
Ali Yüzyılı
10 dk
20. yüzyıl tarihçiler için aşırılıklar çağıydı ama aynı zamanda Muhammed Ali’nin de devri anlamına geliyordu.
Muhammed Ali ünlü bir boksör ve tarihin en büyüğü olmadan evvel Lousville'den çıkan zeki ve geveze bir yetenekti. 1960 Roma Olimpiyatı'nda altın madalyayı boynuna takmış, Olimpiyat Köyü'nde kalpleri kazanmış ve atlet Wilma Rudolph'a âşık olarak yurda dönmüştü. Artık profesyonelliğe adım atma zamanıydı ve hedef, dünya ağır sıklet boks şampiyonu olmaktı. Sadece bu da yetmeyecekti. Ali bir altın kemer ve sayısız nakavttan fazlasına ihtiyaç duyuyordu; genç bir adam olarak istedikleri arasında şöhret de vardı.
Life, altmışların en ünlü mecmualarından biriydi. Uzun süre önce yayın hayatına veda eden dergi, o vakitlerde Time ve New Yorker'dan da etkiliydi ve bunda fotoğrafçılarının katkısı büyüktü. İkinci Dünya Savaşı geride kalmıştı, Amerika Birleşik Devletleri popüler kültürde de dünyanın geri kalanını peşinden koşturuyordu. Yeni bir şöhret anlayışı doğmuştu ve Ali bunun farkındaydı. Genç boksör, bir antrenmanda Sports Illustrated'a röportaj veriyordu. Flip Schulke fotoğraflarını çekmek için görevlendirilmişti ve o sırada, karşısındaki dev adamın sorularını yanıtlıyordu. Ali, başka hangi mecralara iş yaptığını merak ediyordu. Schulke, Life için çalıştığını söyleyince Ali "Life için fotoğraflarımı çekmeye ne dersin?" sorusunu yöneltti. Schulke’nin cevabı "İsterim ama bunu asla editörlere kabul ettiremem" oldu. Ali vazgeçmeyecekti. Hikâyenin devamını fotoğrafçı Neil Leifer'dan dinleyelim:
“Ali’nin aklına o anda bir fikir geldi, muhteşem dehasını gösteren de bu olaydı. Gözleri irileşti ve Schulke’ye ‘Bunu bugüne dek kimseye söylemedim ama antrenörüm Angelo’yla (Dundee) bir sırrım var. Neden dünyanın en hızlı ağır sıkleti olduğumu biliyor musun? Su altında antrenman yapan tek ağır sikletim’ dedi. Schulke ‘Nasıl yani?’ deyince Ali, ‘Dövüşçüler koştuklarında neden ağır ayakkabılar giyer biliyor musun?’ diye açıklamaya koyuldu, ‘O ayakkabıları giyerler çünkü onları çıkarıp diğer ayakkabıları giydiklerinde kendilerini hafiflemiş hissederler ve çok hızlı koşarlar. Ben de boynuma kadar suya girer ve suyu yumruklarım. Sudan çıktığımda şimşek gibi hızlı hareket ederim çünkü artık karşımda bir direnç yoktur.’ Schulke buna pek inanmış gibi değildi ama Ali doğruyu söylediğine yemin etti ve bunu kanıtlamak için ona teklifte bulundu: ‘Yarın sabah gelip bunu yaptığımı görebilirsin. Her sabah, Angelo’yla böyle antrenman yapıyorum ve bugüne dek kimse bunu görmedi. Antrenmanı sadece Life için fotoğraflamana izin veririm.’ Böylece Schulke, Life’ı aradı ve bu işi önerdi. Sonunda da Ali’nin yüzme havuzunda boynuna kadar sudayken beş sayfalık fotoğrafını çektiler. Bu olayla ilgili hatırladığım iki şeyden biri Ali’nin yüzme bilmediğiydi, hiç yüzemiyordu. İkincisi, hayatında suyun altında tek bir yumruk bile atmamıştı. Bunu tamamen uydurmuştu ama bu sayede Life’ta yer aldı ve Life bunu şaka olsun diye yapmadı. Onun su altında antrenman yaptığına inanmışlardı.”
Muhammed Ali, bu adamdı. 20. yüzyılın en büyük sporcusu, aynı zamanda 20. yüzyılın en büyük şovmeniydi. Yeni 'celebrity kültürü' ile birlikte yeni bir sporcu tipi de doğuyordu. Ali, ya da o vakitler çağrıldığı ismiyle Cassius Clay de bunun öncüsü olacaktı. Evet, her zaman cesurdu ama şans da yanındaydı. 1960 Roma, dünya çapında televizyondan canlı yayınlanan ilk olimpiyat oyunlarıydı. Boks çevrelerinde adını duyuran Ali, ilk kez ring dışında da hayranlar kazanacaktı. Yakışıylıydı, güzeldi, yaratıcıydı ve asla alçakgönüllü değildi.
Birçokları, bu genç adamın farklı tarzından etkileniyordu. Bu, her zaman iyi bir etki değildi. İngiliz gazeteci Neil Allen şunları kaleme almıştı: “Amerikalı, oyunlar boyunca öylesine çok şovmen izlenimi verdi ki birinin sağlam bir yumrukla onu uyandırmasını bekledik. Kimse bunu başaramadı ve finalde Clay yumruk demetlerini bir araya getirdi, rakibini ring dışına yumrukladı. Henüz yeni altın madalyalı ismin, yumrukları aldığında neler yapacağını bilmiyoruz ama gelecek sene profesyonel olacaktır ve gerçek değeri yakın zamanda belli olacaktır.” Değeri, kısa sürede belli oldu. Ünlü boksör, profesyonel kariyerinde 61 kez ringe çıktı ve sadece beş kez kaybetti. Bu mağlubiyetlerin üçünü yetmişlerde aldı, son ikisi ise Parkinson belirtilerinin kendini gösterdiği, konuşma ve hızlı hareket etme yetisini kaybetmeye başladığı seksenlerde geldi.
Ali, aslında her zaman su altında yumruklar atmıştı. Henüz yüzme bilmiyordu ama dövüşmeyi biliyordu. Olimpiyat oyunları ile birlikte dünya sahnesine çıkmıştı. Arkasından televizyon ve gazeteler ile birlikte bu tanışıklık arttı. Altmışlar onun çağıydı. Hayat, sanat ve politika gibi spor da değişiyordu ve o, bu değişimin başrollerinden biri olacaktı. Henüz Amerikan futbolunun bugünkü popülaritesine ulaşmadığı, NBA’in hiç ünlü olmadığı, beyzbolun sevildiği o yıllarda boks hâlâ tepedeydi. Alt sınıflar tarafından icra edilen, orta ve üst sınıflar tarafından Madison Square Garden gibi büyük arenalarda seyredilen bu sporun zirvesi de ağır sıklet boks şampiyonluğuydu. Muhammed Ali, bu unvanı 23 yaşında Sonny Liston’ı yenerek almıştı.
Bu sadece bir başlangıçtı. İki gün sonra bir basın toplantısında Müslüman olduğunu açıkladı. Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddetmesi de bu süreçte oldu. “Adamım, benim Vietkong ile bir sorunum yok” dediğinde yaşanacakları muhtemelen tahmin etmiyordu. John F. Kennedy’nin Dallas’ta suikasta kurban gidişinin üzerinden çok geçmemişti ve Kennedy’den koltuğu devralan Lyndon Johnson ile kurmayları Vietnam’dan nasıl çıkacaklarını bilmiyordu. Bu savaşın bir felaket olduğu yavaş yavaş keşfedilmeye başlanmıştı ama ilk etapta bunun yansıması Ali’ye zarar olarak döndü. Hapse girmekle burun buruna geldi ve kariyerinin en verimli döneminde üç yıl boyunca dövüşmesi yasaklandı.
Yirminci yüzyıl, tarihçi Eric Hobsbawm’ın ifadesiyle aşırılıklar çağıydı. Komünizmin, kapitalizmin, milliyetçiliğin damga vurduğu bu yüzyılda teknoloji başroldeydi. Gazeteler önce çok güçlenmiş, sonra yavaş yavaş gerilemişti. Radyonun etkisi kaybolmuş, oturma odalarının değişmez parçası haline gelen televizyon, hayatı değiştirmişti. Bir süper güç olarak ABD deniz aşırı ülkeleri bombalamayı kendisine hak görmeye başlamıştı, Soğuk Savaş ikliminde ayakta kalan son taraf olmaya çalışıyordu. Siyahlar ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekten usanmıştı ve bunu değiştirmek istiyorlardı. Dinler radikalleşiyor, İslamiyet bu eğilimde başı çekiyordu. Sinemada, müzikte ve edebiyatta genç isimler uyanıyor, büyüklerine "Hayır," diyorlardı, "işleri kendi istediğim gibi halledeceğim."
Bütün bunların ortasında ise Muhammed Ali vardı. Kennedy’nin ölümünden bir sene sonra The Beatles ile tanıştı, dünya ağır sıklet boks şampiyonu oldu, İslamiyet’i tercih edeceğini ve artık köle büyükbabasından miras kalan Cassius Clay adını taşımayacağını açıkladı. Yakın dostu Malcolm X ile kısa süre sonra arası bozulacak ve Malcolm X, çok geçmeden suikaste kurban gidecekti. Ali ile Florida’daki tanışmalarından birkaç yıl sonra John Lennon, The Beatles’ın Hz. İsa’dan daha popüler olduğunu açıklayacaktı. Muhammed Ali muhtemelen onlardan da ünlüydü.
Aşırılıklar çağının birçok noktasında Ali vardı. Malcolm X’in öldüğü gece, kendi evinde yangın çıkmıştı ve bu ona da yakın zamanda suikasta uğrayacağını düşündürmüştü. Yaşadı. Vietnam Savaşı’nı gördü ve gitmedi, radikalleşen ve düzene karşı duran üniversite çevreleri ile yakınlaştı, ilk başta tutkuyla bağlandığı Elijah Muhammed ve The Nation of Islam tarikatı ile arası bozuldu ve daha ortodoks bir İslam anlayışı benimsemeye başladı. Vicdani ret tercihinde bulunduğu için bokstan uzak kaldığı, yasaklı olduğu dönemde imaj çalışmalarını sürdürdü. Döneminin en popüler sunucularından Howard Cossell ile kurduğu dostluk, sürgündeki yıldız imajını güçlendirdi. Muhammed Ali hâlâ arzulanan bir nesneydi ve belki de herkesten önce çağa damga vuracak bir başka şeyin önemini fark etmişti: Reyting. Kariyerine başladığında kağıdın gücünü gören, her zaman gazetelere en süslü manşetlerini veren Ali, yetmişler ve seksenlerle birlikte televizyonun en pazarlanabilir yüzlerinden birine dönüşmüştü. Menajer Don King ile kurduğu ortaklık ona yüzyılın maçlarını getirmişti; gazeteler, kameralar ve radyolar peşinden hem Zaire’ye hem de Manila’ya gelmişti.
Artık Muhammed Ali aramızda değil. Ölümünün ardından dünyanın farklı köşelerinden siyasi liderler açıklamalar yaptı, aslında kendi mücadelerinin Ali'nin mücadelesi olduğunu duyurdu. Muhalif kalemler onları kınarken aslında Ali'nin kendi siyasi hareketlerine destek ve ilham olabileceğini vurgulamayı sürdürdü. Devir artık kutuplaşma devriydi ve gerçeğin nasıl olduğundan çok, kimlere hizmet ettiği mühimdi. Birkaç ay önce Müslümanların ABD'nin spor mirasına hiçbir katkı yapmadığını savunan Donald Trump, başkan adaylığı serüveni devam ederken Ali'nin ölümünden üzüntüyle bahsetmeyi unutmadı. Muhtarlarla yaptığı toplantının sonunda yaptığı konuşmanın neredeyse tamamını Türkiye'deki terör ve savaşa ayıran ve kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarını belirten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, karşısındaki yüzlere ve muhtarlara baktığında Ali'yi gördüğünü söyledi.
Muhammed Ali ise bütün bu süreçte artık yoktu. 20. yüzyılda kalmıştı ve hastalığı zaten milenyum sonrasındaki 16 yılda da aramızda olmasına engel olmuştu. Bütün bu hengâme sürerken, Ali'nin su altında çektirdiği o fotoğraflar en çok paylaşılan kareler arasında yer aldı. Hepsi, aslında yüzme bilmeyen genç bir adamın iddiaları sonucu çekilmişti ve şimdi "Ali aslında bizi anlatıyordu" yazılarının orta yerinden bize bakıyordu.
Muhammed Ali, birçok şeydi. Ali, birçok hayat sürmüştü, Ali, tabutuna baktığınızda kendi siyasi hareketinize dair mesajlar toplayacağınız bir ölüden fazlasıydı. Ali, her şeyden önce şakacı, deli, çılgın, aşırı özgüvenli, biraz patavatsız, ağzına geleni söyleyen, hesapsız kitapsız, son derece eğlenceli genç bir adamdı ve gerçekten de yüzme bilmiyordu. Ama bu, tarihi değiştirmesine engel olmayacaktı.