Ağrı Yolu

16 dk

Hep bir sonraki adım... Ağrı Dağı'na tırmanan seyyah Kerimcan Akduman'ın aklında hep bu vardı. Ve elbette başka onlarca düşünce. Yolculuğuna davetlisiniz.

"Selam size büyük durumlar, doruk anlar Dağ görgüsü kazanır Ağrı'yı bir kez görse de kişi. Marmara'dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar."

Daha ilk andan yüceliğiyle insanı âdeta ezen Ağrı Dağı'nda attığım ilk adımlarda Cemal Süreya'nın dizeleri aklıma geliyordu. Beş yıldır tırmanışa kapalı olan dağ bu yıl dağcılara açılmış ve dünyanın her yerinden yüzlerce dağcıyı ağırlıyordu. Hepimiz için dağın anlamı çok farklıydı. Benim için öncelikle çocukluğumdan beri okuldan öğrendiğim bir bilgiydi Ağrı Dağı: "Türkiye'nin en yüksek dağı." Yıllar geçtikçe farklı anlamları hayatıma girdi. Bölgede yaşayan halklar için değerini, Nuh'un Gemisi'nin son durağı oluşunu, üç kutsal kitapta da yer alışını, Yaşar Kemal'e ilham verişini, askeri operasyonlara konu oluşunu düşününce aslında Ağrı Dağı olgusu hep bir şekilde zihnimde yer tutmuştu. Bunu eteklerinde yürüdükçe fark ediyordum. Sonunda bu devle tanışma fırsatını yakalıyordum.

Ağrı tırmanışı, 2000 metre irtifadaki Çevirme köyünden başlamıştı. Doğubayazıt'tan yaklaşık bir saat mesafedeki ufak köy hatta mezra, beş günlük zirve yolcuğundan önceki son yerleşim yeriydi. Toprak yoldaki çukurlarda âdeta sekerek ilerleyen eski minibüslerle ulaştığımız köyde ana kampta kullanacağımız eşyalarımızı atlara yüklemiş; günlük ihtiyaç duyacağımız eşyalarımızı, yiyeceklerimizi ve sularımızı sırt çantalarımıza yükleyip yola koyulmuştuk. İlk gün hedefimiz dört-beş saat civarı bir yürüyüşle 3350 metrede yer alan ana kampa varmaktı. Karşımızda yükselen dev pek de çıkılabilir görünmüyordu. Üstünde yükseldiği platoda çevresinde başka dağ olmamasından dolayı çok uzak mesafelerden bile görünen Ağrı, resmen "Buradaki patron benim" diye gövde gösterisi yapıyordu. İlk gün rotası yumuşak eğimde, toprak patikalarla başladı. Yer yer kalabalık sürülerin otladığı meralardan geçilen yürüyüşte ekibimiz çok zorlanmıyordu. Tepemizdeki güneşin önüne geçen gri bulutlar hem enerjimizi korumaya hem de ıslanmamak için hızlanmamıza yardımcı oldu. Bir süredir giderek artan, 3000 metre yükseklikle beraber hâkim görüntü olan bazalt kayalar toprağın ve çayırın yerini almıştı.

Yaklaşık dört buçuk saatlik bir yürüyüş sonunda öğleden sonra 3350 metre yükseklikteki ana kampa varmıştık. Yemek çadırında ekibi bir sürpriz bekliyordu: Ağrı Dağı'nda yenebilecek en sembolik tatlı olan aşure. İnanışa göre dünyada büyük tufan gerçekleşir ve Nuh tüm canlıları içine alacak bir gemi inşa eder. Bu gemi uzun süre suda kaldıktan sonra erzakları tükenir. Bunun üstüne ambarı süpürülür ve kalan malzemeyle bir çorba kaynatılır. İşte o kalan malzeme ile yapılan çorbadır aşure. Tufan biter ve gemi bir noktada karaya oturur. Tevrat ve İncil'e göre geminin karaya oturduğu yer ise Ağrı Dağı'nın zirvesidir. Tufandan sonra dünyada hayat yeniden Ağrı'dan başlar. İşte aşure ve Ağrı bu derece ilintilidir. Aşurelerin tadına bakıp günün yorgunluğunu atmaya çalışırken başka bir ilintili kavramdan daha konuşmaya başladık. Ağrı Dağı'na Arçelik ekibiyle çıkış amacımız küresel iklim krizine dikkat çekmek ve farkındalık yaratmaktı. Dünyadaki birçok buzul gibi Türkiye'nin en büyük takke buzulu Ağrı da günden güne boyutunu kaybediyor ve hızla eriyordu. Dünyadaki buzullar bu hızla erimeye devam ederse deniz kıyısındaki birçok şehir hatta ülke su altında kalacaktı. Ciddi bir gıda ve tatlı su krizi çıkacak; milyonlarca iklim mültecisi ortaya çıkacaktı. Ancak bu kıyamet senaryosunda ne bir Nuh ne de dünyadaki canlıları kurtarabilecek büyüklükte bir gemi vardı. Bu nedenle gezegenimize sahip çıkıp ona karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeliydik.

Ertesi sabah ekip, aklimatizasyon yürüyüşü için hazırdı. Günün programına göre ana kamptan 4000 metre irtifaya kadar yürüyecektik. O yükseklikteki oksijen oranıyla vücudumuzu tanıştıracak, alışması için bir süre vakit geçirecek ve ana kampa geri dönecektik. Bu yürüyüşün temel amacı yukarı çıktıkça azalan oksijenin vücutta yarattığı etkileri, yani yüksek irtifa hastalığını engellemekti. Baş ağrısı, mide bulantısı, uyku hali, halüsinasyon gibi belirtilerle ortaya çıkan bu hastalığı önlemenin tek yolu ise kontrollü olarak yukarı çıkmak ve dağda vakit geçirmek. Güneşli bir havada yürüyüşe başlıyoruz. Bir gün öncesine göre çevremizdeki bazalt kaya çok daha fazla. En son 1840 yılında patlayan Ağrı halen aktif bir yanardağ. Aralarından yürüdüğümüz dev kayaların dağ tarafından püskürtüldüğünü düşününce insan dağın gücünü tekrar anımsayıp ona daha çok saygı duyuyor. Bir süre sonra eğim dikleşiyor ve rota sertleşiyor. Tempomuz düşmeye başlıyor. Dağ mücadele edilecek değil, uyum sağlanacak bir yer. Dağ ile inatlaşmak, ona rağmen bir şeyler yapabilmek mümkün değil. Burada tek patron o.

Yaklaşık üç saatlik bir yürüyüşle 4000 metreye varıyoruz. Burada bulduğumuz düzlükte dinlenmeye başlıyoruz. Biraz ötemizde Ağrı'nın kardeşi Küçük Ağrı zirvesi görünüyor. Herkes derin nefesler alarak kayalara sırtını dayayıp uzanacağı bir yer arama telaşında. Yerini bulan çantasından nevalesini çıkartıp karnını doyurmaya başlıyor. Yüksek irtifanın bir diğer etkisi de hızlanan metabolizmayla insanın iştahının açılması. Kumanyaları tüketince irtifaya alışmanın en keyifli tarafı başlıyor: Şekerleme saati. Azalan oksijen nedeniyle bastıran uyku, tepedeki güneşle birleşince kara bazalt kayalar en güzel yatak oluyor. Bir saate yakın, güneşli ve serin havada kestiriyoruz.

Dönüş yolunda hava bir anda koyu gri bulutlarla kaplanıyor. Dağda hiçbir şey kesin değil, özellikle de hava şartları hiç değil. Kısa sürede güneşli hava yerini arada sağanak yağmura dönüşen sert bir doluya bırakıyor. Su geçirmez kıyafetleri giyene kadar ıslanıyoruz. Yakınımıza yıldırımlar düşmeye başlıyor. Hemen telefonları kapatıp sudan etkilenmeyecekleri yerlere kaldırıyoruz. Asıl tehlike ise hiç beklemediğimiz bir yerden geliyor. Sağanakla balçık olan dar patika âdeta bir buz pistine dönüşüyor. Attığımız her adımda buzda bale yapıyoruz. Çok kısa sürede kayıp düşmeler başlıyor. Yıldırımlardan kaçınmak için aramızdaki mesafeleri de biraz açtığımız için pek yardımlaşamıyoruz. Hızlı inmeye çalıştıkça risk daha da artıyor. Bu durumdan nasibimi ben de alıyorum, popomun üstüne nasıl olduğunu anlamadan oturuyorum. Neyse ki çok hafif atlattığım bir düşüş oluyor. Dağ sanki kendisini neden hafife almamamız gerektiğini hatırlatan bir ders veriyor bize. Ana kampa yaklaşırken yeniden dengemi kaybediyorum. Sanki zaman yavaşlıyor. Refleks olarak elimdeki batonları atıyorum. Bu defa öne doğru düşüyorum. Düşerken bir elimi vücudumu korumak için ileri koyup darbeyi yumuşatıyorum. Ancak göz ucuyla fark ettiğim bir şey oluyor, kafamı bir kayaya vurmak üzereyim. Boştaki elimi kaya ile kafam arasına koyup bir şekilde hasarı engelliyorum. Bir süre yerden kalkmadan bekliyorum. Çamur içinde ayağa kalktığımda bu kazayı çok ucuz atlattığımı fark edip derin bir nefes alıyorum. Ana kampta tabiri caizse havadan yediğimiz dayak nedeniyle hepimizin enerjisi düşük bir gece geçiriyoruz. Tesellimiz ise dolunay ve gece boyu dağı aydınlatarak bize sunduğu manzara oluyor.

Üçüncü gün programında 4200 metre yükseklikte bulunan ikinci kampa çıkış bulunuyor. Tırmanış ekibi işin ciddiyetinin ve riskinin farkında. Kapalı ama yağışsız bir hava eşliğinde grupta bir-iki diz ve eklem sorunu dışında büyük sorunlar yaşamadan ikinci kampa beş saatin sonunda varıyoruz. Herkes çadırında dinlenmeye çekiliyor. Havada hafif bir gerginlik var. Ertesi gün 1'de başlayacak zirve parkuru hepimizin üstünde bir baskı oluşturuyor. Isınmak ve biraz enerji kazanmak için yemek çadırında çorba içerken bir anda kar yağmaya başlıyor. Dağ o kadar büyük ki zamanın ötesinde kendi kendine oluşturduğu bir iklimi var. Ağustos ortasında pek alışık olmadığım bu manzaranın tadını çıkartmak için bardağımı alıp dışarı çıkıyorum ve Doğubayazıt'ın da bulunduğu platoyu izliyorum. Çok yüksekteyim ve bu his insana garip bir kuvvet veriyor. Resmen kanatlanıp uçmak istiyorum.

İkinci kampımız Cehennem Deresi'nin hemen yanındaki sırtta kurulu. Arada kırılan buzulların sesini duyuyorum. Bu sefer aşure yok. İklim krizi gerçeği var. Ağrı Dağı zirvesinden inen buzul parçaları kırılıp vadinin içine düşüyor ve burada ufak vadi buzulları oluşturuyor. Aynı zamanda Türk dağcılığının da kötü anılarından birinin mekânı bu vadi. 1999 depreminde onlarca insanı enkazdan çıkartan AKUT'un kurucusu İskender Iğdır'ın 2000 yılında Ağrı zirve inişinde geçirdiği kazadan sonra düşüp hayatını kaybettiği alan burası. Kar bitiyor, güneş açıyor. Vadi biraz daha aydınlanıyor. Bu sefer karşımda çöp yığınları görüyorum. Bu yükseklikte bile çöple karşılaşmak, üstelik bunu dağa çıkan insanların getirmiş olmaları içimi acıtıyor.

Akşam yemek öncesi zirveden önce kullanacağımız kramponları nasıl takacağımızı öğreniyoruz. Yemek boyunca herkes yorgunluk ve gerginlikten dolayı biraz daha sessiz. Şakalar daha az. Yemek sonrası zirve brifingi başlıyor. Rehberleri dinliyoruz. "Ne yapmamalıyız?" sorusunun cevabının peşindeyiz daha çok. 4200 metrede uyumak çok mümkün değil. Ancak uzanarak dinlenmek şart, herkes çadırlara gidiyor. Son bir çay keyfi yapmak için biraz daha oyalanıp doğan dolunayı izliyorum. Bardağımı bitiremeden yorgunluk çöküyor ve birkaç saat dinlenmek için çadıra geçiyorum.

Gece yarısını sadece yarım saat geçmişken acı acı çalan alarmlar ötmeye başlıyor. Kimisi disiplinli, ilk alarmda toparlanmaya başlıyor; ben ise alarmı erteleyip beş dakikalık ek uykunun peşine düşenlerdenim. Ancak eninde sonunda o çadırdan çıkılacak. Fermuarı açtığımda gecenin karanlığında bir sürprizle karşılaşıyorum. Dağ birkaç santim karla kaplı. Hızlıca giyinip bir şeyler atıştırıp zirve yürüyüşü için çantamı topluyorum. Uzun bir gün olacağı için yanıma alacağım her eşya üstüne uzun ihtiyaç hesaplamaları yapıyorum. Gecenin karanlığında, kafa lambalarımızın aydınlattığı dar patikadan tırmanmaya başlıyoruz. Adım ve derin nefes sesleri dışında pek ses çıkmıyor. Uyandığımızdan beri ısıran gece ayazı yürümemize rağmen etkisini sürdürüyor. İkinci kamptan çıkar çıkmaz parkur çok sertleşiyor. Arada kayalara çıkılan dik bir etap var önümüzde. Dağın durumundan dolayı hızlı yükseleceğimiz bir etaptayız. Bu da irtifadan etkilenme riskini artırıyor. Herkes birbirine yardımcı olarak yola devam ediyor. Amacımız herkesin sağlıklı bir şekilde evine dönmesi. Bir dağda başarının zirveye ulaşmak değil, eve sağlıklı dönmek olduğunu kendimize hatırlatıyoruz. 4200-4700 metreler arası âdeta dağ bizi rendeliyor. Sürekli kayalık ve karlı zeminde nefes almanın her adımda zorlaştığı bir çıkış. Bir süre sonra ekipten ilk firemizi veriyoruz. İrtifa nedeniyle vücudunda ödemler oluşan bir arkadaşımız rehber eşliğinde ikinci kampa inme kararı alıyor.

4500 metre civarında kafamın arkasından müthiş bir ağrı saplanıyor. Beklediğim dostum irtifa hastalığı kendini hatırlatıyor. Şiddetli ağrının yanında bir de üstüme karabasan gibi çöken bir uyku hali var. Arada durup batonlarımı kara saplayıp omuzlarımı batonlara dayayarak derin nefesler alıyor, uykumu açmaya çalışıyorum. Baş ağrısını da çok konuşan ve istenmeyen bir yol arkadaşı gibi kabullenmekten başka çare yok. Bir molada dinlendiğim kayanın dibinde uyumak istiyorum ancak ekip tarafından donma riskine karşı engelleniyorum. Kıyafetten bağımsız üşümeye başlıyorum. Beynim azalan oksijene karşı verebileceği tüm sinyalleri verip beni vazgeçirmeye çalışıyor. O noktada beyinle vücudun savaşı başlıyor. Bacaklarımda beni yukarı taşıyacak gücün fazlasıyla olduğunu biliyorum ancak beynimden gelen tek emir geri dönmek. Zihinsel bir kırılma ânının eşiğindeyim. O noktada beni kurtaracak tek şey ortaya çıkıyor ve güneş doğuyor. Işığın verdiği enerjiyle beynimi susturup yürümeye devam ediyorum.

Bu esnada günlerdir hayranlıkla izlediğim platoya dağın heybetli gölgesi vuruyor. Ağrı'ya tırmanırken Ağrı'yı izliyorum. 4700 metreden sonra tek amacım 4900 metrede başlayan buzula varıp zirve için krampon takmak. Sadece bir sonraki adımıma odaklanıyorum. Zirveye odaklanmanın yarattığı baskıdan bu şekilde uzaklaşıyorum. Çünkü beni zirveye götürecek olan şey o birer adım. O nedenle her attığım adım son adımmış gibi onu düşünüyorum. Çok uzun sürede kayayı delen istikrarlı damlalar gibi beni de bulutların üstüne sabırla attığım adımların çıkaracağını biliyorum. Küçük, yavaş tempolu ama istikrarlı. Bu düşünceler içinde bir süre ilerledikten sonra bir anda kendimi 4900 metredeki krampon noktasında buluyorum. Sonunda vardım. Eldivenlerimi çıkartıp popomun altına koyup buz tutmuş bir kayanın üstüne oturuyorum. Kramponlarımı botuma bağlayıp arkadan gelen ekip arkadaşlarımı beklemeye başlıyorum. Güneş gece boyu yediğim soğuğun kefaretini ödermişçesine arkamdan tüm gücüyle vücudumu ısıtıyor. Bu yükseklikte incelen hava nedeniyle güneş çok daha yakıcı. Artık her şeyin fazla olduğu noktalardayız.

Yanımdaki ekip arkadaşlarımı uyarıp tünediğim kayada bir on dakikalık uykuya geçiyorum. Zirveye kalan yolu bitirmem için bu mola gerekli. On dakikanın sonunda ekibin kalanı da buzula geliyor ve yürüyüşe başlıyoruz. Buzulun tepesinde futbol sahasından daha büyük bir düzlük bulunuyor. Onu geçtikten sonra ise çıkılan tepede zirve var. Düz alanın volkan krateri olduğunu öğreniyorum. Keskin kramponlarla kendimi yaralamamak için dikkatle attığım her adımda aslında Türkiye'nin en büyük takke buzulunda olduğumu anımsıyorum. Bir süre sonra düzlük bitiyor ve tekrar çıkış başlıyor. Her kırk adımda bir dinleniyoruz. Zihnimiz oksijensizlikten verdiği alarmları kuvvetlendiriyor. Temel görevi vücudu korumak olan beyni zorluyoruz. Son kırkı sayarken artık gözlerim doluyor. Günlerdir üstümdeki baskı, yorgunluk ve kendimle olan mücadelem müthiş bir sinirsel boşalmaya neden oluyor. Zirveye ulaştığımda hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Türkiye'nin çatısındayım.

Kendime gelince uzun uzun manzarayı izliyorum. Uçak camından dünyayı izler gibiyim ama bu sefer adım adım çıktığım bir noktadan bu manzaraya şahitlik ediyorum. Neden mitolojide dağların 'Tanrılar katı' olarak konumlandığını anlıyorum. Çünkü o kadar yüksekte olmanın insana verdiği his müthiş bir yenilmezlik duygusu. Dağ sert, disiplinli bir okul. İnsana en iyi öğrettiği şey ise kendisi ve bilmediği sınırları. İncecik havayı ciğerlerime çekerken Everest'e ilk çıkan insan olan Edmund Hillary'nin lafı aklıma geliyor: "Ben aslında dağı değil, kendimi fethettim." Gözyaşlarımın yerini gülümseme alıyor. Dağa bana bu hisleri yaşattığı için teşekkür ediyorum ve eve giden uzun yol için ilk adımımı atıyorum.

Socrates Dergi