socratesXreflect_alt

ABD'de İki Türk: Ertegün Kardeşler

10 dk

Ahmet Ertegün, dünya müzik tarihinin önemli isimlerine elini uzattı ve kariyerlerini değiştirdi. Fakat onun bu yola girmesi, sancılı bir sürecin ürünüydü.

ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nin kapısını ‘gayriresmî’ bir bildirimde bulunmak için çaldığında sene 1939’du. Ziyaretin uluslararası siyasetle ilgisi yoktu. Yetkili, Büyükelçi Münir Ertegün’ün oğulları Nesuhi ve Ahmet’ten şikâyetçiydi. Çünkü bu iki kardeş, beyazların adım atmaktan imtina ettikleri siyah mahallelerinden çıkmıyorlardı.

Büyükelçi, oğullarının dostluklarına karışamayacağını belirtti. Ancak mevzu kapanmadı. Bir de Güneyli bir senatörden uyarı mektubu geldi. Büyükelçiliğe girip çıkan siyahlar herkesin dilindeydi ve senatör bu siyahların hiç değilse arka kapıdan içeri alınmasını talep ediyordu. Büyükelçinin cevabı netti: “Dostlarımız konutumuza ön kapıdan girerler.” Küçük bir not da düşmüştü: “Şayet ziyaretimize gelirseniz o arka kapının açılması için derhâl talimat vereceğimden şüphe duymayınız.”

Baba Ertegün tüm zamanını devlet işlerine harcayan, beş vakit namazında olan, yıllar sonra kızı Selma’nın aktaracağı üzere çok nadiren bir tek rakı yuvarladığı görülse de elçilikteki resepsiyonlarda bile kadehini diplomatik kurallar gereği havaya kaldırıp masaya bırakan bir adamdı. Caz müziğine de en ufak ilgisi yoktu. O sadece tasavvufi inançları gereği ırkçılıktan hiç hoşlanmıyordu.

Ahmet’i cazla tanıştıran, abisiydi. Babaları Paris’te görevliyken Nesuhi, Django Reinhardt gibi Fransız müzisyenleri keşfetmiş, Avrupa’ya konsere gelen Coleman Hawkins, Benny Carter gibi cazcıları izlemişti. 1933’te, Duke Ellington Londra’ya geldiğinde, 16 yaşındaki Nesuhi 10 yaşındaki kardeşi Ahmet’le o konserdeydi. 1934’te ABD’ye tayin haberini aldıkları gün Louis Armstrong’un memleketine gidecekleri için iki kardeşin gözüne uyku girmemişti.

ABD’de bir zamanlar Londra’da akıllarını başlarından alan Duke Ellington’la ahbap olmuşlardı. O günlerde Washington’da birlikte gidebilecekleri yer çok azdı. Beyazların restoranlarına birlikte giremiyorlardı. Siyahların mekanlarında “Bu beyazların ne işi var burada?” bakışlarına maruz kalıyorlardı. Elçilik binası en güvenli yerdi.

Ahmet Ertegün’ü, bir arkadaşı bir gün bir partiye çağırdı. Verilen adrese gittiğinde kapıyı açan siyah kadına “Adım Ahmet, Harvey’nin davetlisiyim” dediğinde Duke Ellington kadın içeriye seslendi: “Harvey, Ahmet diye bir beyaz geldi, davetlin olduğunu söylüyor.” Harvey’nin sesi duyuldu: “Ahmet mi? Al o zenciyi içeriye!” Mahalleye kabul edilmişti.

Partiler, kızlarla danslar, “Neden hep viski içiyorsun?” diyen caz müzisyenlerinin uzattığı esrarlı sigaralar derken babası 1944 yılında 60 yaşında ölünce tatlı günler sona erdi. O zamana dek ayrıcalıklı bir hayat yaşamışlardı ama zengin değillerdi. Babadan kalan aylıkla tuttukları evde yer olmadığından binlerce plaklık koleksiyonlarını sattılar. Anneleri, kız kardeşleriyle Türkiye’ye döndü. Ahmet ve Nesuhi, ABD’de kalacaklardı.

Duke Ellington

Duke Ellington

Ahmet Ertegün o güne dek hiç çalışmamıştı. Felsefe eğitimi vardı. İngilizcesinin yanında Fransızca ve Latince biliyordu. Edebiyattan, resimden anlıyordu. Woody Guthrie ya da John Steinbeck gibi Amerikan entelektüel sol kesimiyle ahbaptı. ABD’de yayın yasağı olduğu devirde kütüphanesinde James Joyce’un kitabı Ulysses’in Avrupa baskısı kopyası bulunan biriydi. Hem eğitimli şık bir gençti hem de bir sokak çocuğuydu. Ve bir mesleği de yoktu. Borç harç bir plak şirketi kurduğunda hayali haftada 100 dolar kazanmaktı. 70’lerde neredeyse saatte 100 dolar kazanmaya başladığında kendisi de hayret edecekti. 1949'da Stick McGhee'nin Drinkin’ Wine Spo- Dee-O-Dee plağı bir milyon sattı ve Atlantic Records’un ilk hiti oldu. Ama beklenen sıçrayış Ray Charles’la geldi. Atlantic Ray Charles’la, Ray Charles da Atlantic’le büyüdü. Sonraki yıllar şirket, bir hit makinesi gibi çalıştı. Ertegün, başarısının sırrını şöyle açıklıyordu: “Zenginlere değil, halk için plak yapacaksın. 40’ların sonuna kadar Cole Porter gibi adamların söylediği, ‘Üzerimde smokinim, sevgilimle ay ışığında yürüyorum’ gibi şarkılar yapılır, filmlerde kullanılırdı. Bunlar sıradan insanlara bir şey söylemez. Bize fakir halkın dinleyeceği şarkılar lazımdı. Bunu da Amerikan folkunda ve zencilerin müziklerinde buldum.” Beklenen sıçrayış Ray Charles'la geldi. Atlantic, Ray Charles'la Ray de Atlantic'le büyüdü..

Büyük ıskaları olmadı değil. Mesela istediği 20 bin doları fazla bulduğu için anlaşma imzalamadığı bir genç vardı: Elvis Presley... Ya da 60’lara girildiğinde The Beatles kaçmıştı... 80’lerdeyse Madonna... Ama Led Zeppelin’i, Rolling Stones’u, Yes’i, Cream’i, King Crimson’ı, Emerson Lake and Palmer’ı, Crosby – Stills – Nash & Young’ı, Frank Zappa’yı, Genessis’i, Stevie Wonder’ı ve daha nicelerini atlamadı. 1998 yılında şirketin 50. yılı şerefine çıkarılan Atlantic Records 50 Years: The Gold Anniversary Collection adlı albümün listesini okuyan biri, tarihe geçmiş bunca hit şarkının altında aynı prodüktörün imzası olduğuna inanmakta güçlük çekebilirdi. Birçok müzisyenin onunla çalışmaya can atmasının altında yatan; muhtemelen diğer patronlar gibi sadece bir para babası değil, müzisyenlere benzer hayat yaşayan biri olmasıydı.

Mick Jagger’ın birlikte çalışmak istediklerini açıklamak için kendisiyle bir restoranda buluştuğu gece Ertegün, içtiği viskilerin etkisiyle masada uyuyakalmıştı. Müzisyenlerle arkadaş ilişkisi kuruyor, fazla ‘dağıtmalarını’ engellemek için otoriter bir abi rolünü de layıkıyla oynuyordu. Robert Greenfeld tarafından kaleme alınan Ahmet Ertegün – Son Sultan (April Yayıncılık, çev: Dilek Cenkciler) isimli kitaba göre; Rolling Stones sahne arkasında rock yıldızlarından beklenen hâllerdeyken menajerleri Ertegün’ün geldiğini gören Mick Jagger, grubu “Şiişşşt, toparlanın, Atatürk geliyor!” diye esprili bir şekilde uyarırmış. Yine de Ertegün’ün “sex and drugs and rock’n roll” klişesinin ‘drugs’ kısmında ölçüyü korusa da ‘seks’ kısmında Jagger’dan geri kalmadığını da söylemek lazım. Hatta yakından tanıyanlar kendisini, tabiri caizse fazlasıyla ‘kalendermeşrep’ olarak tarif edeceklerdi.

Greenfield, Laura Branigan’ın menajeri Susan Joseph’in de şu sözlerini aktarıyor: “Ahmet ve Laura’yla birlikte bir odadaydım ve elini eteğimden içeri sokmaya çalıştı. Eline vurmak zorunda kaldım. Kadınlara pek saygısı yoktu. Yatabildiği her sanatçıyla yatıyordu ve buna Laura da dâhildi.” Prodüktör David Geffen ise Ertegün’ün Cher ile ilişkisini şöyle hatırlıyordu: “Ahmet göğüslerini kavrardı. Cher de ‘Ah, Ahmet!’ derdi. Bunu yapmaya bayılıyordu.” Atlantic’in Başkan Yardımcısı Noreen Woods’un en önemli görevi de eşi Mica bir seyahate gittiğinde eğer Ertegün kendi deyimiyle “bir iki piliçle” sızıp kaldıysa gidip onu kadınların koynundan çıkarıp giyindirmek ve eşi dönmeden eve götürmekti. Eşi Mica durumun farkındaydı. Ona göre “Ahmet eğlenmeyi seviyor”du ve “birbirlerini özgür bıraktıkları için evlilikleri bu kadar iyiydi.” Kim bilir, bugün hayatta olsaydı belki de son günlerin ‘Me Too’ kampanyası onun da başını ağrıtabilirdi.

Ahmet Ertegün ve eşi Mica Ertegün

Ahmet Ertegün ve eşi Mica Ertegün

Ertegün’e hayatı boyunca Türkiye’de yöneltilen bir soru oldu: “Türkiye’den bir ismi meşhur yapmayı neden düşünmüyordu?” 1972’de bunu Ses dergisinde, “Televizyonda Barış Manço’yu gördüm, şovu harika. Bir arkadaşım Selda ve Cem Karaca’dan bahsetti ama henüz dinlemedim. Timur Selçuk çok başarılı. Belki bir gün bir Türk ekolü yaratırız” diye cevaplarken “Ya Ajda Pekkan?” denildiğinde, Eşi Mica Ertegün'e göre Ahmet eğlenmeyi seviyordu ve birbirlerini özgür bıraktıkları için evlilikleri bu kadar iyiydi. “Çok başarılı ama onun da şansı yok. Fazla süslü ve frapan” diyecekti. Aynı soruya 1977 yılında Cumhuriyet gazetesindeki yanıtıysa yekten “Bir Türk şarkıcının ABD’de popüler olması imkânsız” şeklindeydi.

Aslında Ahmet Ertegün, Türkiye’den kimseyle çalışmamış değildi. İlk kuşak Türk cazcılardan Arif Mardin, elektronik müzikte dünya çapında tanınan İlhan Mimaroğlu gibi isimleri besteci ve aranjör olarak işe almıştı. Herbie Mann ya da Modern Jazz Quartet’in plak kapaklarını Abidin Dino’ya sipariş etmişliği de vardı.

Muvaffak Falay gibi cazcıları da davet etmişti ama Falay ve Okay Temiz gibi isimler müzisyenlere inanılmaz sosyal haklar sağlayan İskandinav ülkelerini seçmişlerdi. Buna karşın Türkiye magazin basını yıllar boyunca dünya çapında şöhret olacak bir Türk pop yıldızı beklentisini sürdürdü. En son 2000’lerde Tarkan adı fazlasıyla gündeme gelse de beklenen albüm hiçbir zaman yayınlanmadı.

Kendisine hep en ağır eleştirileri yönelten Hıncal Uluç’a göre Ertegün, “Low Profile Turk”tü (Düşük Profilli Türk) ve Rum lobilerinden ve ASALA’dan korktuğu için bir Türk ile çalışmamıştı. 1998’de Uluç’un yine böyle bir yazı kaleme aldığı hafta Beyaz Show’a katılan Ajda Pekkan da “Verdiği sözleri hiçbir zaman tutmadığı için” Ertegün’e kırgın olduğunu açıkladı. Oysa aynı yıl Türkiye’de, Ertegün’e ithaf edilmiş bir müzik eseri yayınlanmıştı. Bu, alaturka klarnetin büyük ustası Barbaros Erköse’nin, Ahmet Ertegün sayesinde Harlem’de siyah cazcılarla geçirdiği güzel günlerin anısına kaydettiği 12 dakikalık doğaçlama bir klarnet solosuydu. O hâlde biz de son olarak Ertegün’ün anısına hep birlikte bu eseri döndürelim: Barbaros Erköse’den dinliyoruz, Atlantik Taksim...

Socrates Dergi