Aileden Biri

10 dk

Sebastien Perez, Türkiye’de bir sezon forma giydi ama bıraktığı iz, yıllarca kalan birçok isimden daha derindi. Galatasaray taraftarının unutamadığı Fransız sağ bek ile konuştuk.

Futbol tedrisatınızı aldığınız St. Etienne'in tarihi; Michel Platini, Dominique Rocheateau, Jean Michel Larque gibi efsanelerle dolu. Sizin idolünüz kimdi?

St. Etienne efsanevi bir futbol şehridir. Oraya gittiğimde Platini kahramandı. Juventus’a transfer olduğunda bile bu statüsü devam etti. Altyapıda oynarken bazı maçlarda top toplayıcı olarak görev yaptım. Bir keresinde Roger Milla’yı yakından izlemiştim. O dönem için, izlediğim en iyi oyuncuydu. Onun ismini verebilirim.

Kariyerinizin başında Bastia ile Intertoto Kupası’nı almıştınız. O serüvene dair aklınızda neler kaldı?

Bastia bir aile kulübüydü. Muhteşem bir ambiyans vardı. Üstelik sadece oyuncular arasında da değil; stadyum, kulüp başkanı, taraftar ve halk, tabloyu tamamlıyordu. Herkes aynı istikamete, aynı hedefe odaklanmıştı. Küçük bir kulüptük ama hepimizde Fransa’yı temsil ettiğimiz hissi vardı.

Ardından doksanların sonunda Blackburn Rovers forması giydiniz. İngiliz futbolu ile Fransız futbolu arasında nasıl farklar vardı?

O dönem Premier Lig’de yabancı oyuncular yavaş yavaş artmaya başlamıştı. 1998 Dünya Kupası da Fransız oyuncuların önünü açmıştı. Tabii hepsinden önce; David Ginola, Eric Cantona gibi isimlerin orada gösterdiği performans çok önemli bir kilometre taşıydı. İngiltere'de ilk dikkatimi çeken, oyunculardaki yüksek fiziksel seviye olmuştu. İkili mücadelelere gerilim ve sertlik hâkimdi. Bunun yanında, hücum da savunma da takım hâlinde yapılıyordu. Maçlarda müthiş bir akıcılık ve ritme rastlayabilirdiniz.

Buna alışmak zor oldu mu?

Zordu çünkü oyuncular arasında beklediğim tarzda bir dostluk ilişkisi yoktu. Bense arkadaşlığın temelde olduğu Bastia gibi bir kulüpten gelmiştim.

Sonrasında Fransa’ya döndünüz. Peki Galatasaray’dan ilk teklifi nasıl aldınız?

Marsilya’da büyük bir yönetim ve antrenör değişikliği oldu. Ve ben o sıralarda başka bir kültürü, başka bir ülkeyi, başka bir kulübü görmeye can atıyordum. Şanslıyım ki kariyerim boyunca hep ateşli taraftar gruplarının önünde futbol oynadım. O sırada da iki büyük kulüpten, Atletico Madrid ve Galatasaray’dan teklif almıştım. Galatasaray çok daha istekli olan taraftı. Başkanla bir görüşme yaptım, arkasından Mircea Lucescu ile telefonda konuştum. Teklif sırasında herkesin Fransızca konuşması da beni rahatlattı ve kararımda gerçekten etkili oldu.

Galatasaray’ın aynı zamanda Fransızca eğitim veren bir okul olduğunu da biliyor muydunuz?

Evet. Bütün bu kültür, tercihimi etkiledi. Transferden sonra başkanla birlikte Galatasaray Üniversitesi’ni gezdik.

O yaz, takımın en önemli oyuncuları gitmişti. Hedefler küçülüyordu... Gelirken ne düşünmüştünüz?

Ayrılan oyuncuların çoğu efsanevi isimlerdi. Kalanların ve yeni gelenlerin neler yapabilecekleri çok belli değildi. Ama buna rağmen soyunma odasında çok güçlü bir bağ vardı ve bilhassa Şampiyonlar Ligi’nde muhteşem bir performans ortaya koyduk. PSV Eindhoven’ı yenerek bir üst tura çıkmamız unutulmaz bir deneyimdi. Ligde ise üçüncü yıldız yarışı vardı. Takım Fenerbahçe’yi üç sezondur yenemiyordu ve biz kazandığımızda inanılmaz bir atmosfer ortaya çıkmıştı. Onlar da üçüncü yıldızı elde etmek için yoğun bir çaba harcıyordu ama bunu başaran biz olduk. Ligin son maçında Yozgatspor ile oynamıştık ve ben de iki gol atmıştım. Böyle anları yaşamak zaten harika, bir de bunları taraftarla paylaşmak her şeyi daha özel yapıyor. Galatasaray gerçekten de sıra dışı bir kulüptü. Öylesine ateşli bir havayı, değil Fransa’da, Avrupa’nın herhangi bir yerinde bulmanız imkânsız. Öyle ki Marsilya’ya geri döndüğümde, Galatasaray’da seçtiğim forma numarası 15’i giymeyi sürdürdüm. Bunu o güzel zamanlara saygı duruşunda bulunmak için yaptım.

Peki buraya geldiğiniz ilk günlerde nasıl bir his edinmiştiniz?

Az önce de dediğiniz gibi, kulüpten ayrılan ya da futbolu bırakan efsane futbolcular vardı. Bu da taraftarın kafasında müthiş bir kuşku yaratıyordu. Ancak bu endişeler bize pozitif yansıdı. Herkes sahada kendi işini yaparsa ve kolektif bir ruh yakalarsak başarılı olacağımıza inanmıştık. Bu, teknik direktörümüz Mircea Lucescu’nun bize aşıladığı bir düşünce yapısıydı. O, bütün kariyerim boyunca çalıştığım en etkileyici teknik adamdı. Tüm oyuncuları tek bir hedef etrafında toplayabilen, herkesi birbirine bağlayabilen biriydi. Çok kültürlüydü ve takımdaki herkes, onunla birlikte kendini geliştirebileceğinin farkına varmıştı.

Kariyerinizin sonunda plaj futboluna geçtiniz. Neden?

Plaj futbolu bence muhteşem bir spor. Kumda oynamak çok eğlenceli ve teknik olarak da insanı çok geliştiriyor. Eğleniyorsunuz, gülüyorsunuz. Bu bana kariyerimi sakin bir şekilde bitirme şansı verdi. Üstelik Eric Cantona gibi karizmatik bir adamla çalıştım. Onunla birlikte oynamak harika bir deneyimdi.

Lucescu, Türkiye’de bir yandan aldığı sonuçla takdir edilen, bir yandan da açıklamaları, sert mizacı ve tavrı ile eleştiri alan bir teknik adamdır. Kişiliğinin bu yönü hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu ketum tarzının gerisinde futbolcularını korumak vardı. Bir oyuncu grubunu nasıl bir arada tutacağını iyi biliyordu. Basına çok fazla konuşmamasının sebebi buydu. Oyuncularına bir şey söylemek istiyorsa bunu direkt olarak yüzümüze söylerdi. Taktiklerini, fikirlerini bizimle konuşmayı severdi. Bu özelliği de hepimizin futbol bilgisini geliştirdi.

Fatih Terim’in ilk döneminde Galatasaray; saldıran, atak yapan bir hücum takımı olarak bilinirdi. Lucescu döneminde bunun değiştiği, savunmaya ağırlık verildiği konuşuluyordu ve Rumen teknik adam bundan dolayı eleştiri alıyordu. Bu, size göre haksızlık mıydı?

Taktiksel olarak Fatih Terim dönemini bilmiyorum. Onun takımında oynamadım ya da ona karşı forma giymedim. Fakat Lucescu döneminde işlerin dışarıdan bakıldığı gibi olmadığını söyleyebilirim. İyi hücum ediyorduk, çok gol atıyorduk ve bunu sadece küçük takımlara karşı değil, büyüklere karşı da yapıyorduk. Arif Erdem o yıl gol kralı olmuştu. Onun yanında Ümit Karan da vardı ve birbirlerini çok iyi tamamlıyorlardı. Ümit, topu ayağına isteyen bir santrfordu. Çok koşardı, mücadele ederdi ve Arif’e müthiş alan açardı. Arif de iyi bitirmiş, birçok gole imza atmıştı. Ancak attığı bütün o gollerin arkasında Ümit, Sergen Yalçın, Hasan Şaş gibi ayakların emeği vardı. Arif’e topu en mükemmel zamanda ve açıda verirlerdi.

Sergen de o takımın ilginç karakterlerinden biriydi. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük yeteneklerinden biri olarak bilinir ama kafasını sahaya veremediği için aslında çıkabileceği noktalara çıkamadığı söylenir. Buna katılır mısınız?

Sezon ortasında sakatlandığında eksikliğini çok hissettik. Gerçekten çok kaliteli bir isimdi. Olağanüstü, fenomenal son paslar atardı. Birlikte oynadığımız dönemde kendisinin saha dışı meselelere vakit ayırdığını görmedim. Tam tersine, işine oldukça konsantreydi.

Savunma kısmına gelelim... O sezon, Perez-Victoria-Fleurquin üçlüsüyle anılır. Victoria ve Fleurquin'e dair neler söylemek istersiniz? Nasıl insanlardı?

Faryd Mondragon’u da bu listeye ekleyebiliriz. Başta hakkımızda şüpheler vardı. Şöhretli isimler değildik, Türkiye’de kimse bizi tanımıyordu. Fakat kısa sürede bu bakış açısı değişti zira sahaya çıktığımızda maksimumumuzu ortaya koyuyorduk. Bu yüzden de taraftarla aramızda büyük bir bağ oluşmuştu.

Kariyerinizin en güzel günleri olduğunu söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle en iyi senemdi. Marsilya’yla Avrupa’da final görmüştüm, o da harikaydı ama Galatasaray’da benzersiz bir Şampiyonlar Ligi serüveni yaşadım. Liverpool, Barcelona, Roma gibi büyük, prestijli kulüplerle oynamış, hemen hepsine karşı da özel sonuçlar almıştık. Mesela Ali Sami Yen’de oynadığımız, gol atma şansına eriştiğim Roma maçı unutulmaz bir deneyimdi. Bunun yanında Türkiye Ligi de bizim için çok zorlu ve önemliydi. Herkes Galatasaray’ı yenmek istiyordu. Ama şampiyon olmayı başardık.

Lucescu’nun o sezon yollanmasına dair neler düşünüyorsunuz?

Büyük bir hataydı. Lucescu kulüp için çok önemli işler yapmıştı. Oyuncular arasında bir bağ kurmuş, ayrılan büyük isimlerin yerini çok iyi doldurmuştu. Rakip takımları çok iyi analiz eden, kendi ekibi kadar karşısındakinin de neler yapacağına kafa yoran bir antrenördü. O gittiğinde Shakhtar kimsenin adını bilmediği bir takımdı; kısa sürede UEFA Kupası ve Süper Kupa kazandılar. Bütün bu başarıların arkasında da o vardı.

Bir ara medyada Lucescu'yla sorununuz olduğu yazılmıştı...

Tam tersine, ilişkimiz müthişti. Sezon sonunda da onunla çok sayıda görüşme yaptım. Niyetim, Marsilya dönmemi istese de onunla birlikte burada kalmaya devam etmekti. Ama en sonunda bana kulüpte kalamayacağını, Fatih Terim’in geri döneceğini söyledi. Birkaç yıl sonra bir Şampiyonlar Ligi maçı için Marsilya’ya geldiğinde onunla karşılaştık ve uzun uzun sarıldık. Birbirimize karşı çok derin duygular ve saygı besledik her zaman.

Takım arkadaşlarınızdan görüştüğünüz kimse var mı?

Bülent Akın’la bazen konuşuyorum. O, Türkiye’de sportif direktörlük yapıyor, ben de aynı görevi Dijon'da yapıyorum. Bu yüzden arada muhabbet ediyoruz. Aynı şekilde Kaptan Bülent’le de (Korkmaz) ara sıra görüşüyoruz. Kaptan Bülent, bana göre Galatasaray’ın değerlerini en çok yansıtan insan. Kulübe çok küçük yaşlarda adımını atmış, her kademede forma giymiş, beraber çalıştığı insanlara büyük saygı duymuş, bunun karşılığında da saygın bir kimlik edinmiş. Gerçekten de bütün kişiliğiyle Galatasaray’ın sahip olduğu değerleri yansıttığını, yansıtmaya devam ettiğini söyleyebilirim.

Lucescu Beşiktaş'a gittiğinde Türkiye’de devam etmeyi düşünmüş müydünüz?

Beşiktaş’ın benimle ilgilendiğini biliyordum. Fakat Galatasaray taraftarı ile aramda özel bir bağ vardı; buna saygı duyduğum için Beşiktaş ile görüşmeyi reddettim ve Marsilya’ya dönüş kararı aldım. O meşalelerin kokusunu, Ali Sami Yen Stadı'ndaki atmosferi unutamıyorum. Ali Sami Yen, Galatasaray’ın bütün kültürünü yansıtan bir ortamdı. Eski bir yapıydı ama özel bir havası vardı. Farklı taraftar grupları vardı ve hepsinin bu sihirli havada katkısı vardı. Şimdilerde takımın başka bir stadyuma geçtiğini biliyorum ama yine de bir Galatasaray maçına gelmeyi, o ambiyansı yeniden yaşamayı isterim.

Marsilya’ya döndükten sonra kariyeriniz istediğiniz gibi ilerlemedi, sakatlıklardan çok çektiniz...

Maalesef. Daha uzun süre oynamayı isterdim. Kariyerim boyunca özellikle dizlerimden çok sorun yaşadım, çok ameliyat geçirdim. Elbette can sıkıcıydı ama sahip olduğum özgeçmişe baktığımda da mutlu oluyorum. Daha fazlası olabilirdi ama yapacak bir şey yok.

Peki, aradan geçen bunca yıla rağmen neden Türkiye’de adınız unutulmuyor?

Bence bundaki en büyük etken şu; sahada yaptıklarım ve sahip olduğum özellikler, Galatasaray taraftarının da kendisini özleştirdiği değerler. Her zaman sahada elimden gelenin tamamını ortaya koydum, hiçbir zaman hileye ya da pisliğe başvurmadım, kulübün geçmişine ve değerlerine her zaman saygı duydum, onların bana hissettiği güvenin, inancın karşılığını vermeye çalıştım. Belki de bu yüzden Galatasaraylı taraftarlar hâlâ bana sosyal medya üzerinden ulaşıp güzel dileklerini iletiyor. Aynı şekilde burada çok sayıda Türkiye kökenli Fransızla karşılaşıyorum, onlarla da sürekli eski günleri anıyoruz.

Socrates Dergi