
Elimde Değil
5 dk
Alex'in Türkiye'de nasıl tanındığını biliyoruz. Peki, Brezilya'da durum nasıl? Cevabı, Alex'in otobiyografisini kaleme alan isme sorduk.
‘Kral’ Alex'in kitabını yazmanın yanında, kendisini tanıma şerefine de sahip oldum. Alex, özellikle söylemeliyim ki Coritiba, Palmeiras, Cruzeiro ve Fenerbahçe gibi kulüplerin tarihine kazınmış muhteşem bir 10 numaradan çok daha fazlası; cömert bir arkadaş, sadık bir eş ve eşsiz bir insan.
O, Brezilya'da oldukça tanınmış biri. Fakat burada durum, Türkiye'deki gibi değil. Doğup büyüdüğü yerin sokaklarında gezmesi, restoranlarının müdavimi olması, sinemalarına, tiyatrolarına, gece kulüplerine gitmesi, plajlarında güneşlenmesi, kısacası ‘sıradan bir Brezilyalı gibi yaşaması’ mümkün. Elbette onu tanıyan, yanına yaklaşan, imza veya fotoğraf isteyenler oluyor. Ancak bunlar normal bir vatandaş gibi yaşamasına engel olmayacak seviyede. Kendisi de buna çok değer veriyor.
Türkiye'de ise öyle değil. Türkler için Alex, şöhret sahibi biri olmanın ötesinde, özel de bir kişilik. İstanbul'da bir havaalanında tanıklık ettiğim gibi, başbakanın ajandasına bile dahil olabilen; ülkeye gelişinde bir The Beatles üyesi gibi karşılanan; Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde taraftarın maçı bırakıp idollerini alkışlamak için arkalarını dönmesini sağlayabilen; kontratının ülkenin en popüler kulübü tarafından feshedildiği haberiyle, insanları 12 gün 12 gecelik bir yürüyüşe çıkarabilen birinden bahsediyoruz. Brezilya'da ise böyle değil. Hiçbir yerde Alex heykeli yok ve kitleleri peşinden sürüklemiyor. En azından, kendisi istemediği sürece...
Biyografisini dört büyük Brezilya kentinde tanıtma fırsatım oldu: Sao Paolo, Belo Horizonte, Curitiba ve Rio de Janeiro. Her birine birçok insan katılım gösterdi. Sadece kitabı satın almak için değil; bir kenar mahallenin yoksulluğunda, tuvaleti bile olmayan, buzdolabı ve televizyonun rüya gibi görüldüğü mütevazı bir evde başlayan hikâyesini alkışlamak için oradaydılar. Alex, henüz çocukken futsal oynayarak evin geçimini sağlayan kişi oldu. Daha sonra, Coritiba'da gelecek vadeden bir yeteneğe dönüştü. Palmeiras'ta Amerika şampiyonu oldu. Japonya'da, hakemin hatalı bir kararla golünü iptal etmesi yüzünden Manchester United'a karşı FIFA Dünya Kulüpler Kupası'nı elinden kaçırdı.
Milli takımda da her zaman varlığını hissettirdi. Gelgelelim, etrafında son derece zorlu rakipler vardı. Kaka, Rivaldo, Ronaldinho... Hepsi dünyanın en iyi oyuncularıydı ve onlarla aynı jenerasyona denk gelmek, Alex’in elinde olan bir şey değildi. Bu yüzden, Dünya Kupası'nda oynama şansı yakalayamadı. Aslında 2002'de, 2006'da, hatta 2010'da bile kadroda kendine yer bulabilirdi. Ancak bunların ilkini kaçırınca, konfor alanı sırça köşkünden çıkıp ülkesinden uzakta tarih yazmayı tercih etti. Böylece, Fenerbahçe'nin modern zamanlarının en büyük oyuncusu oldu.
Alex, bu takımı sevmeyi öğrendi; İstanbul'u sevmeyi, ülkeyi sevmeyi... Ve Türkiye de bunu anladı. Tüm takımların taraftarlarından saygı görmeyi başardı. Rakiplerini asla aşağılamadı, küçük düşürmedi. Her zaman coşkulu, bereketli, standartların ötesinde bir futbol izletti. Giydiği formayı teriyle ıslattı, ortaya bir görüş ve karakter koydu. Türkiye'yi ikinci vatanı hâline getirdi. Ancak oradaki macerası, elinde olmayan bir biçimde tatsız sona erdi.
Onun Türkiye’deki hikâyesinin böyle sona ermeyeceğinden şüphe duymuyor ve bir gün geri döneceğini düşünüyorum. Fakat şimdi, zamanı değil. Bugünlerde Alex, Brezilya'da bir spor kanalında yorumculuk yapıyor ve çocuklarının büyümesini yakından izleyerek emekliliğin keyfini çıkarıyor. Çocuklarından ikisi tenisçi, biri ise futbolcu olacak yeteneğe sahip. Spor, onların kanında var. Tıpkı babaları Alex’in ayaklarında, kafasında ve ruhunda olduğu gibi...