
Alfa
25 dk
Siena, Galatasaray, Beşiktaş, Efes... Ergin Ataman'ın kariyeri, kitleleri peşinden sürüklemekle geçti. EuroLeague'de yılın koçuyla yaz tatilinde buluştuk, hem geçmişi hem de geleceği konuştuk.
Kişinin özgüveni ne kadar düşükse, dışarıya göstereceği o kadar çok maskesi olur derler... Doğruya doğru, Ergin Ataman'ın o maskeye hiç ihtiyacı olmadı. Hep kendi yolunda kaldı, hep daha fazlasını istedi ve çoğunlukla da kazandı. Bir özgüven hikâyesidir bu. 30'lu yaşlarında İtalyan medyası önünde "Ben şampiyon olacağım" derken tereddüt etmeyen, Türk basketbol tarihinin en başarılı antrenörünün hikâyesi...
Hocam, Siena'dan bir arkadaşımın yardımıyla La Gazzetta dello Sport, Corriere della Sera, la Repubblica, La Nazione arşivlerine baktık. Bazı makalelerin çıktıları elimde, bunları size uzatarak başlayayayım...
Ergin Hoca yaklaşık 15 dakika süreyle yazılara göz gezdirir...
Mesela biri dönemin kulüp başkanı Roberto Morocchi'nin ifadeleri... Montepaschi, 2000'lerin başında kulübün ana sponsoru olmadan önce Juvenal'in söylediği, hatta Atatürk'ün "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" sözünü hatırlatan "Mens sana in corpore sano" deyişinden çıkışla Siena'lı öğrenciler tarafından Mens Sana Basket kuruluyor. Kulüp, doksanların ikinci yarısından itibaren hep birinci ligin içinde ama resme Montepaschi dahil olduğunda yönetimdeki güç dengesi değişiyor...
Evet. Milenyumun başında Montepaschi kulübe giriyor, farklı bir yapılanmaya geçiyorlar. Çok zeki, kurnaz bir basketbol adamı Ferdinando Minucci, Montepaschi Bankası'nın da eski bir çalışanı... Sponsorluk anlaşmasını yapıyor ve kulüp farklı bir yöne dümen kırıyor.
Morocchi'nin 2001'deki makalesinden devam etmek isterim: "Minucci hepimizi gafil avlamıştı. Haziran başlarında buluşma talep etti. Oraya gittiğimde otuzlu yaşlarında bir genç gördüm. Teni bronzlaşmış, beyazlar içinde, altmışlardan çıkan bir Beatle'ı anımsatan saç kesimi ve yoğun parfümüyle Bay Ataman karşımdaydı. Türk antrenör, konuşmaya başladığında gözüme tuhaf biri gibi değil, samimi gözükmüştü. Hırslı ve ne yaptığını bilen biriydi... Minucci'nin hepimizi ikna etmesi uzun sürmedi."
Minucci'nin masada verdiği örneği hatırlıyorum: "Doğu Avrupa'dan gelen oyuncular uzun süredir kıtamızdaki basketbolun seviyesini belirliyor. Ergin belki Yugoslav değil ama o ekolü bilen; jenerasyonlar arası sentez yapabilen, genç, hırslı ve iyi de İtalyancası olan bir antrenör. Bizim Batı Avrupa'da başarılı olmak için yolumuzu Doğu Avrupa'dan geçirmemiz lazım." İşin ekonomik kısmı da vardı... Ben Efes Pilsen'le Final Four oynamış bir antrenör olmama karşın 35 yaşındaydım. Avrupa'da kendimi kanıtlamam, bunun için de iddialı bir takıma gitmem lazımdı. Minucci belki diğer insanlar için bir risk alıyormuş gibi gözükebilirdi ama biz çok iyi anlaşmıştık. Daha ilk toplantıdan işi aldım ben.
Nasıl yani?
Daha önce hiçbir Türk basketbol antrenörü Batı Avrupa'da takım çalıştırmamıştı, bunun izahı da kolay değil. Minucci beni çağırdığında ortada anlaşmaya yakın olma gibi bir durum yoktu. Bir toplantı yaptık, yemek yedik ve "Görüşürüz" diyerek ayrıldık... Birkaç saat sonra "Yeni antrenörümüz sensin. Ben detayları halledeceğim" dedi. Sadece birkaç saatlik görüşmeyle böyle kurnaz bir genel menajeri etkilemek özgüvenimi çok artırdı.
Hocam, Siena'daki basın toplantınıza gelecek olursak; İtalyan medyasının 'Vizyoner Sultan' başlığıyla duyurduğu tanıtım gününden pek çok satırbaşı var. Toplantı metninde şu ifadeler geçiyor: "2001 yazının başlarında eski Konstantinopolis'ten gelen genç Türk, herkesi etkisi altına aldı. Daha kendisine soru yöneltilmemişken 'Saporta'yı kazanacağız' çıkışını yapan Ataman, alaycı gülüşlerin üzerine 'Son güler iyi güler. Hep birlikte göreceğiz' yanıtını vererek özgüvenini yineledi. Eski koç Fabrizio Frates ve silik görüntüsünden yaka silken Siena taraftarı, acaba aradığı lideri buldu mu?"
Normal tabii... Adı sanı duyulmamış otuzlu yaşlarındaki bir adam, daha önce hiç başarı kazanmamış bir kulübe gelip "Şampiyon olacağız" derse nasıl tepki alır? Ben bunu söylediğimde uğultuyla karışık bir gülümseme hâli vardı. Tüm salona baktım, sarkastik bir şekilde gülmeyen tek kişi Minucci'ydi ve benim için önemli olan da oydu. Eğer o bana inanmasa ne ben Siena'da olabilirdim ne de bu başarıları kazanabilirdik.
Montepaschi'nin gelişiyle Siena'daki yapılanmayı nasıl tarif etmek gerek? "Ataman modern Siena'nın temellerini attı" ifadesini kullanan Minucci, görevi sizden devralan eski yardımcınız Simone Pianigiani'nin başarısında kurulu düzene vurgu yapmıştı...
Birinci ve ikinci sezonu birbirinden ayırmak lazım. 2001-02'de Saporta'da kurulan takımın bütçesi iki milyon dolar. Takımın iskeletini oluşturan Boris Gorenc ve Roberto Chiacig, önceki yıldan devam eden isimlerdi. Vrbica Stefanov'la imzaladık. Brian Tolbert, bir sezon önce Galatasaray'daydı, o geldi. Milenko Topic, Mindaugas Zukauskas, Alpay Öztaş... Oyuncu başına en fazla 250 bin dolar harcamışızdır. Sezon devam ederken Stefanov sakatlanınca da Petar Naumoski'yi transfer ettik. Saporta'nın kazanılmasında, finalde Pamesa Valencia'ya karşı ortaya koyduğu performansla büyük rol oynadı Petar... Bir sonraki yılda da üzerine koyarak ilerledik.

"Saporta'nın kazanılmasında, finalde Pamesa Valencia'ya karşı ortaya koyduğu performansla büyük rol oynadı Petar... Bir sonraki yılda da üzerine koyarak ilerledik."
"Üzerine koymak" derken; kariyerinizde belirleyici olan bir durumdan bahsediyoruz. Takım sahibini ya da sponsoru bütçeyi artırmaya ikna etmek... Sırrınız nedir?
Başarı. Kazanırsan insanlar sana inanıyor. Şartları vizyonuna adapte ederek kazanman gerek. Sen onları değil, onlar seni takip edecek. Saporta'yı kazandık, İtalya'da sezonu beşinci bitirdik ve kulübe Euroleague katılım hakkı geldi. Minucci'ye "Bütçeyi bir buçuk hatta iki katına çıkarmalıyız. Euroleague'de bu paralara oynarsak hiçbir şey yapamayız, iki küsur milyonu çöpe atmış oluruz. Ama biraz üzerine çıkarsak ben kendime güveniyorum, Final Four yapabiliriz" gibisinden konuştum.
Aslında basit... Zincir şöyle ilerliyor: Koç, imkânları dahilinde başarılı olarak daha fazlasını yapabileceğine GM'i ya da başkanı ikna ediyor, o da sponsoru zorluyor... Cesur olmak önemli. Bazı antrenörler "Çok zorlarsam işimden olurum" derler. Yahu zorlamazsan zaten işinden olacaksın... "Ben bu bütçeyle de yaparım" gibi bir durum yok. Sen yapamazsın, yerine başkasını bulurlar, o biraz yapabiliyormuş gibi gözükür, onu da yollarlar... Doğanın kanunu. Yönetim hiç "Biz hata yaptık" demez. "Hoca bu işi yapamadı" olur. O yüzden harcayabilecek bir sponsor varsa harcatacaksın. Neden hedef küçültesin? Montepaschi de dört milyon verdi, tarihinde ilk kez Euroleague'de Final Four'a gitti.
Burada biraz da Alphonso Ford, Mirsad Türkcan transferlerini konuşmak lazım...
Mirsad elime 14-15 yaşındayken gelen bir oyuncuydu. Efes altyapısından itibaren iyi günlerimiz de oldu, sorun yaşadığımız zamanlar da... Efes'te başantrenörlüğü devraldığımda sezon ortasında takımdan ayrılmıştı. Ama oturduk, benzer hedeflerimiz olduğunu gördük. Ford transferi ise Minucci'nin ısrarıyla oldu. Gerek Peristeri gerek de Olympiakos döneminde çok kazanan yapıların parçası olamamıştı Ford; evet, belki Euroleague sayı kralıydı ama...
(Bahsi geçen konuyu duyan Sarp Ataman: Yani biraz şey gibi... Alexey Shved?)
Bravo Sarp. Güzel bir örnek. Merhum Ford'a tereddütle yaklaşıyordum; zira bir hastalık durumu vardı, saha dışı problemlerinden bahsediliyordu... Oturduk, çok iyi bir insan olduğunu gördüm. Zukauskas-ChiacigStefanov üçlüsünün yanına Dusan Vukcevic'i de ekledik. Ford ve Mirsad ana oyuncularımız oldu, sezona başladık.
Hocam bir önceki yıla göre en büyük farklardan biri; Saporta'yı kazanırken Stefanov-Naumoski'nin kritik anlarda performans vermeleri, bir sonraki yıl Euroleague Final Four'da ise FordMirsad ikilisinin yarı finalde beklentiyi karşılayamamasıydı. Massimo Bulleri'nin unutulmaz basketiyle biten Benetton maçında Ford 5/19 atmış, Mirsad da 30 dakikayı sayısız tamamlamıştı...
18 sayı geriye düştük o maçta, üçüncü periyotta altı sayı yedik. Final Four tarihinin en büyük geri dönüşlerinden biriydi ama Bulleri'nin attığı ikilik, üçlük sayılınca kaybettik. O dönem 'Instant Replay' sistemi yok... Yarı finalde elendik, Svetislav Pesic'in çalıştırdığı Barcelona şampiyon oldu, biz de CSKA'yı yenip üçüncü bitirdik...
Siena'daki son sezonunuzda karşınıza hep Ettore Messina'nın çalıştırdığı Benetton'ın çıktığını düşünürsek, aklınızda o tarihlerden bir hikâye var mı?
Messina, İtalya basketbolunun kralıydı. Kinder Bologna'yla hegemonya kurdu, orada yaşanan mali problemlerle birlikte Benetton'a geçti ve kazanma kültürünü Treviso'da devam ettirdi. Ülke basketbolunda şöyle bir kanı vardı: "Messina'nın takımları hep desteklenir, hakemler tarafından korunur. Diğer takımların buna adapte olması gerekir."
Bugün bile buluştuğumuzda, "Ergin gel buraya otur istersen" diyerek şakalaştığımız bir anımız vardır. 2003'teki Final Four'dan sonra ligde play-off serilerine başlamıştık. Edney, Langdon, Garbajosa, Marconato'lu bir Benetton takımı vardı. Yarı final serisinde 2-1 gerideyiz, kritik dördüncü maç oynanacak. "Messina'nın takımları korunur" psikolojisiyle çıkmışım maça. Hakem, İtalya'nın en sert hakemi Fabio Facchini. Bir pozisyon oldu, itiraz ettim, dördüncü maçın da ilk yarısı... Facchini attı beni. Büyük şok yaşadım. Kendi bench'imden diğer tarafa doğru hareketlenirken ayakta duran Messina'nın yanına gittim ve onun yerine oturdum. Ettore önümde, ben onun koltuğundayım… Şu mesajı vermek istedim: "Ben eğer bu takımın koçluğunu yapıyor, burada oturuyor olsam beni oyundan atamazdınız." Messina çok şaşırmıştı; ki hâlâ bu hikâyeyi anlatır...
Hocam, genç yaşta yurtdışına çıkıp öncü olmaktan bahsettiniz. Peki neden bu kadar erken vazgeçtiniz? Biraz bekleyip sonra Ülker'le anlaşmak bir hata değil miydi?
Kesin öyleydi. Bunu o zamanlar iyi kavrayamamıştım. Ülker'de dönemin genel menajeri Lütfi Arıboğan da benim abim, nikâh şahidimdir... Kapımı çaldı ve ikna oldum. Biraz bekleyip Avrupa'dan gelecek bir teklifi kabul etmem gerekirdi. Çünkü Türk basketbolu Avrupa'daki diğer elit ülkelerle karşılaştırdığınızda ortalama bir seviyedeydi. Kolaya kaçtım.
"Milli takımda bedavaya çalışırım"
2003'te Avrupa'nın yükselişteki genç antrenörlerinden biriyim. Belki de birincisiyim. Son üç yılda iki kez farklı takımlarla Final Four yapmışım, Saporta'yı kazanmışım... Kamuoyu da milli takım için beni istiyor ama Turgay Demirel'le aramda sorun var. Olmuyor iş. Bugün yine farklı bir durumda değiliz. Bana milli takım nasıl bıraktırıldı? "Kulüp takımı çalıştıramaz" dendi. Benden önce Bogdan Tanjevic benden sonra gelen Ufuk Sarıca, hepsi milli takımla kulüp takımını bir arada götürdüler. "Olmaz, yapılmaz" gibi bir kabulle ilerlememek lazım. Bir kere bir antrenör milli takımı iş olarak görmemeli. Ben çok milliyetçi bir insanım; o gün de bunu bedava yapardım, bugün de yaparım. Aynı anda kulüp takımı çalıştıran herkes zaten bu işi bedavaya yapmalı. Ama 2021 yılı itibarıyla milli takıma dair beklentim yok. Avrupa'nın en iyi antrenörü seçilmişim, EuroLeague şampiyonuyum. Zaten zirvedeyim. Sorulması gereken soru, ülkem benden faydalanmak istiyor mu? Eskiden de bu böyleydi, şimdi de aynı... Kişilerden, dönemlerden bağımsız benim için milli takımı reddetme gibi bir lüks yoktur.

Hiç mi imkân olmadı? Siena'da Saporta'yı kazanıp ligde de istikrar yakalamışken... Kinder Bologna'dan teklif beklediğiniz bir dönem var.
Zaten bir yıl daha kontratım vardı. Kinder Bologna mali problemler yaşamadan önce başkan Marco Madrigali, beni birkaç kez istedi. Ben de hem o son maçtaki lobi eksikliğinin etkisi hem Siena'nın küçük bir şehir olmasıyla birlikte biraz sıkılmıştım. Birinci sene Saporta, ikinci yıl Final Four... 37 yaşındayım, Bologna beni istiyor, o cesaretle Minucci'yle konuşayım dedim.
İçten içe sizi kalmanız için ikna edeceğini düşünüyorsunuzdur ama...
Gayet tabii. Fakat Minucci kurt bir yönetici. Motivasyon kaybımı görünce "Tamam. Çıkalım kontrattan" dedi. Şaşırdım... Kendime güvenim yüksek. "Tamam" dedim, bitirdik. O gece, Siena'da sezon kapanışı için bir parti organize edilmişti. Mikrofonu aldım, "Burada misyonum bitti. Ayrılıyorum" dedim. Gene uğultu koptu, gülüşmeler... Kimse inanmamıştı. "Bu gerçek. Minucci'yle anlaştık" dediğimde herkes ayağa kalktı, dakikalarca alkışladılar. Aristokrat bir yerdir Siena. Vali ve şehrin ileri gelenleri oradayken böyle bir reaksiyon almak beni hem gururlandırmış hem de duygulandırmıştı. Normalde masama dönmem gerekiyorken kürsüden salonun çıkışına yöneldim, Siena macerası orada bitti.
Türkiye'ye döndüm, teklifin geleceğini düşünüyorum. İtalyan gazeteciler arıyor, "Ne zaman uçuyorsun Bologna'ya?" diye soruyorlar. "Madrigali'yle konuşuyoruz, kulüpteki sorunlar çözülür çözülmez..." diye karşılık veriyorum. Üç-dört hafta geçiyor, İtalyan basınında şu manşet çıkıyor: "BOLOGNA BATTI. MADRIGALI KAYIP."
Daha sonrasında Minucci'nin de adının karıştığı birçok skandal yaşandı. İtalyan basketbolunda sistemin çöküşünde ekonomik krizin pay sahibi olduğu aşikar ama imaj hakları sebebiyle yargıya intikal eden birçok kontratın hapis cezaları getirdiğini de gördük. Siz neler hatırlıyorsunuz?
Bu imaj haklarına dayalı kontratlar; vergiye tabi kısmı düşük gösterelim, oyuncunun eline geçecek miktarı şişirelim fikri o kadar yaygınlaşmış ki İtalya'da, neredeyse alışkanlık olmuş. İtalyan basketbolunun çöküşü de sponsorların gitmesi değil; devletin, yöneticiler üzerine kurduğu mali baskı ve cezalar sebebiyledir. Bir anda her şey bitti. Minucci'nin durumu ise Montepaschi Siena'nın bitişine denk geliyor... Biz onun İtalya'da problem yaşadığı dönemde gizlice bir görüşme de yapmıştık. Henüz men edilme durumu yoktu. Galatasaray'da genel menajer olma talebini iletti. Başkan Ünal Aysal, CEO Lütfi Arıboğan'la görüştü. Yönetimi ikna edemedik. O süreçten sonra yargılanması beş-altı ay içinde tamamlandı ve federal mahkeme kararını açıkladı. Minucci'nin cezası açıklanmadan aylar önce biz konuyu görüşüp olumsuz olarak karara bağlamıştık.
Siena'da Türk Bayrakları
Çok duygulandığım bir gün. Siena'da sezona ilk dokuz maçı kazanarak girmişiz, oradaki ilk yılım... Sezon başında beni hayalperest biri olarak gören, biraz endişeyle yaklaşan insanlar elleriyle kâğıtlara Türk bayrağı çizerek koreografi yapmaya karar veriyorlar. Aristokrasinin merkezinde, Roma ya da Milano armasının bile tepki çektiği yerde Türk bayrağı...
Peki ya Siena'dan öğrenciniz Dusan Vukcevic'in oğlu Tristan, bu yılki Anadolu Efes-Real Madrid serisinde rakibiniz olduğunda ne hissettiniz?
Dusan'ın oğlu maçtan önce yanıma gelip "Babamın çok selamı var" dediğinde bir garip oldum. Tam tarif edemiyorum o duyguyu; sanıyorum sen de o yüzden sordun ama enteresan bir andı. "Vay be Ergin, yaşlandın sen de" diyorsun içinden ama bir yandan daha 55 yaşındayım. Tutkuyu hissettiğim sürece tam gaz devam.
Ama sanki Efes'teki üçüncü döneminizin başını biraz daha ayrıştırmak gerek... Tabirimi mazur görün ama biraz Efes'in size, sizin de Efes'e muhtaç olduğunuz bir periyot gibi. 2017'de sezon ortası, uzun yıllardır başarıyı yakalayamayan Efes, artık biraz da organizasyonunu sorguladığı bir dönemde... Halihazırda bütçe biraz küçülmüş, istikamet de daha da azalmasına yönelik ilerliyor. Sizin aklınızda ne vardı?
Efes'in bana gelişi biraz da çaresizlikten. Sezon başı olsaydı gelmezlerdi. Kariyerli yabancı antrenörlerin denendiği, iyi paraların da harcandığı dönemden sonra bir öze dönüş oldu. Doğruya doğru, kulüp biraz demoralize olmuştu. Efes hiçbir zaman basketboldan çekilmezdi ama bu harcamanın karşılığının alınamadığı denklemde de Tofaş modeline yönelebilirlerdi. Yatırımcı gözüyle baktığınızda neden devam ettiresiniz ki? Herkesin bir sabrı var.
Kaderin cilvesi, benim de kendimi sorguladığım bir dönemdi. Galatasaray'daki son sezonum iyi geçmemişti. EuroCup'ı kazandıktan sadece bir yıl sonra takımdan ayrılırken üst seviyeden teklifler alabileceğimi düşünüyordum. Galatasaray'la birkaç yıl önce Euroleague'de ilk sekiz yapmışım, milli takım antrenörüyüm o tarihe kadar. Bir tane bile üst seviye teklif gelmedi. Bu da kendimi sorgulamama, tedirginlik duymama sebebiyet verdi. O hissiyattan kurtulmam gerektiğine karar verdim ve NBA takımlarını ziyaret etme planını yaptım. Kendimi geliştirerek daha mutlu bir insan olmaya çalıştım. Efes'in teklifi de o sürecin akabinde geldi.

" Kariyerli yabancı antrenörlerin denendiği, iyi paraların da harcandığı dönemden sonra bir öze dönüş oldu."
ABD'de geçirdiğiniz o zaman aralığını biraz daha detaylandırır mısınız?
Yenilendiğimi hissettim. Sağ olsun, Messina dahil olmasaydı bunu hiç yapamayacaktım. San Antonio'ya gittiğimde Gregg Popovich, Zarko Paspalj ve Ettore ile yemeğe çıktık. Oradaki sohbetimizin ardından Popovich, Steve Kerr'ü aradı ve Golden State'e gidişimi organize etti. Oyuncuların idman programını düzenli tutup sabah 10 ile öğlen 13 arasını kulüpte geçirip ardından kalan vakti ailelerine ayırabildiklerini görmek gözlerimi açan bir deneyimdi; oyunculara özel hayatlarında biraz daha özgürlük verme kısmında bu tecrübe de faydalı oldu. Ama esasen kendimi meşgul tutma seyahatiydi bu. Milli takımdan "Galatasaray'ı çalıştırırken burada görev yapamazsın" diyerek uzaklaştırılmış, ardından Galatasaray'ı da bırakmak durumunda kalmıştım... Belki orada Galatasaray'ı seçmek zorunda bırakılmasam, bugün bile milli takım koçuydum. İşsiz kaldım, ABD'ye gittim, döndüm Efes'e koç oldum.
Bu kadro nasıl bir araya geldi?
Bir kere saptamayı yapmak lazım. Anadolu Efes'in geçen sene basketbola ayırdığı bütçe; buna her şey dahil, özel uçaklar, altyapı harcamaları da içinde, 20 milyon euro bandında. 2021-22 sezonu içinse bütçemizi yüzde 20 oranında yukarıya çektik, şampiyon takımlarda bu artış doğaldır. Ama üç yıldır Euroleague'in en istikrarlı takımı olan; ilk yıl final oynayan, ikinci yıl pandemi sebebiyle kupa yürüyüşü yarıda kalan ve üçüncü yılda da kupayı alan takımın bütçesi EuroLeague'deki takımların ortalamasını aldığınızda üç aşağı beş yukarı çıkan rakama tekabül ediyor. 2017'de Efes daha az harcama yapan bir kulüptü; başarı geldikçe harcanan para da kademeli olarak arttı... Ama biz öyle geçmişte harcandığı gibi ya da şu an CSKA, Real Madrid, Barcelona gibi takımların harcadığı paraları harcamıyoruz. Efes kadrosunda Vasilije Micic ve Shane Larkin gibi oyuncuların olması yönetimin, bizlerin başarısı.
Peki Efes'in bütçesi daha yukarı çıkar mı? Bence çıkmaz, çıkmamalı. Ancak EuroLeague'den elde edilen gelirler artar, o zaman oturup konuşulur. EuroLeague'in değerini arttırabilmesi hepimiz için önemli çünkü NBA ile bir şekilde rekabet edilebilmesi lazım. Biz bu sezon Micic'i tutabilmek için 3 milyon euro verdik. Gelirler artarsa bütçe de artar ve NBA eğer gelecek yıl Vasa'ya çok daha fazlasını teklif ederse belki biz bunu karşılayabilecek konuma geliriz. Ama maç başına 50 bin euro'luk galibiyet primleriyle olmaz bu iş. EL teknik aşama kaydetti, ürün kalitesi açısından herkesin çok keyif aldığı bir lig meydana geldi ama pazarlama departmanı hâlâ zayıf. Burada oyuncular birliği ELPA'nın sürece dahil olması çok kıymetli çünkü bu da yine NBA'den uyarlanan bir model. Bence mutlaka sezonun bir noktasından sonra oyuncuların Avrupa'dan NBA'e transferinin engellenmesi gerekiyor. Gabriel Deck'in ya da Luca Vildoza'nın geçen seneki ayrılışına benzer bir senaryo daha yaşamamalı Avrupa basketbolu.
Hocam konudan çok uzaklaşmadan yeni sezonu, kadronun büyük oranda korunma fikrini de sorayım... Kadronun yaşlanmış ve başarı kazanmış olması, sizi tedirgin etmiyor mu?
Almayı kabul ettiğimiz bir risk bu. Köln'de şampiyon olduktan sonra takıma "Gelecek sezon bu kadronun bir arada olabilmesi için her şeyimi ortaya koyacağım" dedim, tek bir fire haricinde de bunu başardık. Sertaç'ın transferini beklemiyorduk. Son aşamada Barcelona'nın ona teklif ettiği parayı da ödemeye neredeyse hazırdık ama Sertaç tercihini orada yaşamaktan yana kullandı. Profesyonel hayat bu, her şey olabilir ama efsane takımlardan oyuncuların bu şekilde ayrıldığını pek görmezsiniz. Sergio Llull, Rudy Fernandez, Felipe Reyes... Bu oyunculara teklifler gelmedi mi? Peki gittiler mi?
Kadromuzun temeli 2018'de atıldı. Chris Singleton'ın dahil oluşu, Adrien Moerman'ın sakatlık süreci var. Onun haricinde hep aynı takımla oynadık. Çareyi hep takım içinde aradık. Anadolu Efes, bugün itibarıyla kondisyon idmanı yaparak yeni sezonda şampiyonluk için mücadele edebilecek bir takım. O kadar makine düzeninde oynuyoruz. Tabii ki geçen yıllardan farklı bir durum var ama oyuncularımızın kontrat bitişleri hep gelecek yıl... Simon gelecek yıl 37 yaşında olacak, sözleşmesi bitiyor. Dunston ve Beaubois haricindeki tüm yabancılarımızın durumu aynı şekilde. 2022 yazı itibarıyla ya kontratları bitiyor ya da sözleşmelerinde çıkış var. Ama her şampiyon takım unvanını korumayı hak eder. Biz de bu fikrin peşinden gittik.

"Her şampiyon takım unvanını korumayı hak eder. Biz de bu fikrin peşinden gittik."
Dzanan Musa gibi eklemelerin denenip aşının pek tutmaması da halihazırda sahip olduğunuz takımı koruma fikrini güçlendirdi mi?
Gayet tabii. Musa transferini bir yatırım gibi düşünmüştük. Kruno'nun belinde bir sakatlık vardı; eğer sorun büyürse, rolünü kabullenmiş bir alternatif yaratabilir miyiz diye yaklaştık Musa'ya... Ama bizde 'winner' olmayan oyuncunun kabul görmesi zor. Musa da NBA'de oynadığı dönemde hep kaybetmiş. Şampiyon bir takımın parçası olabilmekten uzaktı. Nitekim bu seviyenin çok uzağındaki bir takıma, Breogan'a gitti...
Kruno demişken, size Real Madrid serisinin sonunda basın toplantısında da Derrick Sharp'ın 2004'te MaccabiZalgiris maçındaki üçlüğünü anımsatmış ve "Umarım sonu öyle olur" cevabını almıştım... Latincede bir deyiş vardır ya "Fortes fortuna adiuvat" yani "Talih, cesur olanın yanındadır" diye. Simon'un şutu da o kategoride miydi?
Hatırlıyorum Ozan; ne ekleyebilirim bilmiyorum... Bir şans üçlüğü müydü? Evet. Ama basketbol da böyle bir oyun. Madrid'deki maçlarda son iki dakika kala yediğimiz beş tane üçlüğün dördü de şans değil diyebilir misiniz? Kruno'nun da bu atışlarda özgürlüğü vardır. İnan bana, şutun üzerine de hiç konuşmadık. Zor bir atıştı, denedi, soktu. Ne mutlu.
"Uyumsuzum"
Biz genellikle çevremizdekileri kıskanırız. Hep böyle yukarı çıkan insanı aşağı çekmeye çalışırız... Ben buna müsaade etmiyorum. Ne yapıyorum? Tartışmaya giriyorum. Bu tartışma sıkıntı yaratıyor mu? Gayet tabii. Kamuoyu algısını etkiliyor. Şu da bir gerçek; ben biraz, şeyim, uyumsuzum. Ama herkesin suyuna gidersen de sıradışı olabilir misin? Bu başarıları kazanırken biraz da sistemle mücadelem, uyumsuzluğum etkili olmadı mı? Biraz da yönetenler "Bu adam da böyle. Biz bu adamı sürüye katamıyoruz, rutine gelmiyor, bunu da böyle kabul edelim" desin istiyorum. Onlar geri adım atmıyor, ben atmıyorum, sonunda herkes bundan zarar görüyor...
Madrid'de kaybedilen iki maçtan sonra kendinizi sorguladığınız oldu mu?
Sezon devam ederken ben öyle geriye bakmayı sevmem. Bundan kaçtığım için değil, biraz tercihen biraz da vakit olmadığı için. Real serisini 2-0 yaptık, üçüncü maçı domine etmişiz... "Buraya kadar çözdük, yine çözeriz" diye düşünüp oyunculara bırakıyorsun. İş o safhaya gelmişken oyunculara panik yapmadığını hissettirmek önemli... Madrid'de bir rüzgâr çıktı. Müdahale etmedik, fırtınaya döndü. Belki müdahale etsek, yine ters tepecek. Takımın düzenine o kadar inanıyoruz ki son ana kadar sistemin çözüm bulacağını düşünüyoruz. Bu işin tek bir doğrusu yok. Tekrar izlemek, analiz etmek lazım. Bizde hemen sonra Fenerbahçe serisi başladığı için...
Peki final serisinde bu kadar kırılgan bir Fenerbahçe Beko bekliyor muydunuz? Final Four'dan dönen Barcelona ve Milano liglerin play-off başlangıcında zorlandılar. Siz final serisini üç maçta toplam 89 sayı fark atarak kazandınız...
Beklemiyordum. Fenerbahçe daha çok direnç koyar demiştim. Şampiyon olacağımızı biliyordum ama ilk maç zor geçer gibi bir düşüncem vardı. Sonuçta EuroLeague'in en önemli beş-altı oyuncusundan ikisi; Nando De Colo ve Jan Vesely'nin oynadığı, son sekiz yapmış bir Fenerbahçe'den bahsediyoruz... O maç kırk sayı farkla bitince onların da direnci kırıldı.

"Boğulacaksak okyanusta boğulalım, nehirde ne işimiz var..."
EuroLeague şampiyonluğunuzun ardından Fenerbahçe'den uzun süre resmi bir tebrik mesajının gelmemesine dair yorumunuz ne olur?
Ben hiç içerlemedim. Hatta takdir ettim. İnsanlar sahte olmamalı. Demek ki kulüptekiler şampiyonluğumuza sevinmeyip üzüldüler. Sırf görüntü olsun diye bir kutlama mesajı mı yayımlasalardı? Bunun bir anlamı yok. İnsanlar net olmalı. Ezeli rakipleri kazandı; bir aksiyon almadılar. 'Fake' bir hamle arayışına girmediler.
Hocam son olarak, bu söyleşinin hikâyesinde olduğu gibi, başladığımız yere dönelim... "Bu kupayı alacağız" ifadesi Siena'da başladı ama Beşiktaş, Galatasaray ve şimdi Anadolu Efes'te de günümüze uyarlanarak devam etti. Özgüven; bir açıdan, başkasının yolunda doğru gitmekten ziyade kendi yolunda kalıp yanlış da olsa sonunu görmek midir?
Özgüven her şeyden önce birikimdir. Cesarettir. Bu cesaretin sonucunda da aldığın sorumluluktur. Belki uymayacak ama bir örnek vereyim: Barcelona finaline geride başladık. Claver, Micic'in üzerinde kaldı, pota altında da Brandon Davies'i kullanarak maça avantajlı girdiler. Kaybedeceğimizi hiç aklıma getirmedim. Koç Jasikevicius, bir noktada rotasyona gitti ve sahada Kuric-MiroticAbrines gibi üçlüler kalınca hücumumuz işlemeye başladı. Biz, hücum edemediğinde psikolojisi bozulan bir takımız. Jasikevicius'un yaptığı da bir taktik sonuçta. Çoğu antrenörün tercih edeceği, belki sonunda başarılı olacağı bir yöntem.
Benim aynı oyuncularla başlayıp kırk dakika bitirdiğim maçlar vardır... Ben olsam işleyen taktiği rotasyon için asla bozmam. Oyuncularıma; benim gibi 'winner' olma özelliklerine güvenirim. Bu yıl da aynı felsefeyle sezona başlayacağız. Yine zirvede olacağız.
Boğulacaksak okyanusta boğulalım, nehirde ne işimiz var...
Merak Edilenler
Torino projesi: 2020-21 sezonuyla birlikte Torino birinci lige çıksaydı takım sahibi bendim. Hatta göreve de -kabul etmesi halinde- Oktay Mahmuti'yi getirmeyi düşünüyordum. Sassari'nin başkanı Stefano Sardara yakın arkadaşım, onunla bir işe girdik. Virtus, Partizan gibi bir modelle ilerlemek istiyorduk. Fakat Torino play-off'ta final serisinde 2-1 öndeyken iki maçı da yakın skorla, birini son saniyeyle kaybetti. Geçen sezon takım hisselerinin yüzde 50'si bendeydi; Stefano da "Bu yıl satmazsan zarar edersin" dedi ve hisselerin tamamını sattım.
Igor Kokoskov: Eğer bu yıl EuroLeague'de Final Four yapmış ya da Türkiye'de şampiyonluğa ulaşmış olsaydı zannetmiyorum böyle bir karar vereceğini... Fenerbahçe'de istediğini bulamadı ve NBA'e gitti. Çok keyif almadı burada antrenörlük yapmaktan. Kendini daha mutlu, daha huzurlu hissedeceği bir ortamı tercih etti.
Larkin-Teodosic: Shane'in ilk sezonda yaşadığı problemleri herkes biliyor. Menajerlerinin kafasında "Bizimki Avrupa'da yapamadı, NBA'e geri getirmemiz lazım" gibi bir fikir vardı. Larkin'in de motivasyonu düşmüştü. Fiziksel problemleri de vardı. Bir toplantı yaptık, fiziksel açıdan da iyi hissettiği bir dönemdi. Ondan faydalanmaya başlayabildik. Yoksa menajerlerine kalsa; ki Milos Teodosic'le aynı şirket tarafından temsil ediliyorlar, Larkin'i NBA'e döndürüp Teodosic'i de buraya getirme fikirleri vardı. Teodosic de Clippers'ta mutsuz olduğu için... Bir takas formulüydü bu. Biz de buna o dönemde ne "Evet" ne de "Hayır" dedik. Bekledik. Shane toparlandı, bizimle kaldı. İyi ki de öyle olmuş.
Pivot transferi: Uzun süre Mike Tobey ve Jock Landale'in peşinden gittik. Sertaç'ın ayrılışı sonrası benzer bir oyuncuyla yerini doldurmak istiyorduk. Yoksa çok oyuncu teklif edildi; Othello Hunter, Tarik Black... Biz daha çok şutör profilde birine bakmıştık. Mike Tobey ilk tercihimizdi. İlk etapta Valencia, EuroLeague'de devam edemediği için Tobey serbest kalır denmişti. Valencia bonservis konuşmak isteyince masadan kalktık. Daha sonra Jock Landale önerildi. Beğendik, teklif yaptık, o da bizden NBA çıkışı istedi. Bunu da kabul ettik... Çünkü bizim "Aman ne yapacağız" gibi bir sıkışıklığımız yok o pozisyonda. Pleiss ve Dunston var. Birinci ve ikinci tercihimiz olmayınca da yeni bir isme gittik. Şimdi ismini söylememin mantığı yok, ben diyene kadar senin dergi çıkar zaten...