
Adalet
8 dk
İlk pası Eric Cantona attı. Sonrasında defansı aşmak için gereken ise Ken Loach'un küçük mucizelerle dolu dünyasıydı.
Ken Loach sinemasından şikayetçi ünlü bir yönetmenin “Onun filmlerini izleyeceğime komşularımı izlerim” dediği rivayet edilir. Tam da bu değil mi? Ken Loach filmleri, -bir tür dini emir gibi- insana komşularını izlemeyi tembih eder. ‘Komşunu sev’den önce, ‘komşunu tanı’. Komşunu görmeyi becer, anla onu, çünkü yakından bakınca her insan izlemeye değer koca bir dünyadır. Gel gör ki komşularını izlemek dedikleri şey hiç de kolay değildir. O yüzden Ken Loach’a hep çok ihtiyaç duyduk.
Politik sinema deyince ilk akla gelen yönetmen ve daimî senaristi, ekürisi Paul Laverty ile politik figürlerden ve ‘özgürlük savaşçılarından’ çok, -İngiliz işçi sınıfı başta olmak üzere- sinemanın ilgisini neden çekmesi gerektiğini herkesin anlamayacağı, komşularının bile umurunda olmayan sıradan insanların hikâyelerini anlatan filmlere imza attılar. Göçmenler, istismara uğrayan kadınlar, çocuklar, işçiler, otobüs şoförleri ve postacılar... Bu filmler hiçbir şey yapamadılarsa bile bu insanların sıradan dertleri üzerine yapılan filmlerin, büyük başların entrika dolu yaşamları üzerine yapılanlar kadar heyecan verici olabildiğini gösterdi. Kimileri, Looking For Eric (Hayata Çalım At) gibi peri masallarıydı; adeta sınıfsal bağlamları olan romantik komediler. Her şeyin en karanlık göründüğü anda, kendini karanlık bir uçurumdan yuvarlanacak gibi hisseden kahramanı yükseğe taşıyan, aydınlığa çıkaran bir el. İngiltere’nin bulutlu havasında karşımıza çıkıveren yeni bir dünya. Meleklerin Payı’nda toplumun en kıyısında bir grup serseri, hırsız, alkolik için bu dünyanın kapıları, memleketinde bile kültürüne ancak üst sınıfların hakim olabildiği viski sayesinde aralanıyordu. İç parçalayıcı bir kadere doğru sürüklenecek korkusuyla izlediğimiz dört kafadar, onun yerine on numara viski uzmanı olma yolunda ilerlemeye başladılar.
Eric Cantona ve biz Loach’u bu kadar sevdiysek, ajitasyon yerine cüreti tercih ettiği içindi: Nereden gelirse gelsin, insan daha iyisine layıktır. Her şeyden önce bunu bilmelidir. Bunu, Franco’ya karşı savaşmış Katalan bir ailenin Fransa’da göçmen olarak doğan, İngiltere’nin ve dünya futbol tarihinin en büyüklerinden olan oğlu Cantona’dan daha iyi kim anlatabilirdi?
Loach ve Laverty’nin esas mucizeleri; hayatın ‘hafif’ zevklerine, bir içkiye, bir şarkıya, bir kadına, adama ya da futbola duyulan aşkın apolitik bir kaçış durağı olmadığını, siyasetin bilakis oralarda doğup oralarda ölen bir şey olduğunu anlatmaktaki zahmetsiz ustalıkları... İyimser oldukları filmlerde -ki bunların sayısı hiç az değildir- aşağı yukarı hep şunları söylediler: “Ekmek, su ve mutluluk hepimiz içindir. Sıkıştığımız karanlık deliklerden çıkabiliriz.” Bu sırada, bir yandan hep vurguladıkları şeyi kaçırmamak gerekir: “Hepimiz birlikte yapabiliriz bunu. Bazen hepimiz, ufak bir yardıma ihtiyaç duyarız ve o yardım elini her birimiz bir diğerine uzatabiliriz.” Looking For Eric ile sanki bu yardım eli yıllardır aradığı metafora kavuşur: Bir pas. Doğru pasla, hepimiz golü bulabiliriz.
Filmin başında “Her şey bir pasla başladı” yazısı görünüyor, sonra yanına “Cantona’dan gelen” ifadesi ekleniyor. Sahiden de Looking for Eric’e giden yolu Cantona’nın çok sevdiği Loach’la kurduğu temas açmış. Hatta Laverty, onu Cantona’yla buluşmaya çağırdığında Ken Loach’un kendisiyle kafa bulduğunu sandığını anlatıyor. Cantona, gerçek hayatta temas ettiği hayranlarından birinin hikâyesini önermiş onlara, ancak Laverty’ye hayali bir kahraman olarak göründüğü bu hikâye daha iyi gelmiş. Doğru karar olduğuna kuşku yok. Bir noktadan sonra Cantona gibi bir adamın gerçekte yaşadıklarının önemi yoktur, en azından bizim kafamızdaki imgeleri kadar önemli değildir onlar.
Ve tıpkı filmin epik-absürt finalindeki onlarca Cantona maskeli adam gibi, sayısız Cantona vardır artık. Bunlardan birinin maskesinin altında belki Cantona’nın kendisi gizleniyor olabilir. Bu imgenin peşinden derin düşüncelere dalmak mümkün. Sahiden de bu romantik komedi, bu peri masalı, günümüzün YouTube dünyası ve ona tutunmaya çalışan komşularımız hakkında mühim tespitlerle doludur. Ama filmin özü için, pas fikrine dönmemiz gerekiyor.
Sinema tarihinin -en ustalıklı sahnesi değildir belki ama- en heyecan verici sahnelerinden biri, filmin iki Eric’inin; postacı Eric Bishop’la King Eric, Eric Cantona’nın arasında geçen hayali bir diyalogdur. Bir yandan mektup dağıttığı toplu konutun merdivenlerini çıkarken, önce on yıldır maça gitmemesinin hayatında yarattığı eksikliği anlatır Eric, idolüne. İnsan başka nerede arkadaşlarıyla birlikte sesi kısılana kadar bağırıp çağırabilir, şarkı söyleyebilir, gülüp ağlayabilir ki? Sonra da ona hayatının ‘en tatlı’ anını sorar: 1996’da FA Cup’ta Liverpool’a karşı son dakikada attığı gol mü? Wimbledon maçı mı? Yanıt, Postacı Eric’in ayrıntılarıyla hatırladığı ve seyircinin beyaz perdede görmesiyle daha da heyecan verici bir hal alan goller yerine, bir pastır; 1992- 1993 sezonu, Spurs’e karşı, Irwin’e verdiği pas. Postacı Eric “Ya kaçırsaydı?” demekten kendini alamayınca, Cantona ona karizmatik Fransız aksanıyla, bazen de Fransızca söylediği, zaman zaman sinir bozucu olan özlü sözlerden biriyle yanıt verir: “Takım arkadaşlarına güvenmelisin. Daima. Yoksa kaybolduk demektir.”
Cantona daha sonra Les Rebelles du Foot belgeselinde kendisine kıtalar ve zamanlar ötesi bir takım oluşturacak, Drogba’dan Socrates’e başka efsanelerin hayatlarını takip eden sahnelere pas veren anlatıcı olacaktır.
Aslında Loach’un doğallığı ile Cantona’nın teatralliği, garip bir tezat. Galiba ikisi de sahici olmanın başka şekillerini temsil ediyor ve bu paslaşma gerçeklik denen karmaşık şeye çok yaklaştığımız o garip diyalektik anlardan biri. Cantona’nın Les Rebelles du Foot’ta abartılı bir ciddiyetle söylediği “İnsan olmak şampiyon olmaktan daha önemlidir” gibi aşırı basit fikirlerin, hayatta nasıl eksikliğini duyduğumuzu fark ediyoruz aniden. Loach, Eric’in güçlü adalet duygusundan bahsediyor. Dostluk ve adalet... Loach kadar Cantona’ya da ihtiyacımız var.
Elbette bir futbol efsanesi olmaktan fazlası, politik bir figür ve bir popüler kültür ikonu, futboldan anlamayanları bile kendine hayran etmiş Cantona ve onun ‘garanti’ karizmasıyla yapılan bir Ken Loach filmi biraz hileli gibidir. Cantona, sıradan insan diye bahsedip durduğumuz şeyden çok uzaktır zira, komşularımıza da hem benzer hem hiç benzemez. Hatta filmde, bizzat kendisi, gündüz düşlerine eşlik ettiği postacı dostuyla “Ben bir insan değilim, Cantona’yım” diye dalga geçecektir. Bu noktada, senaryo gereği hikâyeye nasıl dâhil olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Eric’in, bir yandan çetelerle düşüp kalkan ergen üvey oğulları, öbür yandan da gençliğinde bir panik atak sonucu yeni doğmuş bebeğiyle terk ettiği eski karısı Lilly’ye duyduğu aşk ve suçlulukla boğuşurken girdiği bunalımda yardımına koşan iş arkadaşları, Loach’un en komik sahnelerinden birinde, kişisel gelişim kitaplarından aldıkları öğütlerle, hiç de İngiliz işçi sınıfına uygun düşmeyen bir seansa girişirler. Herkes kendini önce koşulsuzca sevildiği birinin gözünden görecek, sonra da dünyaya mutlak bir hayranlık duyduğu birinin gözlerinden bakmaya çalışacaktır. Frank Sinatra, Fidel Castro, Nelson Mandela... Eric’in kahramanı, odasındaki posterden onu izleyen Cantona’dan başkası değildir. Cantona ancak o zaman, oğullarının zulasından aşırdığı esrarlı sigaraların da yardımıyla Eric’in yanı başında belirir. Ona, “Hayır” demeyi, geçmişiyle yüzleşmeyi, forma girmeyi ve zamanı geldiğinde de ailesinin başına bela olan lümpen mafyanın karşısına çıkmayı öğretir. Cantona gereken pası atar, Eric sonrasını halledecektir. Elbette daha karizmatik olan Eric, diğerinin alter-egosu gibi bir şeydir. Ama bundan önce, başta John Henshaw’un canlandırdığı müthiş Meatballs olmak üzere, onu içine düştüğü bunalımdan çıkarıp ‘mavi süet pabuçlarıyla’ rock’n roll yaptığı günlere döndürmek için ellerinden geleni yapan dostlarının hayatına soktuğu bir hayaldir. Fazla düşünmeye gerek yok, jenerikte lui-même diye görünen Cantona, Postacı Eric’in dostlarından başkası değildir. Ya da iyi dostlar Cantona gibidir: Atlatamayacakları defans yoktur ve iyi pas atarlar.