90 Yılda Devr-i Âlem

16 dk

Harlem Globetrotters, bugün yalnızca renkli gösterileriyle tanınıyor. Takvim yapraklarını kuruluş yıllarına çevirdiğimizdeyse karşımıza yıktıkları tabular çıkıyor.

James Naismith, 1891'de basketbolu icat etti. 1946'da, üç yıl sonra NBA adını alacak BAA (Basketball Association of America) kuruldu. Takvim yapraklarının bu iki sayfası arasında geçen sürede sepettopu, yoluna ağır aksak devam etmek zorundaydı. Bu uzun geçiş döneminde, mevcudiyeti birkaç sezondan ibaret bolca takım ortaya çıkarken, aralarından bir tanesi bugüne dek varlığını sürdürmeyi başardı. Harlem Globetrotters'ın toplumsal etkisi, basketbol topu üzerinden ürettikleri eğlenceli gösterilerden çok daha fazlasıydı.

Gaz ve Toz Bulutu

Doktor Naismith'in belirlediği 13 kuralı takiben özellikle YMCA okullarıyla ülkenin farklı köşelerinde tanınmaya başlayan basketbol, organize hâlde oynanmaktan uzaktı. Önce şehirler arası, akabinde de yakın eyaletleri kapsayan lig denemeleri başladı. Dönemin ulaşım imkânlarında, ulusal lig arayışlarına girişmek pek de gerçekçi değildi. Hâl böyleyken özellikle Kuzeydoğu kentleriyle Ortabatı olarak geçen bölgede kurulan takımlar, civardaki rakipleriyle boy ölçüşmekle yetiniyordu. 1930'ların ortalarına dek mevzubahis bölgesel liglerin yapısı öylesine zayıftı ki beş farklı takım için oynayan ve her maç günü hangi takım fazla para önerirse o tarafın formasını giyen oyuncular vardı. Resmî kontratlar için daha epey yol kat edilmesi gerekiyordu.

Vaziyet gaz ve toz bulutundan ibaretken, dönemin birçok iyi oyuncusu için farklı bir rota da mevcuttu: Turne takımları. Herhangi bir lige bağlı olmayan, farklı kentleri gezerek yerel takımlara karşı maçlar yapıp kimi zaman bölgesel liglerdeki rakiplerinden daha çok kazanan ekiplerin sayısı hiç de az değildi. Undisputed Guide to Pro Basketball History kitabında detaylandırıldığı üzere, bu turne takımlarının oluşmasında etnik ya da dinî ögelerin rol oynadığı da olurdu. Parkede Çince konuşma mecburiyetine sahip Hong Wah Kues, Yahudi basketbolculardan kurulu The Sphas ve doğal saç rengi kızıl olmasa dahi kadroya girebilmek için saçınızı kızıla boyatmanızı şart koşan, kadınlardan kurulu The All American Red Heads, bu takımlardan bazılarıydı.

Amerika Birleşik Devletleri'nde izleri bugüne dek uzanan ırkçılığın doruklarda olduğu yıllarda, Afrikalı-Amerikalı basketbolcular için bu turne takımları bir seçenekten öte bir mecburiyetti. Özellikle Güney eyaletlerindeki ayrık yaşam, çoğunlukla siyahlarla beyazların sosyal ortamlarda bir araya gelmesini engelliyordu. Basketbol da bu durumdan nasibini alıyordu. Yıllar sonra, NBA'de maça çıkan ilk Afrikalı-Amerikalı olacak Earl Lloyd, bu ayrık yaşamı şöyle özetliyor: "Anaokulundan, kolejden mezun olduğum güne dek tek bir beyaz sınıf arkadaşım dahi olmadı." Beyazlarla aynı takımlarda forma giymelerine sıcak bakılmayan yetenekler için, kapıları yalnızca Afrikalı-Amerikalılara açık kolejlerden mezun olduktan sonra gidebilecek çok fazla rota yoktu. 1920'lerde kurulan New York Renaissance -kısaca Rens- ve Harlem Globetrotters, Afrikalı-Amerikalılara kucak açan en kuvvetli takımlardı.

James Naismith

James Naismith

Amerikan Rüyası

Globetrotters'ın temelleri, Harlem'de değil Chicago'da atılmıştı. Savoy Balo Salonu'nda, dans temsillerinden hemen önce gösteri maçları yapan Tommy Brookins önderliğindeki Afrikalı-Amerikalı basketbolcuların kaderi, yakında değişecekti. Milliyet'in 10 Haziran 1952 nüshasında "basket balonu gibi yuvarlak bir adam" olarak tasvir edilen Yahudi iş insanı Abe Saperstein, ortağı ve menajeri olacağı Globetrotters'ı, yuvarlak küreyi defalarca turlayacak, milyonlarca dolarlık bir şirkete çevirecekti.

Saperstein, pazarlama dehasını daha ilk dokunuşunda hissettirmişti. Brookins'in Globe Trotters (Gezginler) adını koyduğu takımın önüne Harlem'i eklemesi ilk stratejik hamlesiydi. Güneydeki ırkçılıktan kaçan Afrikalı-Amerikalıların uğrak göç yerlerinden, kültürlerini dışavurabildikleri New York'un Harlem bölgesi, parkede farklı bir hava eseceğinin göstergesiydi.

Her 'Amerikan Rüyası örneğinde olduğu gibi, ilk yıllar çetrefilliydi. Takımın hem organizatörü hem muhasebecisi hem de altıncı oyuncusu olan Saperstein'ın varlığı, beyaz eyaletlerle pazarlık yapmalarına imkân tanıyordu. Yine de ilk yıllarda kazandıkları paralar, çoğunlukla sıradaki kente varmalarına yetecek kadardı. Uçuk olmayan fiyatıyla, orta gelirlilerin binek otomobillere ulaşmasını sağladığı rivayet edilen T-Model bir Ford'un koltuklarına sıkış tepiş binen altı adam, basketbolun Afrikalı-Amerikalılara kucak açmasına vesile olacakları bir yolculuğun başındalardı. Yaklaşık 20 yıl içerisindeyse dünyanın farklı köşelerindeki koca koca salonlarda kapalı gişe oynayacak, Hollywood filmlerinde boy göstereceklerdi.

Tekel

Harlem Globetrotters, bugün temaşayla eşdeğer görülse de 1940'lı yıllara dek oldukça rekabetçi bir basketbol takımından ibaretti. Şöhretlerini katlayacak dönüm noktalarından ilki, yine Chicago'da vuku bulacaktı. ABD'deki ilk başarılı ulusal lig denemelerinden biri, 1937'de kurulan ve 1949'da BAA ile birleşip NBA'i oluşturacak NBL (National Basketball League) idi. 1939'dan itibaren Chicago'da düzenlenen Dünya Profesyonel Basketbol Turnuvası, NBL takımlarının yanı sıra başarılı turne takımlarını da içine alan bir buluşmaydı. 1948'e dek sürecek turnuvanın gediklilerinden biri de Globetrotters'dı.

1940'taki çeyrek finalde Harlem, yine sadece Afrikalı-Amerikalı basketbolculardan oluşan New York Rens'e karşı parkedeydi. 1950-51 sezonuna dek yalnızca beyaz oyuncularla yoluna devam edecek ulusal liglerle dolu bir atmosferde, bu maçı kazanan taraf en iyi Afrikalı-Amerikalı yetenekler için de nihai hedef, hatta bir tekel hâline gelecekti. Bu azımsanamayacak payeye, son şampiyon Rens'i 37-36 geçen Globetrotters ulaşacaktı. Yarı finalde Syracuse Reds'i 34-25, finalde ise NBL ekibi Chicago Bruins'i 41-30 mağlup eden Harlem, binlerce galibiyete sahne olacak ebediyetinin tek kupasını kazanıyordu.

Meydan Okuma

Turnuva şampiyonluğunu takip eden on yıl, Harlem'in altın çağıydı. Birçok Afrikalı-Amerikalı gencin tek hayali, bir gün Globetrotters forması giymekti. Rakipleriyle arasındaki fark gözle görülür şekilde açılan Harlem'in oynadığı birçok maçı erkenden koparması, Saperstein'ı düşündürüyordu. Neticesi belli bir maçı izlemek, insanları bilet almaya teşvik etmenin en iyi yolu değildi. Saperstein'ın çözümü, Harlem'i yeni bir kimliğe bürüyecekti.

Saperstein, takımdakilere kuralları biraz esnetmelerini, farkı açtıktan sonra işin içine eğlenceli numaralar eklemelerini öğütlemişti. Şansı, 1940'larda Globetrotters forması giymeye başlayan iki istisnai yetenek Marques Haynes ve Reece 'Goose' Tatum idi. Haynes, rivayete göre Oklahoma'da doğduğu evin yakınlarındaki trenyolu raylarında çocukluğundan itibaren tenis topuyla yaptığı top sürme antrenmanlarıyla bir dribbling uzmanına dönüşmüştü. Gerçekten de parkede yaptıkları, daha önce görülmüş şeyler değildi. Dizlerinin üzerinde kayarak, parkede uzanarak top sektiriyor; sıkça da rakiplerinin bacak arasından geçirdiği toplarla alkışlara mazhar oluyordu. Tatum'ın alametifarikası ise yıllar sonra Kareem Abdul-Jabbar'la özdeşleşecek çengel atışlarıydı. Parkede bu atış türünü düzenli şekilde kullanan ilk basketbolculardan biri olan Tatum öylesine uzmanlaşmıştı ki orta saha civarlarından isabet kaydettiği çengel atışlar bir geleneğe dönüşmüştü. Takımca ısınma esnasında orta sahada halka olup yaptıkları aldatmacalar, Harlem Globetrotters'ın imzalarından biriydi.

Harlem miti tüm ülkeye yayılmış, biletleri saatler içinde tükenen bir fenomene dönüşmüştü. Ancak dünün çözümü, bugünün düğümü hâline gelmiş; insanlar artık Harlem'i safi bir gösteri olarak görmeye başlamıştı. Oysa takım hâlen ülkedeki en iyi Afrikalı-Amerikalı basketbolcuları bünyesinde barındırıyordu ve yetenek toplamı, benim diyen ulusal lig ekiplerinden aşağı kalır değildi. The Team That Changed The World belgeseline göre, takvimler 1948'i gösterdiğinde Saperstein, arkadaşı Max Winter'la bu konuda bir iddiaya girdi. NBA'in atası BAA'de son şampiyon Minneapolis Lakers'tı ve Saperstein'e göre Globetrotters, arkadaşı Winter'ın takımından daha iyiydi. Hangi tarafın haklı olduğuna 19 Şubat'ta Chicago Stadyumu'nun ev sahipliğinde ve 17.823 çift gözün tanıklığında karar verilecekti.

Lakers, yakın gelecekte NBA'in ilk hanedanlarından birine evrilecekti ve kadrosunda, lig tarihinin ilk durdurulamaz gücü George Mikan'ı bulunduruyordu. Saperstein'ın, Lakers'a karşı sahaya çıkma kararını bir meydan okumadan ziyade delilik olarak niteleyenler çoğunluktaydı. Olası bir mağlubiyet, Afrikalı-Amerikalıların organize basketbola uygun olmadığına inananların elini kuvvetlendirebilirdi. Fakat iddiayı kazanan, Saperstein olacaktı. Son dakikasına 59-59 girilen mücadelede Marques Haynes'in top sürme becerileri devreye giriyordu. Basketbolun şut saatiyle tanışmasına henüz altı sene daha vardı ve Haynes, son dakikanın çoğunu erittikten sonra topu Ermer Robinson'a teslim etti. Bugün dahi uzak sayılan, yaklaşık dokuz metrelik bir mesafede topu alan Robinson'ın fazla seçeneği yoktu. O mesafelerden, tek elle yolladığı şutlar Harlem'in gösteri maçlarının olmazsa olmazıydı ancak o maçta Lakers'a karşı birkaç denemesinde isabet bulamamıştı. Klişe Hollywood yapımlarına taş çıkartacak bir son için her şey hazırdı ve elbette Ermer Robinson, son şutu kaçırmayacaktı. Beyaz Lakers'ı 61-59 yenen Globetrotters, parkede yepyeni bir dönemin kapılarını aralıyordu. Hava atışıyla benzer dakikalarda parlamento kürsüsüne çıkan devlet başkanı Harry Truman'ın, artık ırk ayrımının ortadan kalkması gerektiğine dair uygulamalarını açıklayan bir konuşma yapması da tarihe düşülen tatlı bir tesadüftü.

Ertesi yılki rövanşta da gülen taraf Harlem oluyor ve 20 bini aşkın seyircinin önünde başarılarını perçinliyordu. Basketbol tarihçisi Claude Johnson'a göre o Harlem-Lakers maçları, basketboldaki ırk entegrasyonuna ciddi şekilde katkı sağlamıştı. NBA'deki beyaz tekeli, 1950-51 sezonunda sona eriyordu. Harlem forması giyen Chuck Cooper, NBA'e draft edilen ilk Afrikalı-Amerikalı, bir diğer Harlem yıldızı Nat 'Sweetwater' Clifton da NBA kontratına imza atan ilk Afrikalı-Amerikalı olarak tarihe geçiyordu.

Perdenin Ötesi

Kuruluşunun ilk yıllarında izleyici çekmekte zorlanan NBA'in yardımına, Harlem Globetrotters yetişecekti. 1950'lerde birçok takımın salonu doldurma yöntemi, kendi maçlarından hemen önceye bir Harlem maçı yerleştirmekti. Çok geçmeden, bunun en mantıklı çözüm olmadığı anlaşıldı. Zira çoğu ziyaretçi, Harlem şovunu izledikten sonra salonu terk ediyor, NBA maçında yine eser miktarda insan koltuklardaki yerini koruyordu. Kısa süre sonra maçların sırası değişecekti. Harlem'i iyi bir koltukta takip etmek isteyen izleyiciler, erkenden salona gelip o günkü NBA maçını da salonda takip ediyorlardı.

Harlem'in şöhreti artık Amerika sınırlarının ötesine geçiyordu. 1951'de çekilen Hollywood yapımı The Harlem Globetrotters filmi -ki Türkiye'de de 1955 yılında Basketbolun İlahları adıyla gösterime girmişti- ünlerine ün katıyordu. Yüzün üzerinde ülke gezecekleri yolculuklarında sıklıkla manşetlere çıkaclakardı. Bu ziyaretler esnasında Roma'da Papa'yla bir araya geldikleri de oldu, Güney Amerika turnelerinde savaşa bir gün ara veren ülkeler de. Ancak Harlem Globetrotters'ı bir gösteri grubu veyahut alelade bir basketbol takımından ayıran, 1950'lerde okyanus ötesine gerçekleştirdikleri iki ziyaretti.

1951'de adres, Berlin'di. İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda, Saperstein takımını bir İyi Niyet Turnesi'ne çıkarmayı kafaya koymuştu. Fakat Berlin hakkında şüpheleri mevcuttu. Zira dönemin meşhur Amerikalı boksörü Sugar Ray Robinson, birkaç ay önce Berlin'de Alman Gerhard Hecht'le ringe çıkmıştı. Robinson'ın böbreğe odaklanan yumrukları ikinci rauntta Hecht'i yere serince, Alman antrenörler hakeme tepki göstermiş, akabinde de Afrikalı-Amerikalı Sugar Ray'in üzerine şişeler yağmaya başlamıştı. Polis nezaretinde ringi terk edebilen Robinson, daha sonra hakemin kendisine "Bunu faul saymalıyım. Ringi canlı terk etmek istiyorum" dediğini iddia edecekti.

Bu denklemde, tamamı Afrikalı-Amerikalı oyunculardan kurulu bir takımı Berlin seyircisinin önüne çıkarmak uzun süre kafasını kurcalasa da Saperstein, sonunda bu yolculuğu onayladı. Berlin uçağında yanlarında, çok kıymetli bir misafirleri vardı. 1936 Olimpiyat Oyunları'nda, ayrımcılığın belki de en açık tezahür ettiği spor organizasyonunda dört altın madalya çıkaran Jesse Owens, 16 sene sonra Berlin Olimpiyat Stadyumu'na Harlem'le birlikte dönüyordu. 70 bini aşkın izleyicinin alkışları eşliğinde sahayı turlayan Owens'a Berlin valisi, "1936'da, Hitler elinizi sıkmayı reddetmişti. Bugünse size iki elimi birden uzatıyorum" demişti. Almanya'da doğan, bir yaşını doldurana dek de orada kalan Yahudi asıllı Saperstein için kuşkusuz Berlin Olimpiyat Stadyumu'ndaki bu arzıendamın yeri ayrıydı.

Saperstein'ın asıl büyük planı ise Demir Perde'nin ötesiydi. Soğuk Savaş'ın etkisini artırdığı yıllarda, Harlem'i Moskova'ya götürmeyi kafaya koymuştu. Sayısız denemenin ardından, 1959'da beklediği davet geldi. Moskova uçağı kalkmadan önce Saperstein'a Craig Joiner imzasıyla, ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan yollanan belgede "... Amerikan melekeleri olan iyi niyet ve yardımseverliği" karşılaşabilecekleri Sovyet yetkililere ve vatandaşlara aktarmaları öğütlenirken bu ziyaretin iki ülke arasındaki ilişkiler için büyük önem taşıdığı da o mektuba not düşülüyordu.

Moskova uçağında, kolej kariyerini bir yıl kısa kesip 1959'u Globetrotters'la geçiren, müthiş yetenekli biri de vardı: Wilt Chamberlain. Harlem tarihinin en meşhur oyuncusu, NBA rekor kitaplarının farklı satırlarında defalarca rastlayabileceğiniz bir efsane... Yıllar yıllar sonra Chamberlain, o sezon için şu kelimeleri sarf etmişti: "Globetrotters'daki birliktelik, hayatımın en tatmin edici zamanıydı. Neredeyse NBA'e hiç gitmeyecektim." Moskova'da dokuz maça çıkacak Harlem kadrosu için belirlenen kurallar katıydı. ESPN'in From Harlem With Love adlı kısa belgeselinde oyuncuların ağzından anlatılana göre aldıkları parayı ülke dışına çıkarmaları yasaktı. Keza tek başlarına şehri gezemezlerdi. Yanlarına verilen tercümanlar da Sovyet gizli servisi KGB mensuplarıydı. Asıl tedirginliği ise ilk maçın başlarında yaşayacaklardı. Olağan akışındaki bir Globetrotters maçında, orta sahadaki ısınma rutininden itibaren izleyiciler işin içine girer; gülüşmeler, hayret barındıran yüz ifadelerine karışırdı. Moskova'daki o ilk maçtaysa durum biraz farklıydı. Devre arasına dek, salonda soğuk bakışlar dışında bir şeye rastlamak mümkün değildi. Neyse ki ikinci yarıyla beraber Harlem'in cazibesi soğuk Rusları da ısıtacak, turnenin geri kalanı, bir başarı hikâyesi olarak anılacaktı. Harlem kadrosunu bizzat tebrik edenler arasında dönemin Sovyet lideri Nikita Khrushchev de vardı. Oğlu Sergei, yıllar sonra o turneden "Birbirimize aynı olduğumuzu, hepimizin insan olduğunu göstermemiz, en üst seviyede gerçekleşen müzakerelerden daha önemsiz değildi" diye bahsedecekti.

Silinmeyen İzler

Harlem Globetrotters, bugün hâlâ yılda 200'ün üzerinde gösteri maçına çıkıyor. Öte yandan, ABD devlet kurumları tarafından bir iyi niyet elçisi olarak nitelendikleri günlerin üzerinden çok zaman geçti. Devir değişirken, zamanın ruhu bazı hatıraların üzerini örtmeye yelteniyor. Ancak hâlen eskiyi berrak hatırlayan ve bugüne taşıyanlar var. Tennessee'de geçen çocukluğunda Harlem'in şehre gelişinin ne kadar büyük bir olay olduğundan dem vuran aktör Samuel L. Jackson ya da Globetrotters'ın eski oyuncularını, dönemin eşitlik mücadelesi veren diğer Afrikalı-Amerikalılarıyla aynı kefeye koyan ABD eski başkanı Barack Obama gibi... Harlem Globetrotters, uzun yıllar olduğu gibi muhtemelen gelecekte de cambazlıklarıyla tanınan bir gösteri grubu şeklinde bilinecek. Ancak arkalarında bıraktıkları izler, tarih raflarının tozunu alma zahmetinde bulunanların karşısına silinmemek üzere çıkmaya devam edecek.

Şehre Harlem Gelmiş

Harlem'in yolu Türkiye'den de geçti. 9-10 Ağustos 1952'de Mithatpaşa Stadı'nda oynanan maçlarla ilk kez ülke sınırlarına giren Harlem forması, 1955'te Spor ve Sergi Sarayı'na, milenyum yaklaşırken de Abdi İpekçi Spor Salonu'nun yanı sıra birçok farklı kente konuk olmuştu. 1989'da iki haftaya yakın süren Harlem turnesini düzenleyen ekibin içinde olan Murat Murathanoğlu'na o günleri sordum:

"Reebok günlerim Harlem turnesiyle başladı. İnanılmaz ilgi çekmişti o maçlar, çok şaşırmıştık. Bizzat bulunduğum İzmir ve Bursa etapları da dâhil farklı şehirlerde gösteriler düzenlemiştik. Yanlış hatırlamıyorsam bu yoğun ilgi üzerine son anda bir de Kıbrıs durağı eklemiştik o turneye.

Türkiye operasyonlarına yeni başlamıştı Reebok ve Harlem'i getirmekteki amaçları isimlerini tanıtmaktı. Ancak kapalı gişe oynanan maçlarla kâra dahi geçildi. O zamanki Harlem ne baba günlerindeki takım seviyesindeydi ne de bugünkü kadar kötüydü. Geçiş dönemiydi. Hâlâ birçok yerde saygı görüyorlardı.

Harlem turnesinin en büyük özelliği, İstanbul'a Abdi İpekçi Spor Salonu'nu kazandırmasıydı. Bir türlü bitirilemiyordu o salon. Turgut Özal, o zaman başbakandı. O dönem Reebok Türkiye'nin başındaki Turgay Demirel, Özal'la görüşüyordu ve Özal da dönemin spor bakanına 'İstanbul'daki Harlem maçına yetiştireceksiniz' diye emir vermişti. Bir anda Abdi İpekçi'nin tamamlanma süreci müthiş hızlandı. Yoksa kaç yıl olmuştu; uzadıkça uzuyordu. Tüm biletler bir saat içinde tükendi İstanbul'da. Turgay, açılışı mutlaka Özal'ın yapmasını istiyordu ama son anda Özal, bir devlet işi çıktığını ve akşamüstü şehir dışına çıkması gerektiği için maç saatinde açılışı yapamayacağını söyledi. Turgay da 'Sabaha bir maç koysak gelir misiniz?' teklifini sundu. Özal ona yetişebileceğini söyleyince hemen Harlem'in menajeriyle görüşüldü, 'Prime Minister' falan filan dendi ve son anda sabaha bir maç daha konuldu. Maddi bir beklenti yoktu, 'Sabah 11'de Abdi İpekçi'ye kim gelir?' diyorduk. O maçın da tüm biletleri tükenmez mi?

1980'lerde NBA'i TRT'de anlattığım yıllarda Amerikan basketbolu dendiğinde Türk halkının aklına hâlâ Larry Bird-Magic Johnson falan değil, Harlem geliyordu. 1990'larda Michael Jordan'la birlikte insanlar NBA'in ne kadar Harlem'in üzerinde olduğunu anladılar. Yoksa Bird'ün, Magic'in zirve döneminde bile sokakta insanlar beni çevirip 'Abi Harlem kadar iyi değil bunlar, değil mi?' diye soruyorlardı..."

Socrates Dergi