğan Hakyemez (Takım menajeri): Kimse yalan söylemesin. Ben gizlice Aydın Örs’ü getirmeye çalışmadım. Bana milli takım menajerliği teklif edildiğinde, “Erman devam ediyor değil mi?” diye sormuştum ilk etapta. “Hayır, etmiyor” dediler. İnisiyatifimde olan bir şey değildi. Ben Aydın Örs ismini daha sonra gündeme getirdim. Turgay Demirel, Aydın Örs’e küsmüştü örneğin. Barıştırdım. Böylelikle yeni bir dönem başladı.
Aydın Örs (Antrenör): Ben takımı 2000’de devraldığımda ‘79 jenerasyonu zaten tecrübe kazanmıştı. O ekipte, aslında başta dezavantaj gibi gözüken bir avantajımız vardı; Orhun-Harun’u içeren bir jenerasyon ile Mirsad-Hüseyin Beşok’lu diğer jenerasyonun yanında 78-79-80 grubunun bütünlüğü vardı. Geçmişte büyük turnuvalar görmüş ağabeyleri onlara çok yardımcı oldu. Bazı ego çatışmaları da yaşanıyordu tabii. Olaylı günlerimiz olmadı diyemem. Kesinlikle kolay bir takım değildi. O tür problemlerde devreye ben giriyordum. Mirsad ve Hidayet arasında bir sorun çıktı. İkisi de benim oyuncumdu. Çözdüm o problemi. Yani, Hidayet NBA’de bir sene oynayıp gelmişti şampiyonaya. Özgüveni yüksekti. Mirsad malum. Altını çizmek gerekir; Orhun -ki emeklilikten dönmeye zor ikna etmiştik- ve Harun o takımda çok yapıcı roller üstlendiler. Hep anlık problemler yaşandı ama tecrübeyle üstesinden geldik, “Olur böyle şeyler” dedik.

"EuroBasket 2001 dönüm noktasıydı. 12 Dev Adam kavramı dahi orada çıktı sonuçta." -İbrahim Kutluay
Doğan Hakyemez: 2001 sürecine dahil olmayan ne kadar zorlu bir dönemden geçildiğini anlayamaz. Hep diyorum içimden; Orhun keşke oyuncu olarak bu takımda daha fazla kalabilseydi. Gençlerin geçişi onunla beraber çok daha kolay olurdu. Hatırlayın, takımın tamamı yıldızlardan kuruluydu. Bu oyuncuların birbirlerine karşı sevgileri, saygıları azdı. Mesela İbrahim Kutluay’a karşı bir cephe demeyeceğim ama davranış farklılığı vardı. Diğer oyuncular İbrahim kadar medyatik değildi. Maçlarda İbo’nun fotoğrafları takımın geri kalanından daha büyük basılıyordu. Ben gazete gazete dolaşıp herkesin fotoğraflarının eşit boyutlarda olmasını sağlıyordum. Fotoğraflar için uğraştım, düşünün. İçerideki olaylar dinsin diye bu detaylara bile dikkat etmeye çalışıyorduk. Aydın Örs tabii bu psikolojiyi müthiş idare etti. 2001’i özellikle o dönem yönetim kadrosunda olan herkes daha büyük bir zafer olarak kabul eder. Dışarıdan belki “Birinci olamadılar işte” deniyor ama çok zor bir süreçti. Pek bilinmez o turnuva esnasında yaşananlar…
Kerem Tunçeri: 2001’deki takımın oyun kurucusu olmak kadar zor bir şey yoktu. Büyük egolar sebebiyle bizim yaşça büyüklerimize adaptasyonumuz çok zor oldu. Kendi yaş grubumuzda çok problem yaşamasak da üst dönemle entegrasyon esnasında sıkıntılar baş gösterdi. Şimdi tek tek söyleyemeyeceğim kimler olduklarını… Ama 2001’de performansımın düşük olmasının bir numaralı sebebi, yaşanan bu ego çatışmasıydı. Zaten gencim, tecrübesizim, kendi seyircim önünde oynuyor ve eleştiri alıyorum. Bir de takımda böyle problemler var. Sağımda o var, solumda öbürü. Topu ona verirsin, diğeri bozulur falan. Bir oyun kurucunun psikolojisinin çok sağlam olması gerektiğini 2001’de öğrendim.
Hidayet Türkoğlu: ‘79 jenerasyonundaki insanlar büyüdükçe hem oyuncu, hem de karakter anlamında bir şeylerin farkına varmaya başladı. Sanırım bir doyumsuzluk da vardı. Herkes daha iyisini yapmaya çalışıyordu. Büyüme tarzıyla alakalı da olabilir. Herkes, bireysel anlamda eline geçen fırsatları en iyi şekilde değerlendirdi.
"Bana 'Abi, sen İspanya'da mı oynadın?' diye soruyorlar"
Serkan Erdoğan: "Ben 2006’da Avrupa’da oynarken sosyal medya yaygın değildi. “Serkan sen İspanya’da oynamış mıydın ya?” soruları gelince biraz üzülüyorum. Keşke bilseydi insanlar. Keşke beni de görebilselerdi. Ben Mehmet’in maçını bile uykusuz kalır izlerdim."
İbrahim Kutluay (Millî oyuncu): 2001’deki kadro belki de milli takımlar tarihinin en büyük kadrosuydu. Geçiş dönemi 1999’da başlamış, 2001’de zirve noktasına ulaşmıştı. Herkes kendi kariyeri adına önemli bir noktadaydı. Kimileri sondaydı, kimileri başlangıçta… Halihazırda NBA’de olan veya oraya gitmeye hazırlanan oyuncular vardı. Eurobasket 2001, herkesin kariyerini etkileyen bir turnuvaydı. Dönüm noktası olarak görüyorum. 12 Dev Adam kavramı dahi orada çıktı sonuçta.
Ömer Onan (Millî oyuncu): Sevincimizi de üzüntümüzü de uçlarda yaşayan insanlarız. EuroBasket 2001’de ev sahibiydik ve taraftardan çok destek aldık, farklı bir ruh hâline büründük. Yurt dışında bir hakem hatası olunca “Bu maçı bize yedirmezler” diyorduk mesela, kendi evimizde öyle bir duygu yaşamadık.
04 | Sarı Kafalar
“Haydi beyler, saçları boyatalım”
Aydın Örs: 2002’yi, 2001’den yola çıkarak konuşmak lâzım. Indianapolis öncesi ben sürekli basına telkinlerde bulundum; “Biz sadece 2001’deki şampiyonanın ikincisi olduk” vurgusu yaptım. Avrupa’nın en büyük ikinci ekol ülkesi falan değildik yani o esnada. Ama futbol takımımızın 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülük elde etmesinden sonra bizim de üzerimizdeki baskı iyice arttı. Takımda ayaklar fazla yere basmamaya başladı. Havaalanından uğurlanışımızı hatırlıyorum, çok büyük beklenti vardı. Bizim de hatalarımız oldu elbette. Saçları sarıya boyatma olayı örneğin, sıcak bakmamama rağmen bir şekilde kabul etmiştim. Lider oyuncular yanıma gelip “Futbol milli takımında da değişik saç türleri oldu ve uğurlu geldi” dediler. Biraz havaya girebileceklerini düşünüp onay verdim ama pişman oldum sonra. Mesele saçları sarıya boyamak değildi ki... Takım iyi gitseydi bunu kimse görmeyecekti. Ama takım kötü sonuç alınca bu saç mevzusu konu edildi.
Kerem Tunçeri: Hazırlık kampında öyle bir fikir atıldı ortaya. Zannediyorum Hidayet söylemişti, “Hadi saçları boyatalım” diye. Hep beraber gittik. Çocukluğumuza geldi. Normal şartlarda yapar mıydık bunu? Elbette hayır. Biz aslında saçları beyaza boyatıp formayla beraber kırmızı beyaz olsun diye istemiştik. Tutturamadık. Sarı oldu saçlar. Bir de berberde o kadar uzun süre kaldık ki… İşkenceydi. Kafamız kabuk tutmuştu. Turgay Demirel görünce şok olmuştu, hatırlıyorum. Indianapolis öncesi veda partisiydi. Zor açıklamıştık olan biteni.
Mehmet Okur: Gaza gelmiştik biraz. Hidayet’in fikriydi galiba. Ama hani o söyledikten sonra da kimse itiraz etmedi, herkes sıcak baktı. “Vay ne takımız biz. Önceki sene Avrupa ikincisi olmuşuz. Çok heyecanlıyız. Hadi saçları boyatalım!” denildi. Ama sonra beklentiler karşılanamadı. Biliyorum, hep o saçlarla hatırlanacağız.

"Gaza gelmiştik biraz. O söyledikten sonra da kimse itiraz etmedi, herkes sıcak baktı. Hep o saçlarla hatırlanacağız." -Mehmet Okur
Aydın Örs: Ben 2002 sonrası takımı bırakacaktım. Ama federasyon buna izin vermedi. Başkanla görüştüğümde, bana önümüzde EuroBasket 2003’ün elemelerinin olduğunu ve aniden gidersem takımın zor durumda kalacağını söyledi. Bu konuşmadan sonra özeleştiri yaptım ve devam ettim. Elemeyi geçtik ve sonra hâliyle görevi sürdürmek durumunda kaldım. İsveç’teki şampiyonaya aslında iyi hazırlanmıştık ve fena oynamıyorduk. Yunanistan’a karşı önde götürdüğümüz maçın kaybedilmesi sarsıcıydı. Baraj maçında Hırvatistan’ı geçsek de Sırbistan mağlubiyeti bizi statü gereği dışarıda bıraktı. Ben bir kez daha bırakmak istedim, federasyon yine istemedi ama bu kez daha ısrarcı oldum. Biraz da başkaları devam etmeliydi. Bu bir görevdi sonuçta. O şekilde ayrıldım.
Remzi Dilli: Ben herkes gibi düşünmüyorum. Bence Aydın Örs, bu ülkenin basketbolunu geriye götürmüştür. Onun sistemi, onun anlayışı, eski oyuncuları oynatması… Ne oldu ondan sonra? Hep mi çocuklar suçluydu? Hiç mi o sorumlu değildi? Bir gün çıkıp dedi mi “Ben yaptım” diye? Demedi. Hep kıldı, tüydü, Turgay Demirel’di falan.
05 | Çöküş
“Tanjevic’in meydan okumasıydı”
Bogdan Tanjevic (Antrenör): Benim felsefem bellidir. Mızmızlığı sevmem. Federasyonla anlaşma sürecimde de yaratmak istediğim takıma dair ipuçları verdim. Benim takımım, benimle aynı idealleri paylaşacaktı. Takım kendi içinde çekişmeyecekti. Aynı enerjide, aynı sertlikte olacaktı. Öyle bir oyuncu grubuyla çalışacaktım ki; bu 12 kişi özel hayatlarını unutarak takıma gelecekti. Bu tarzımı benimsediler. Ben de yeni yüzlerle geleceği düşünmeyi hedefledim. Daha ofisteki ilk günümden devamlılığı sağlamak istedim.
Doğan Hakyemez: Tanjevic, öyle yok “Belim sakat”, yok efendim “NBA kariyerim tehlikeye girer” diyen hiçbir oyuncuyu hoş görmezdi. Bu onun kırmızı çizgisiydi. Mesela Mehmet’le sakatlığı nedeniyle tartışma yaşadığı dönemde, Hidayet de “Ben iyi değilim, ABD’de tedavi olup oradan geleyim” dedi. Tanjevic de “Ankara’daki Efes Cup’a mutlaka gel” dedi. Hidayet, “Ben ne zaman iyileştiğimi hissedersem ancak o zaman gelirim” diye cevap verince ipler koptu. Koç, “O zaman sen de gelme” dedi Hidayet’e. Mesela 2006’ya biz o yüzden öyle bir kadroyla gittik. Tanjevic’in kişisel bir meydan okuması gibiydi.
Erman Kunter: “Antrenmanlarda puro içenler oldu” derken orada Bosa’ya bir gönderme yapmıştım. Tanjevic cesurdu. Benim yapmak istediklerimin bir kısmını yapmaya çalıştı. Doğru şeyler de yaptı. Ben o kadar radikal olamadım mesela. “Altı sene sonra bu oyuncular oynayamaz” demedim hiç. “İki sene sonra oynayamaz” diyordum en fazla. O yüzden, kendime göre bir operasyon yapmıştım. Çoğu kişi Bosa’nın yaptıklarının doğru olmadığını düşünüyor. Ben hem yaptıklarını bir noktaya kadar doğru buluyorum hem de ona karşı çıkanlara hak veriyorum. Zira altı-yedi senelik öngörüler biraz abartıydı. Ben daha mantıklısını yapmaya çalışmıştım ve problem çıktı. Tanjevic daha radikalini yapmasına rağmen federasyon kanadıyla çok sorun yaşamadı. Demek ki zihniyetler değişse, benim yapmaya çalıştıklarım da olabilirmiş.
"İbrahim bana yardımcı oldu mu? Olmadı herhalde"
Mehmet Okur: “Orhun Ene gibi bir ağabey takıma devam etseydi bizim takıma uyum sürecimiz daha çabuk olabilirdi. Öyle bir ağabeye ihtiyacımız vardı. Bir kutuplaşma olduğunu da düşünüyorum ister istemez. Yani biz hiç yansıtmamaya çalıştık aslında. Ben İbrahim’le çok şey paylaşmadım. Hâlâ da görüşmem. Bilmiyorum bana yardımcı oldu mu? Olmadı herhalde. Benim basketbolumu bir gömlek yukarıya çekti mi? Çekmedi. Kerem ve Hidayet’in benim üzerimde çok emeği var. Bizim daha popüler olmamız İbrahim’in işine gelmedi. Çünkü biz gelmeden önce İbrahim Kutluay bu takımın bir numaralı yıldızıydı.”
Ömer Onan: O noktada hepimiz birtakım sıkıntılar yaşadık. Kerem’le ben “2010’da 32 yaşında olacaksınız” denilerek millî takıma alınmadık. Çok yanlış bir karardı bu. 2005’te olaylar oldu. Herkes biliyor. Mirsad takımın uzağında kaldı. O dönem takım olamadık. NBA’e giden oyuncular vardı. Avrupa’da çok üst düzey basketbol oynayan bir ekip takımın içindeydi. Öyle olunca da çatışmalar başladı. Bu noktada kontrol sağlanamadı. Sonuçta hep bir şey eksik kaldı. Sırbistan kendi seyircisi önünde yaşadı bunu. Zeljko Obradovic tecrübe etti. Evlerinde Fransa’ya çeyrek finalde kaybederek elendiler. Tabii biz bunu bir kez değil, 10 kez yaşadık. Yugoslavlar gibi kolay jenerasyon yakalayamadığımız için yıkımı da büyük oldu. Bu işi çözseydik, hem 2003 hem de 2005’te final adayıydık bence.
Kaan Kural (Gazeteci): Canımın en yandığı anlardan biri, Hidayet’in 2003'teki Hırvatistan maçında verdiği Çetnik selamıdır. Yani sen Bosnalısın. Ama işte öyle bir dönemden geçiyor ki Hidayet, Sacramento’da Divac ve Stojakovic ağabeylerinin koltuğu altında olmak önemli onun için. Düşün, senin ailen Bosna’dan geliyor, Türkiye adına oynuyorsun, Hırvat tribününe Çetnik selamı veriyorsun. Saçmalık bu.
Murat Murathanoğlu (Gazeteci): Belgrad öncesi oynanan Efes Cup’ı hatırlar mısınız? Kerem yerine İbrahim’in MVP seçildiği... Kaan’la yayındayız o sırada. Turgay Demirel yanımıza gelip “Ne olacak şimdi?” demişti. Çünkü o maçta, Hidayet ilk kez İbrahim’i oynatmaya yönelik davrandı. Ben de cevap verdim: “Valla başkanım, İbrahim ‘Beni MVP seçtiğiniz için teşekkürler’ derse felaket olur, ‘Ama oylarınız için teşekkür ederim, ödül Kerem Tunçeri’nin hakkıydı’ derse Sırbistan’da madalya alırız.”
Serkan Erdoğan (Millî oyuncu): Sırbistan 2005’te soyunma odasında “Sen o topu atmayacaksın, bana vereceksin", yok efendim "Sen onu nasıl atarsın?” gibi ilkokul çocuğu tartışmaları oluyordu. “En tecrübeli benim, benim atmam lazım” diyenler vardı. Hani şu anda bile adını Euroleague tarihinin en iyi 50 oyuncusu arasına yazabileceğin oyuncular, ilkokul seviyesine indi. Kısır döngüye girdiler. Yani bunu gerçekten ciddi bir problemmiş gibi anlatıyorum ama saçma sapan bir şeydi. Herkes kahraman olmak istiyordu ve özellikle 2006’daki turnuva için 2005’teki Bulgaristan maçından dersler çıkardık.
"Hidayet benim kardeşim"
İbrahim Kutluay: "Hidayet’le benim ilişkim çok çarpıtıldı. O benim çok sevdiğim, kardeşim gözüyle baktığım bir oyuncuydu. Cavuşoğlu Koleji döneminden beri tanıyorum onu. Beraber seyahat ettiğimiz dönemde Hidayet ve Kerem benim yanıma gelirdi. Otobüs yolculuğunda saatlerce sohbet eden, sonra yanımda uyuyakalan çocuklar ikisi de… Benim asla Hidayet’le bir problemim olmadı. Rol paylaşımında, şut tercihlerinde anlaşamadığımız anlar elbet vardır. Ama bunun da egosu yüksek oyuncular arasında normal olduğunu düşünüyorum. Problem yaşadığımız anları inkar etmek gibi bir niyetim de yok. Olur öyle. Hidayet benim arkadaşımdır, kardeşimdir."
Kaan Kural: Türkiye’de basketbolu, sosyal hayattan ya da herhangi bir toplu aktiviteden ayıramazsın. Bu memleket insanı ortak hareket etme konusunda zorlanır. Biz bireysel olarak hedeflere ulaşma konusunda çok tutkulu ve kararlı olabiliyoruz. Ama organize olup bunu bütün halde yapmak, kişisel beklentileri daha büyük hedefler için ikinci plana atmak, başarıyı veya başarısızlığı paylaşmak gibi konularda önemli sorunlarımız var.
Doğan Hakyemez: 2005’teki Bulgaristan maçından sonra maalesef bir oyuncu dışarıya haber uçurdu. O kendini biliyor. Soyunma odasında her şey olabilir; münakaşa olur, başka bir şey yaşanır… Bu problem değil. Sızması büyük sorun. Maçta bir ribaund, bir de faul pozisyonu var Mehmet’le Mirsad arasında. Top Mehmet’e daha yakın ama Mirsad orada ribaund alsın, istatistiğe yazılsın diye biraz agresif davrandı. O esnada bir münakaşa oldu. Maçı kazandık ama bu soyunma odasına yansıdı. Ben içeri girdiğimde olay son bulmuştu ama karşılıklı bir şeydi işte. Öyle darp falan yok. Bu yaşananlar bizi başarısızlığa götürdü.
Bogdan Tanjevic: Bulgaristan maçı gerçekten korkunçtu. Maçın sonunda bazı oyuncular Mirsad’a karşı cephe almıştı. Mirsad müthiş savaşçı, sert bir oyuncu. O geceyi iyi hatırlıyorum. Başkan Turgay Demirel, ben ve Mirsad buluştuk. 12’yi geçmişti saat, 2 gibiydi. Ben çok kötüydüm. Yaşananlar Mirsad’a dokunmuştu. Ağlamaklıydı. Ondan sonra da bir daha milli takıma gelmedi.

"Başkan Turgay Demirel, ben ve Mirsad buluştuk. Saat, 2 gibiydi. Yaşananlar Mirsad’a dokunmuştu. Ağlamaklıydı." -Bogdan Tanjevic
Mehmet Okur: Bulgaristan maçını kazanmamız gerekiyordu. Çok stresliydik. Dolayısıyla bir patlama yaşadım. Herhangi birinden de gelebilirdi bu, benden geldi. O pozisyonda Mirsad değil başka biri de olabilirdi. Bir faul pozisyonuydu, onu hatırlıyorum. Sonrasında başarısız bir turnuva geçirdik, ben günah keçisi ilan edildim. Kaybetmemizdeki en büyük neden olarak ben ve Mirsad gösterildik. Neden? Yine de diğer insanlara söz vermemek için susmayı tercih ettim. Mirsad beni hep daha iyi bir oyuncu olmam için zorlamıştır. Kesinlikle ona özel veya ona karşı bir eylem değildi. Bir patlamaydı sadece.
Doğan Hakyemez: Mirsad o maçtan sonra artık milli takımın bir parçası olmak istemediğini bana iletti. Mehmet’le de problem yaşadık. Neydi sonraki şampiyona? Japonya 2006. Hadi konuşalım bunları. Gerçekleri konuşalım. Neden açıklanmadı bu raporlar? Bize turnuva öncesi belinden sakat olduğunu söyledi. Bir rapor getirdi, o raporu biz kabul etmedik. Doktorlarımız da “Şampiyonaya kadar iyileşir, oynar” dedi. Benim, Tanjevic ve Harun’un olduğu ortamda, “Belimi riske etmem. NBA hayatım biter. Bana lütfen izin verin” dedi ve gelmedi. Kesinlikle onun milli takıma alınmaması gibi bir tasarrufumuz yoktu.
Mehmet Okur: Demek ki basketboldan, sporcu sağlığından bu kadar anlıyorlar. Doğan Hakyemez bu kadar biliyor demek ki... Belimdeki problemler her zaman vardı. O zaman da devam ediyordu. Benim basketbol kariyerimin bitmesinin sebebi belim zaten. Ben milli takımda neden istenmediğimi bilmiyorum. Gerçekten. Geldiğim dönemde hem kendini geliştirmeye çalışan hem de gençlere yardım eden bir oyuncuydum. NBA’de 100 maç oynayıp günde çift idman yapıyordum. Zaman ilerledi. Artık 18 yaşında da değildim; enerjim, gücüm kalmıyordu. Sürekli idman yapmaktan dinlenmeye de fırsat bulamadım. Bünyem kaldırmadı. Enerjim, gücüm çok azdı. Başarılı olamadım birkaç sene. Herhalde ondan sonra beni pek değerlendirmek istemediler. Tanjevic’in beni yanlış kullandığını da dile getirmeye çalışıyordum. Saha içinde benden daha iyi verim alabilirdi. Takımın başında uzun yıllar kalacağından ve benden de mevcut düzende verim almasının mümkün olmayışından ötürü ‘istenmeyen adam’ oldum diye düşünüyorum.
"'Maddi manevi' sözünü konuşmak saçma"
Kerem Tunçeri: "Baktığınız zaman futbolcular bizim kaç katımız para alıyor. Primleri belli. Biz de ülkemizi çok iyi şekilde temsil ettik. Reklamı da çok iyi oldu. Orada art niyet yoktu, espriye vurduk. Farklı yere çekildi."
Kerem Tunçeri: Tanjevic’le hiç anlam veremediğim ve şimdi de bakınca keşke olmasa dediğim çok şey yaşadım. Hep kendi üzüldüğümle kaldım.
Mehmet Okur: Yaşananlar ortada. Turgay Demirel de zaten etliye sütlüye karışmazdı. “Aman bana dokunmasınlar da ne olursa olsun” der gibiydi hep. Ben milli takıma geldiğimde Turgay Demirel benimle tek kelime bile konuşmazdı. “Aman bana bir şey sorulmasın, aman konu açılmasın” der gibiydi hep… Bu yüzden, milli takımda çok da istendiğimi düşünmüyorum. Değer görmedim. O havuzun bir parçası olmadım. Milli takımlar bazında değersiz hissettim. Günah keçisi ilan edildim. Uzar gider bu…
06 | Ne Kaldı Geriye?
“2001’de ikinci olmasaydık…”
Ömer Onan: Bu takım 2003, 2007, 2009… Hepsinde rahat final oynardı. Yine de 2010 Dünya Şampiyonası’ndaki her an unutulmazdı. O umut, sahiplenme… Çok güzel duygulardı.
Nihat İziç: Yugoslavya’da Kukoc, Petrovic ve Divac daha 20 yaşına gelmeden ‘oyuncu’ olmuşlardı. Bu jenerasyondan önce, Türkiye’de 23 yaşındaki oyunculara dahi ‘genç’ denebiliyordu. ‘79 jenerasyonu bu kapıları açtı. Tarihi, ülke basketbolunu değiştirdi. Ben onlarla beş sene beraber yaşadım. Sadece bazen “Keşke daha fazla iletişim kursalardı” diyorum. Mesela Mirsad ve Mehmet’i kullanabilirdik. Olmadı. Onları çok basit kaybettik.
Kerem Tunçeri: Bu kadar iyi bir jenerasyon daha çok madalya almalıydı. 2001 ve 2010... Bunlar dışında elle tutulur bir şey yok. Bu oyuncu grubunun katıldığı her turnuvada ilk beşe girmesi gerekiyordu diye düşünüyorum. En çok üzüldüğüm şey, olimpiyata gidemedik. “Her sporcu olimpiyat görmelidir” diye düşünürüm ama biz bunu başaramadık.
İbrahim Kutluay: 2010’daki başarı belki o kadroyu hedefine ulaştırdı. Ama daha iyi olmalı mıydı? Daha büyük başarılar elde edilebilir miydi? Bence mümkündü. Bunu beceremedik.

"2010’da oyuncular muhtemelen bana sevgilerini de göstermek için her söylediğime uydular. Her dediğimi yaptılar." -Bogdan Tanjevic
Hidayet Türkoğlu: Bizden beklentiler her zaman yüksekti. Milli takım olarak hep final ya da madalya hedefledik. O zamanki jenerasyonla bunu hedeflememek aptallık olurdu. Ama bazen şanssızlıklar peşinizi bırakmıyor. Sadece 2001 ve 2010’da başarılarımız var. Yani, işte Kerem mesela; 2010’da hepimizi kurtardı. Orada elensek kim bilir ne olurdu...
Aydın Örs: ’79 en iyi jenerasyondu. Bireysel anlamda oyuncuların başarıları, açtıkları yeni kulvarlar ortada. Türk basketbolunu NBA’de temsil etmek öyle kolay iş değil. Hidayet yetenekliydi ama ben şut mekaniğini beğenmediğimi söylediğimde idman öncesi ve sonrasında 200 isabetli şut atmaya hazırdı. 2010’da şampiyonluk, 2001… Mihenk taşlarıydı.
Bogdan Tanjevic: Elbette. 2010’da müthiş bir hazırlık dönemi geçirdik. Orada oyuncular muhtemelen bana sevgilerini de göstermek için her söylediğime uydular. Her dediğimi yaptılar. Genelde ben oyuncuları zorlarım, onları limitlerine doğru iterim. 2010’da tam tersiydi. Sırf bu kurduğumuz bağ ve elde ettiğimiz başarıdan ötürü bile bu jenerasyonun başarıya ulaştığını söyleyebilirim. Hedef 2010’du.
Mehmet Okur: Başarılıydı ama potansiyel karşılanmadı. ‘79 jenerasyonu, 2001’deki turnuvada neler yapabileceğini göstermişti. Daha sonra ABD’de başarısız olduk. Sürekli iniş çıkışlar yaşandı. İstikrar yakalayamadık. Hedefler çok yukarıdaydı.
"Sırplar 2002'deki Arjantin maçını konuşsun"
Bogdan Tanjevic: "Kerem’in son saniyede attığı turnikeye Sırplar hâlâ itiraz ediyor. Pozisyondan önce Hidayet’e faul var. Bize iki serbest atış da yeterli oluyordu. Indianapolis 2002’de ne şekilde şampiyon olduklarını, Scola’nın Bodiroga’dan topu nasıl çaldığını biliyoruz."
Doğan Hakyemez: NBA oyuncularıyla karşılıklı iletişim eksikliğimiz daha fazlasını yapmamızı engelledi. Tecrübesizdik biz de. Daha önce böyle bir ortamı tecrübe etsek bunlar olmazdı. Dirk Nowitzki nasıl yapıyor mesela Almanya’da? Kampın belirli bölümüne katılıyor. Takıma hemen adapte oluyor. Biz de öyle bir formül bulup takımı bir arada tutabilirdik.
Murat Murathanoğlu: Ben bu takımın başarılı olduğunu düşünmüyorum. Bence elde edilen sonuçlar hayâl kırıklığı. Hele başlangıç noktasına baktığımız zaman üzüntü iyice artıyor. İspanya’nın ‘81 jenerasyonu gibi bir hakimiyet bekliyordum. Şimdi bakıyorsun, bir olimpiyat deneyimi bile yok. Japonya’ya tam kadro gitsek ABD’yle final oynardık. Bu süreçte, yönetememe, takımı toplayamama gibi bazı etmenler var. Bir yandan da “Oyuncular milli formaya önem vermiyor” algısına üzülüyorum. Hak etmiyorlar. Mesela Kerem, İspanya’daki son turnuvada yanımıza geldi, takım kötü diye gözleri doldu. Dakikalarca baktı öyle…
Erman Kunter: Ben Türkiye’nin 2010’a değil ama 2007’ye kadar hep ilk dört içinde yer alacağını düşündüm. 28, 29 çok olgun yaşlardır ve jenerasyon için ideal dönemlerdi. Domine edebilirdik. 2001’de ikinci olmasaydık, genç kadroyla en kötü dördüncü olurduk zaten. Daha sonra da bizi ilk dört içinden kimse atamazdı. 2003’te “Bakarız” dendi. Baktık. 2005’te yine baktık. 2007, 2009 aynı… Sabırlı olmak lazımdı. Sırplar bunu yaptılar ve kazandılar. Geriye dönüp Danilovic’i almadılar mesela. Bittiyse bitti. Proje işidir bu.