
Adım Adım 42.195 Metre
6 dk
Değişim. Yedikleriniz, içtikleriniz, sosyal çevreniz, alışkanlıklarınız. Kısaca, sizi siz yapan her şeyi değiştirebiliyorsunuz. Ya da o sizi değiştirebiliyor. Her şey adım adım...
Hayatında hiç koşmamışken başlangıcı maratonla yapmak... Itır Erhart 2004 yılında Chicago’da sokakta gördüğü bir afişle, hiç hesapta yokken neredeyse bütün alışkanlıklarını ve sosyal çevresini değiştirdi. İlk kez lösemi hastaları için Chicago Maratonu koştu, sonra “Türkiye’de neden olmasın?” diyerek burada şartları zorladı. Üç yıllık bir çalışmanın ardından hayata geçen 'Adım Adım' oluşumu 2008'de toplum yararına koşulara katılmaya başladı. Üye sayısı 5 bine ulaşan Adım Adım ile 7 yılda toplam 3 bin koşucu, 65 bin bağışçıdan 9 milyon 200 bin TL topladı. Bu bağışlardan şu ana kadar 46 bin kişi yararlandı. Chicago, Roma ve İstanbul gibi maratonların yanı sıra dört kez dağ maratonu, 25 civarı da yarı maraton koşan Itır Erhart şu an hayalini gerçekleştiriyor.
Koşma fikriyle ilk nasıl tanıştınız?
Açıkçası ben çok spor yapan biri değildim. İlkokuldan lise yıllarıma kadar klasik bale yapıyordum. Fiziksel olarak güçlüydüm, dayanıklıydım, kaslarım iyi durumdaydı, ama sporla hiç alakam olmamıştı. Ta ki 2004 yılında Chicago’da otobüs durağındaki o afişi görene kadar. Doktora için Amerika’da bulunuyordum. Gördüğüm afişin üstünde “Maraton zor mu zannediyorsun? Kemoterapiyi dene” yazıyordu. O zamana kadar, çoğu insan gibi maraton hakkında benim de pek fikrim yoktu. Mesafeyi bile bilmiyordum. “Ne olacak ki? Maratonu ben de koşarım” dedim. Fiziksel olarak kendimi ortaya koyarak bir şey yapacağım için sesimi iyi duyurabileceğimi hissettim. Yapamazsam da denemiş olurum diye toplantıya gittim.
Daha önce hiç koşmamış biri olarak katılmaya niyetlendiğiniz şey bir maraton koşusuydu. Nasıl bir ortam ve tempoyla karşılaşmayı bekliyordunuz?
O zamana kadar, kafamdaki koşan insan profili profesyonel atlet görüntüsündeydi. Gidince gayet normal, işi gücü olan, fiziksel olarak her tipte, her yaşta insanla karşılaştım. “Bu insanlar yaptıysa ben de yaparım, ben en azından gencim” diyerek kaydoldum. Mayıs 2004’te kaydolmuştum ve Chicago Maratonu Ekim ayındaydı. Takımla yaptığımız ilk koşu 5 kilometre gibi bir mesafeydi. O ilk koşuyu çok zor bitirdim ve bunun neredeyse on katını koşacak olma fikri beni biraz korkuttu. Ama böyle böyle koşmayı öğrendim. İlk hafta 5, sonra 7, sonra 10 kilometre... Koşmanın yanında bize nasıl yardım toplayabileceğimizi de öğretiyorlardı. Yaptıklarımı insanlarla paylaşınca çok olumlu tepkiler aldım ve bağış kampanyamı açar açmaz insanlar destek olmaya başladı. Mesela Boğaziçi mezunu olduğum için mezunlar derneği haber yaptı. Ben orada çok gaza geldim. Röportajda da şunu söylemiştim: “Ben bunu bir gün Türkiye’de de yaparım, hayalim bu.”
Türkiye’ye döner dönmez ‘Adım Adım’ için çalışmalara başladınız mı?
2005 yılında Türkiye’ye döndüm. Toplum yararına koşma fikri bana daha yakın göründü. Bunu nasıl yapabileceğimi düşünüyordum ama burada koşan bir tane insan bile tanımadığımı fark ettim. Bir gün Açık Radyo’da bir arkadaş, hafta sonları Belgrad Ormanı’nda koştuklarından bahsediyordu. Hemen bu insanlarla beni tanıştırmaları için radyoyu aradım. Belgrad Ormanı’nda kendi halinde koşan, maratona hazırlanan küçük bir gruptu. Onlara katıldım ve bunu bir amaç için yapabileceğimizi, Türkiye’de böyle bir şey olmadığını anlattım. Buna sıcak yaklaşan beş kişiyle saha çalışması yapmaya başladık.
Ne kadar sürdü bu çalışma? Yapmak istediğiniz şeyi insanlara anlatıp ilk desteği bulabilmek çok zorlayıcı oldu mu?
Bizde o zaman koşu kültürü bugünkü gibi değildi. Kime gitsek “Güzel ama Türkiye’de olmaz” sonucu çıkıyordu. Daha sonra bir gazete haberinde Renay Onur diye bir arkadaşın omurilik felçlileri yararına koştuğu haberini gördüm. Türkiye’de birinin bunu yapıyor olması bizi heyecanlandırdı. Aradık, o da gelip bize katıldı. Bir radyo programından sonra bir de gazete haberiyle altı kişi olan ekibimizle STK’lara gitmeye başladık. “Biz koşuyoruz, ister misiniz sizin için koşalım?” dedik. Hepsi bize şüpheyle bakıyordu, “Niye koşuyorsunuz? Koşmasanız da bağış yapsanız?” gibi... İlk koşumuz 2008’de oldu ve Omurilik Felçlileri Derneği yararınaydı. Düşünün 2005-2008 arası sadece saha çalışmalarıyla geçti. 2008’de Runtalya’da arkadaşlarımızı ikna ederek 48 kişi Adım Adım tişörtüyle koştuk ve 72 bin lira para toplandı. Bu da Türkiye’nin ilk kaynak yaratma koşusu oldu. O koşudan sonra her şey çok kolaylaştı. Büyük mücadele o üç yıldaydı. Daha sonra STK’lar bunun bir kaynak yaratma yöntemi olduğuna ikna olup bize başvurmaya başladı. Proje basının ilgisini çekti ve sonrasında yavaş yavaş büyüdü.
İlk maraton deneyimi nasıl sonuçlandı? Beş aylık hazırlık yeterli oldu mu?
İlk deneyimimin dünyanın en büyük, en güzel maratonlarından biri olan Chicago Maratonu olması güzeldi. Çok yoğun bir izleyici kitlesi, bir karnaval havası vardı. Altı saatte sürüne sürüne, çok zorlanarak bitirdim. Söylediğim gibi o beş aylık hazırlık sürecinden önce hayatımda hiç koşmamıştım. Yarış bitti, ben yere oturdum. Yerimden kalkamadım. “Yaptım iyi oldu ama bu manyaklık, bir daha bunu asla yapmam” dedim. Üstünden bir hafta geçti ve Roma Maratonu’na kaydoldum. O da mart ayındaydı.
Öğrenciliğiniz bittikten sonra koşmaya başladınız. Koşuyu hayatınıza nasıl entegre ettiniz? Ne gibi alışkanlıklarınız değişti?
Hemen hemen hepsi değişti. İnanın bütün sosyal çevrem değişti. Benim yaşamım şu an güne çok erken başlamak, antrenmanı yapıp işe gelmek, akşam işten gelip yorgun olmak, ondan sonra da erken yatmak, çok fazla içmemek, dengesiz beslenmemek üzerine kurulu. Böyle olunca farklı yaşam biçimindeki arkadaşlarınızla da artık görüşememeye başlıyorsunuz. Çünkü bana diyorlar ki buluşalım. “Cumartesi sabahı ormana gel, koşarız, sonra kahvaltı yaparız” diyorum. Onu tercih etmiyorlar. İşte o zaman, o arkadaşlarınızla görüşemiyorsunuz. Çevremin çok büyük bir kısmı benim gibi yaşayan, benim gibi spor yapan insanlar oldu. Çok değişti.
Yeme içme de mecburen değişiyor...
Tabii ki. Yarışlara doğru özellikle çok daha fazla. Mesela bir yarışa bir-iki ay kala başlıyorum dikkat etmeye. Kızartmalardan uzak durarak, tam tahıla daha çok ağırlık vererek, içkiyi keserek. Yarıştan önceki iki ayda hemen hemen hiç içki içmiyorum. Yarış yaklaştıkça bunlara dikkat etmezseniz yine yarış biter ama işkence olur o zaman. Uzun mesafeye çıktığınız zaman, dikkat etmemişseniz, bir şeyleri kötü yapmışsanız keyif alamıyorsunuz. Ben de yarışta sürünmek istemediğim için dikkat ediyorum elimden geldiğince. Hem çoğu zaman sadece kendimiz koşmuyoruz, tekerlekli sandalye de itiyoruz koşularda.
Tekerlekli sandalyeyle koşmaktan da bahseder misiniz biraz?
Mutlaka bir ekip oluyor. İkişer dakikalık aralıklarla itiyoruz. İki senedir Antalya’da Deniz diye bir arkadaşımızı itiyoruz. Bunun da ciddi bir görsel farkındalığı var. Mesela Deniz bu sene bir bakıyor ALİKEV kurulmuş; Ali İsmail Korkmaz Eğitim Vakfı. Onlar adına yarışmak istediğini söylüyor ve Gürkan Korkmaz’ı arıyor. Gürkan sonra beni aradı, hiç tanışmıyoruz o zaman. O da Antalya’da koşuya katıldı. Gürkan hayatında koşmayan biri. Sandalyesinde Ali İsmail için yarışan Deniz’i görünce o kadar heyecanlandı ki “Ben koşarım” dedi ve 5-6 kilometre gitti. O heyecanla bıraksak 20 de giderdi ama “Bize söz ver, bu sene antrenman yap, seneye yarışı tamamlarsın” dedim. Çok anlamlıydı, bitişte de bizi karşıladı. El ele girdik Gürkan’la, Gezi’de ölen tüm çocukların resimlerini açtık, çok duygulu bir andı o.
Türkiye’deki genel durum nasıl sizce?
İzleme kültürü bir türlü gelişmedi. Sanırım spor basınını da bu konuda biraz eleştirebiliriz. Bu yarışlar basına yansıdığında ya kazananları görüyoruz ya da ilk üç sıradaki elit atletleri. “Şu dereceyi koşup şu kadar para aldı” diyorlar. Ya da halkın serzenişi yansıyor basına, yollar kapandı, halk yine sinirlendi diye. İnsanların gözünde İstanbul Maratonu nedir şu anda? Köprü kapanır, yolda kalırız, o gün bir yere gidemeyiz, köprüde evlenme teklif edilir ve Kenyalı biri gelip kazanır. Bu kadar.
Teknoloji koşuya fazlaca müdahil olmaya başladı. Nabız, adım, mesafe, hız ölçen cihazlarla koşuyor insanlar. Sizce bu koşunun gelenekselliğine veya ruhuna zarar veren bir şey mi?
Ben hiçbirini kullanmıyorum. Çünkü nabzım çok fazla yükseliyorsa bunu hissedebiliyorum, siz de hissedebilirsiniz. Ben koşuya başladığımda bana ‘talk test’ diye bir şey öğretmişlerdi. Konuşamıyorsan çok hızlı gidiyorsun demekti bu. Nabzın 180 ise onu hissetmemen mümkün değil, onun için kullanmıyorum. Ama şu güzel; onları takıp birbirleriyle yarışıyor insanlar, “Ben bu hafta şu kadar koştum” diyorlar. Ama ben onlara da takılmıyorum, sadece koşuyorum. Sürekli onlara saplanmak dikkati koşuya değil performansa vermeye sebep oluyor.
Bireysel veya ekipçe gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı?
Bir Adım Adım’la, bir de bireysel olarak yapmak istediğim iki hayalim var. Adım Adım bir kuluçka merkezi gibiydi bizim için. Bu kampanyaları nasıl yapacağımızı öğrendik. Bunu artık sekiz STK ile sınırlı kalmadan, 80 STK’ya öğretmek istiyoruz. Itır olarak da bir hayalim var. Bu sene gerçekleştiremedim ama çok istiyorum. Ermenistan sınırında, sınırın açılması için bir koşu. Türkiye-Ermenistan ortak projesi olarak. İki taraftan insanların koşup sınırı aşacağı bir koşu hayalim var. Umarım onu da bir gün hayata geçirebiliriz.