
Adını Vermek İstemeyen İzleyici
10 dk
Bir takımın peşinden kilometrelerce yol gitmek farklı dünyalarla tanışmayı da beraberinde getirir. Ve bu her zaman deneyimlerin en güzeli değildir.
Tribün, her zaman dergi sayfaları kadar steril bir dünya değil ve şiddet de, kan da, bazen verilen anlık ve aptalca bir karar da bu yolculuğun parçası olabiliyor. Bu, romantize edilecek bir şey mi? Elbette hayır. Ama kafamızı başka yöne çevirmek de bu olayların yaşandığı ve anlatıldığı gerçeğini değiştirmiyor.
O yüzden Yunanistan tribünlerine uzanalım, en azından şimdilik. Bir AEK taraftarına yöneltelim kayıt cihazımızı. En sonunda biz de birkaç cümle not düşelim. Ama önce, ismi bizde gizli taraftarımıza kulak verelim…
Nasıl başladı bu deplasman hikâyesi?
Benim hikâyem ilkokul yıllarımda başlıyor. Ama hikâyenin asıl başlangıcında babam var. Annem bana hamileyken babam PAOK deplasmanına gidiyor. Oradan telefon açıyor anneme, hâl hatır sormak için. Telefona babaannem çıkıyor ve annemi doğuma aldıklarını söylüyor. Babam şaşırıyor ama önce maçı bitirip sonra yola çıkıyor. Öyle babadan da bu çıkıyor işte, ne yapacaksın...
Sizin ilk anılarınız?
İlkokuldayken babamla AEK’in bütün maçlarına giderdik. Hatta bir keresinde çok sinirlenip beni sahaya fırlatmaya çalıştı da arkadakiler engel oldu. Çok geçmeden mahalledeki abilerle gitmeye başladım. Aynı dönemde AEK altyapısında basketbol oynuyordum ama kendi maçımın olduğu günlerde A takımın (futbol ya da basketbol) maçı varsa, ona gidiyordum. Bu yüzden Atina yarı finaline çıkmadığımı hatırlıyorum. Lisede artık iyice abarttım ve hemen hemen hiç deplasman kaçırmadım. Üniversitede yavaş yavaş tribün liderliğine soyunmaya başladık. Bizim lider olmamızı çok istediler ancak bir süre sonra kendimizi geri çektik; çünkü o yol, yol değil.
Bugüne dek pek çok badire atlatmışsınız. En baştan alırsak…
Başıma gelen ilk garip olay, 2004’te vuku buldu. Xanthi deplasmanına gidiyorduk. Giderken Kavala’da bir şeyler oldu. Bizimkisi son otobüstü ve bir anda kolluk kuvvetleri bizim otobüsü çevirdi. O ara ben 19 yaşındayım. Polis benzinlikte çalışan adama “Teşhis et” dedi ve adam tek tek işaret ederken bir anda beni de araya koydu. Hadi bakalım! İfadeler alındı ve bizi gönderdiler. Dönüşünde eve mahkeme kâğıdı geldi ama benim hiç umurumda değil. Suçsuzum sonuçta.
Bir sene sonra bir gün voleybol maçına gittik arkadaşlarla. “Alkollüyseniz almayız” diyor görevliler ama salon bizim salon. Bir yerden giremiyorsak başka yerden girerdik, girdik de. Birkaç dakika sonra birileri yanıma geldi ve “Bizimle gelmen gerekiyor, hakkında yakalama emri var” dediler. O gün ilk kez yakalama emri lafını canlı ağızdan duydum. Şok oldum. Günlerden cumartesiydi ve bana pazartesi günü mahkemeye çıkacağımı söylediler. Daha sonra onlarla gitmem gerektiği ve kalan iki günü onlarla geçireceğim bildirildi. “Nasıl yani? Karakolda mı kalacağız?” diye sordum. “Evet, eğleniriz, ne güzel işte” dediler ve öylece karakolun yolunu tuttuk. Demir parmaklık, bir tane kanepe ve üç de battaniye… Babamı aradım, geldi, pazartesi sabahına kadar oturduk birlikte.
Orası da ayrı bir dünya; polislere para veriyoruz kahve alsınlar diye, “Git al gel” diyorlar bana. “Nasıl yani? Nezarethanede değil miyiz?” diye soruyorum, “Bir şey olmaz” diyorlar. Sonra mahkemeye doğru yola çıktık. Hâkim bana Kavala’da hırsızlık yaptığımı söyledi. “Kamera kayıtlarını getirin, önüme koyun çünkü ben markete bile girmedim. İspat ederseniz tüm cezaya razıyım” dedim. Şakalar, gülüşmeler… Hâkim zaten kamera kayıtlarından benim olmadığımı anlamış ama yine de denemiş beni. Dava düştü böylece. Sonrasında çıktığım tüm davalarda hâkimler şaka yollu uğraştı benimle, sanırım hâkimlerin böyle bir huyu var.
Tribünden uzak kaldığınız oldu mu hiç?
Bir ara oldu. Futbol takımının kupada final oynadığı seneden itibaren maçlara eski sıklıkla gitmeye başladık.
Sonra kaldığınız yerden devam mı?
Tabii, aynen devam. Pire’de çok üzüldük finali kaybedince. Böyle anlardaki felsefemiz biz üzüldüysek, -en azından- karşı tarafın da mutluluğunu yaşayamaması için elimizden geleni yapmak üstüne kurulu. Maçın bitiminde bir arkadaşımız tellerdeki bir açığı gördü ve statta polis yerine tecrübesiz askerlerin olmasından faydalanıp telleri yıktık. Bir anda sahaya indik. Kupayı aldık ve yaşanan hengâmede kupa kırıldı. Finali kazanan PAOK’a kırık kupa verdiler. Sonra Ellinikos’ta Panathinaikos ile oynadığımız Yunanistan Kupası Finali var, basketbolda. Maçtan sonra rakip takım otobüsüne denk geldik mola yerinde. Başta kupayı çalmaya çalışmış ama çalamamıştık. Bu defa çalabilmek için takım otobüsüne sandalyelerle saldırdık. Normalde çok kibar bir insanımdır ancak o atmosferde tamamen deliye dönebiliyorum. Maç ilk yarı 30 sayı olunca o kupayı çalmamız gerekti. Çok yaklaştık ama kupayı alamadık. Sonra kısmet bu ya, Panathinaikos otobüsüyle mola verdiğimiz yerde karşılaştık. O kupa alınacaktı. Takım alamadıysa taraftar alacaktı. Arada tatsız görüntüler oluştu tabii. Adamlar dev gibiydi, o yüzden epey korkmuştuk ama onlar bizden daha çok korktu. Ben de olsam, 20 tane üç metrelik adama saldıran 10 kişiden daha çok korkardım.
Bir de halk ayaklanması dönemi var... O dönemin, tribündeki etkileri nasıldı?
İsyan bittikten bir sene sonra PAOK deplasmanındaydık, polisin öldürdüğü Alexis için bağırıyorduk. Maç sonunda üstümüze 20 kişilik polis ekibi saldırdı. Çoğu terörle mücadele ve spor şubeden gelen 20 kişi… “Madem isyan için bağırıyordunuz, gelin bakalım şimdi” diyerek kollarımıza kelepçeleri taktılar. Doğrudan emniyet müdürlüğüne gittik. Orada bir yıl spor müsabakalarından men cezası yedim. Onun mahkemesi de bir sene sonra yapıldı. Düşünün bir sene zaten tribüne giremiyorsunuz, sonrasında da bir sene imzayla girebilme dönemi başlıyor. Takım Norveç’te seyircisiz hazırlık maçı oynuyor, ben devre arasında gidip imza veriyorum karakola. Seyircisiz maç! Anlatmaya çalışıyorsun anlamıyorlar. “Norveç neresi biliyor musun?” diye soruyorum, “Sistem böyle” diyorlar.
Tamamen dışarıda mı kaldınız o dönem tribünlerden?
Hayır, cezayı basketbol maçında aldığım için karakola da basketbol maçlarında gitmem gerekiyordu. Tabii ceza aldık ya, takımın da 30 yıl sonra ilk kez şampiyon olacağı tuttu. Yirmi senedir sen bütün maçlara git, cezalı olduğun sene şampiyon olsunlar. Bir; mükemmel giden seriyi izleyemiyorsun. İki; takım son topun son saniyesine kadar gidince her saniye gidip imza vermen gerekiyor. Neyse, bizimkiler Iraklis’i mağlup edince şampiyon olacağımızı anladım ve bütün planımı maçlara gidebilmek üzerine yaptım. Gittim de. O sırada ayağım kırıktı, koltuk değnekleriyle gidip cezalı olduğum maçı izledim. Şampiyonluktan sonra takımla beraber Atina’ya döndük ve üç gün kutlama yaptık. İşe döndüğümde çarşamba günüydü ve o süreçte kimse aramadı beni. Artık kabullenmişler durumu. Herkes şampiyonluğu kutlarken, imza atmaya gitmediğim için bana 15 bin Euro ceza geldi. Benim de şampiyonluk primim bu oldu.

Ama futbol maçlarına gitmeye devam ettiniz, değil mi?
Hayır; ama cezayla bağlantılı değil; e-bilet uygulamasından dolayı. En son Atromitos maçına gitmiştim. Tabii bilmiyorum o sırada son maçım olduğunu; 1-0 geriye düşüp 10 kişi kalınca, ilk yarı sonunda stattan çıkıp basket maçına gittik. Biz salona varana kadar 3-1 öne geçmişiz. Sonrasında e-bilet uygulaması yürürlüğe kondu ve maçlara gitmemeye başladım. Ama deplasman yapmaya devam ettim. Maça girmesem bile stadın etrafında dolaşıyordum. Kalktık, Atina’dan İskeçe’ye gittik mesela. Bir tane inşaat bulduk; en üst kata çıkıp küçücük bir pencereden, sadece tek kaleyi görecek şekilde maçı izledik. Yüzlerce kilometre yol gidiyorsun ama maça giremiyorsun. Manyaklık burada; en azından git, şehri falan gez yani. Ama yok, bizimki tam deplasman; maç biter bitmez geri dönüyoruz. Maç saatine kadar içkimizi içiyoruz. Arada dayak yiyoruz, sokakta içki içtik diye. Maç bitince de direkt hep beraber geri dönüyoruz. Öyle işte...
Ülkedeki genel deplasman algısı çok kötü. Baktığın zaman, insanların çocuklarını göndermek istediği bir ortam değil. Anlayabilirim. Ben de otobüste her türlü pisliğin olduğunu biliyorum ama kendimi koruyorum. Beraber büyüdüğüm, güvendiğim insanlar da var orada. Bu güven veriyor, bir aile gibi.
E-bilet olmadan stada girmeye de çalışmıyor musunuz? İsteseniz girebilir misiniz peki?
stesek gireriz ama e-bilet’te önemli olan maça gitmemek. O tribünün boş olması gerek. Panathinaikos maçında bile girmeye çalışmadım. Çünkü önemli olan tepkini koyabilmek.
Yurt dışı deplasmanlarına da gidiyor musunuz?
Gitmez miyim! Başka bir olay anlatayım; CSKA deplasmanı vardı, kalabalık bir ekiple Moskova’ya gittik. O güne kadar kimse gelmemiş o kadar kişi. Bu tabii dilden dile yayılmış üç gün boyunca.
Neyse, maç günü geldi, tribüne gireceğiz, polis önlemleri almış, salonu bilen biri de eşlik ediyor bize. 25 kişi sallana sallana yürürken bir anda simsiyah giyinmiş insanlar saldırdı. Ninja gibiler. Elimizde şişeler var, onlarla koruyoruz kendimizi. Bende iki şişe olduğundan mücadelem biraz daha uzun sürdü. Tam dağılırken, iki kişi vardı önümde, birine vurdum ve o sırada arkamdan diğerinin dolaştığını gördüm. Kendimi koruyayım demeye kalmadan elindeki bıçağı kalçama sapladı. Düştüm, öleceğimi falan düşündüm. İlk müdahale Rus ve Yunan kulüp doktorları tarafından yapıldı. Rus doktor beni hastaneye götürmeye çalıştı ama dinlemedim, çıktım tribüne. Adam nasıl görev bellemişse kendine, tribünde buldu beni ve direkt hastaneye götürdü.
Gittiğimiz hastane de acil hastanesi, tüm acil durumdaki hastalar oraya geliyor. Kafası yarılan, bir yerleri kopan insanlar… Bende de bir tanecik yarık. Dedim “Kimse ilgilenmez benimle burada, gidelim.” Aklımda sadece maç var, “Bırakın beni, bari ikinci yarıyı izleyeyim” diyorum. İç kanama ihtimaline karşı makineye soktular. Sonuçlar bir buçuk saatte çıkıyormuş, bekliyoruz. Büyükelçi yardımcısı gelmiş o sırada, bize karnımızın aç olup olmadığını soruyor. Dedik ki “Senin karnın açsa biz sana ısmarlayalım, yeter ki çıkar bizi buradan.” O da bize “Yunanistan Başbakanı ve Cumhurbaşkanı sizi çok merak etti” diyor. Bizim bir arkadaş da “Madem merak etti, neden kendi aramadı?” diye kafa buluyor.

Büyükelçiye kadar uzadı yani iş…
Bakın, anlatayım nereye kadar uzandığını… Sonunda bana dikiş attılar ve çıktık hastaneden. Büyükelçi yardımcısı, bizi eskortların olduğu caddeye götürdü. Bize gece kulüplerini anlatıyor. Cinsel işlerden sorumlu konsolos yardımcısı herhâlde diye düşündüm. Sonra bizim otele eskort yollamayı önerdi. Ücreti falan onlar karşılayacakmış, düşün. Bir nevi “Aman kardeşim, olayı büyütmeyin, başımız ağrımasın” mesajı. Dedik, “Yok eyvallah.” Sonra dava açmak isteyip istemediğimizi sordular ama ne gerek var? Başını yakmaya gerek yok kimsenin, istemedik.
Çok temel bir soru soracağım. Bu tutkunun ardında ne var?
Herkesin her zaman gitmek istediği bir tatil beldesi var. Benim için de ideal tatil sarısiyahlı formanın olduğu yer. Kimi zaman maça giremesen de, olay olsa da, yenileceğini bilsen de gidiyorsun işte. Gitmekten alıkoyamıyorsun kendini. Kız arkadaşımla on senedir beraberiz ve kavga ettiğimiz tek şey, deplasman maçları. O yüzden e-bilet olmasına sevinen üç kişi; Atina Belediye Başkanı, aracı bankanın sahibi ve kız arkadaşım.
Kız arkadaşınızla maça gittiniz mi hiç?
Birkaç defa gittik. Çok doğru tercihler değildi. Hepsinde olay çıktı. Kız arkadaşımın ailesi ve benim ailem televizyondan izlemişler bizi. Daha altıncı ayımız… Sıkıntı yaşadık tabii. Beni işinde gücünde adam biliyorlar, öyleyim de zaten ama işte tribün başka bir dünya.
Sonra Tripoli’ye, hatta onu bırak, Paris’e götürdüm kız arkadaşımı. Maçtan haberi yoktu, tatile gidiyoruz sanıyordu ama Paris’e iner inmez sürekli telefonum çalmaya başladığında şüphelenmeye başladı. “Aa Yorgo da buradaymış, Vassilis Abi de gelmiş hatta, bak sen şu işe!” diye kandırmaya çalıştım ama yemedi tabii.
Neyse, ikna ettim, geldi maça. Maç da ne maç, her yer yıkılıyor ama bizimkisi tribünde uyudu. Acısını da çok güzel çıkardı ertesi gün. Sabahın köründe sokakta buldum kendimi. Neymiş, gezecekmişiz. Peki.
Champs-Elysees’de 874 tane mağaza var. Abartmıyorum. Tek tek hepsine girdi ve günün sonunda bir toka dahi almadı. En son gece 10’a geliyordu, “Bak” dedim, “Bir dükkana daha girersek ilk uçakla Yunanistan’a dönerim ve bir daha yüzümü göremezsin.” Anca öyle durdu. Ondan sonra da hep yalnız gittim.
*Evet, hikâyede tanıdık bir şeyler bulduysanız, yanılmadınız. Yukarıda geçen ülke, takım ve isimleri biz değiştirdik. Yaşanan olayları da biraz maniple ettik. AEK’in aslında hangi takım olduğunun takdirini ise size bırakıyoruz...