
Adorno Tartışmalı Pozisyonları Yorumluyor
7 dk
Nein Quarterly, felsefe alanında bir Twitter fenomeni. Gerçek adıyla Eric Jarosinki, Alman kültürüne yıllarını harcayan bir Amerikalı. Jarosinski, 2012’de üniversitedeyken bir karar verir ve profil fotoğrafına Adorno’yu yerleştirir. Hayat, depresyon, Frankfurt Okulu üzerine tweet’ler atmaya başlayan ve kısa sürede ünlenen Nein Quarterly ile İstanbul’daki konferansı sonrası buluştuk, felsefe ve ‘top’ konuştuk.
Çocukluğunuzu spor tarihinde gurur verici başarıları olan Wisconsin’de geçirdiniz. Herhangi bir sporu takip ediyor muydunuz?
Ucundan kıyısından Amerikan futbolu ile ilgilenirdim. Green Bay Packers taraftarıyım. Bu sezon iyi bir performans gösterdik ama maalesef en kritik yerde kaybettik. Maçın sonunu da kaçırdım çünkü İstanbul’a uçmak zorundaydım.
Beyzbol ile ilgili misiniz?
New York’a gelmeden önce birkaç yıl geçirdiğim Philadelphia’da takip etmeye başladım beyzbolu. Phillies maçlarına gitmeye başlamadan önce fazla ilgim yoktu lâkin yakın bir arkadaşım beyzbolun inceliklerini bana açıklayınca daha rahat izlemeye başladım. Beyzbolu bilmediğinizde bu işin sadece vuruşla (hitting) alakalı olduğunu sanıyorsunuz. Fakat biraz anlamaya başladığınızda esas meselenin atış (pitching) olduğunu kavrıyorsunuz. Sıradan bir izleyici olarak, atışların ne kadar mühim olduğunu çözemezseniz bu oyunun içindeki dramı anlamanız da zor. İşin içinde psikoloji var, tahmin etmek var; hatta bir bilim dalıymış gibi yaklaşmaya çalışıyorsunuz. Beyzbolda her şey kesin ve net biçimde ölçülüyor. Ama eninde sonunda iş gene yeteneğe, psikolojiye, şansa ve biraz ‘tiyatroya’ kalıyor. Yakın zamanda bütün bunları daha fazla takdir etmeye başladım. Fakat kişisel olarak asla çok sportif biri değildim. Lisedeyken bir dönem basketbol oynadım, bir de kısa süre futbol takımına girmişliğim var.
Hangi pozisyonda oynuyordunuz?
Bu da çok enteresan bir hikâye. Benim receiver olmam gerekiyordu, yani oyun kurucudan pas geldiğinde yakalayan adam. Fakat koçumuzun bana verdiği forma numarasının taktikteki yeri gereği topu yakalamam yasaktı. Resmi olarak ‘pas alması yasaklı’ oyuncuydum yani. Bu yüzden, en baştan itibaren, çok fazla oynamayacağım ortadaydı. Belki de antrenmanların ilk haftasında kolumu kırmam benim için iyi olmuştur. Sportif kariyerim o gün sonlanmıştı, bu sayede bugün Twitter aforizmacısı oldum. Öyle olmasaydı, şimdi Packers forması giyiyordum.
‘Kriz’ en sık kullandığınız kelimeler arasında. Spor dünyasında da moda kelimelerden biri bu. Şu sıralar herkes beyzboldaki krizden ya da düşüşten söz ediyor. Fakat bazı uzmanlar da çıkıp aynı şeylerin, tartışmaların 100 sene önce de olduğunu söylüyor. Beyzbol her zaman krizde miydi? Bu mesele sizce de felsefi bir sorun değil mi?
Bana göre beyzbolun en büyük problemi kendini pazarlama sorunu. Gerçekten de uzun bir oyun ve içinde çok da fazla aksiyon yok. Eğer benim gibi bu sporun nüanslarına hâkim olmayan bir izleyeciyseniz –ki hâlâ öyleyimbeklediğiniz sıkı bir tek vuruş, güzel bir sayı ya da ‘home run’ görmek oluyor. Fakat oyunu tanımaya başladığınızda başta sıkıcı gelen şey eğlenceli olmaya başlıyor. Alt metne dikkat etmeye, uzun sezon boyunca bazı oyuncuların etrafında yaratılan anlatıyı, büyük resmi görmeye başlıyorsunuz. Uzun lafın kısası: Bu spor insanlara vuruş dışındaki şeylerin ilginç ya da heyecan verici olduğunu anlatamadığı sürece krizde olmaya devam edecek. Fakat ben her şeye rağmen beyzbolun hâlâ çok iyi iş çıkardığını düşünüyorum, çünkü insanlar maçlara gitmeyi sürdürüyor. Orada olmayı seviyorlar. Zira stadyumlar, insanların bir parçası olmaktan mutlu olduğu mitlere ve tarihi hikâyelere sahip. Bu, beyzbolun hâlâ iş görmesinin sebebi. Sahada olanların ötesinde, o sahayı kimlerle izlediğin, parçası olduğun deneyimin kendisi, bunlar da mühim hale geldi. Basitçe stadyuma gitme geleneği bile tek başına yeterli. Bu oyunun kendisinden ziyade oyuna gitme deneyimiyle alakalı bir mesele.
Ama bu denklemde bize nostaljiyi, oyunun hafızasını, geçmişini pazarlıyorlar, öyle değil mi?
Kesinlikle. Kendine şu soruyu yöneltebilirsin; Nostaljiyi pazarlamak, beyzbolun geçmişin sporu olduğunu söylemek de bir kriz işareti değil midir? Ya da şöyle bakabilirsin: Nostalji, oyuna dair en özel şeyleri canlı tutmaya yarıyor. Nedir onlar? Fantezinin, kimliğin, geleneğin karmaşık dinamiği.
Genel anlamda, ben oyunun uzunluğunun potansiyel bir problem olduğunu düşünüyorum, bilhassa da televizyon için bu böyle. Bu yüzden ben maçlara gitmeyi ya da oyunu radyodan dinlemeyi seviyorum. Ekranda neler olduğunu görmektense yaşananları hayal etmeyi tercih ediyorum. Ayrıca radyodaki spikerleri de çok seviyorum zira her zaman oyunun dışında bir şeylerden konuşmayı tercih ediyorlar. Çünkü dolduracak çok boş zamanları var. Genelde öğle uykusu çekmeden evvel dinlemeye başlıyorum. Bütün maç boyunca (9 inning) uyuyup uyanıyorum, bu maçları takip ederken en sevdiğim yol.
Futbolu, sizin ifadenizle ‘soccer’ı takip ediyor musunuz?
Almanya’da okurken SC Freiburg maçlarına giderdim. Birkaç Eintracht Frankfurt maçına gitmişliğim de var. Lâkin genelde Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası takip ederim, tipik vasat bir Amerikalı gibi. Kupalarda ilgileniyorum, sonra mutlu bir şekilde birkaç sene futbolun varlığını unutuyorum.
Alman kültürüyle yakından ilgili olduğunu herkes biliyor. Geçmişte herkes “Alman futbolu sıkıcı” derdi. Fakat şimdi, eğlenceli olduğu söyleniyor. Geçmişte herkes Alman felsefesinin ve edebiyatının sıkıcı olduğunu söylerdi. Son Dünya Kupası zaferi Almanya’daki kimlik değişiminin bir parçası mı?
Muhtemelen Alman felsefesi şu anda da geçmişteki kadar az eğlence vaat ediyor. (En azından ben öyle olduğunu umuyorum). Fakat belki bunu okumanın yeni yollarını bulmuşuzdur (Ve yine, umuyorum). İnsanlar artık, bir zamanlar köşe bucak kaçtıkları fikirlerle daha fazlasını yapmayı, denemelere girmeyi, gelenekle oynamayı seviyorlar. Belki futbolda da benzer bir şeyler vardır, bilemiyorum. Bunu gerçek bir Alman futbol filozofuna sormalısınız – diğer adıyla, gerçek bir Alman futbol seyircisine.
Sizin gibi birine mi?
Hayır, benim futbol izleme nedenim kolektif sinir harbini paylaşmak. Bir de bira içmek.
Bir an, Alman yönetmen Werner Herzog’un bir futbol maçı çektiğini düşünelim. Aynı anda seslendirmesini de yapsın. Bunu izlemek ister miydiniz?
Kesinlikle. Fakat bir şartım var. Bir penaltı atışının 90 dakikalık bir temsili olması gerekiyor. Ağır çekimde top kale direğine çarpar ve süzülür...
Cantona mı, Kant mı?
Bir oyun oynayalım. Size bazı spor efsanelerini ve onların ünlü sözlerini verelim, bize onların hangi felsefe okuluna denk düştüğünü söyleyin.
Gary Lineker
“Futbol basit bir oyundur. 22 adam bir topun peşinde 90 dakika koşar ve sonunda Almanlar kazanır.”
Radikal Determinizm. Yorum: Radikal Determinizm her zaman yanılır. Yanılmadığı zamanlar dışında.
Jose Mourinho
“Lütfen bunu ukalalık olarak algılamayın fakat Avrupa şampiyonuyum ve gerçekten seçilmiş kişi olduğumu düşünüyorum.”
Alman İdealizmi. Yorum: Felsefe, kazanabileceğin bir oyun değildir. Tersine sadece kaybetmek vardır.
Johan Cruyff
“Bazen bir şeyler olmalıdır, başka bir şeyler olmadan önce.”
Post-Ampirik Neopozitivist. Yorum: Devre arasında soyunma odasını ziyaret etmekte fayda var.
Eric Cantona
“Martılar balıkçı teknesini kendilerine sardalya atılacağını zannettikleri için izlerler.”
Materyalist Metafikizçi. Yorum: Asla aç bir martıya güvenme.