20/30

25 dk

İtiraf edin, her ne kadar “Eskisi kadar keyif vermiyor” deseniz de 2018 NBA All-Star hafta sonunu takviminize şimdiden işaretlediniz. En azından haberleri göz ucuyla takip ediyor, 16-18 Şubat arası düzenlenecek etkinlikte neler olacağını öğrenmeye çalışıyorsunuz. İşte bunun bir sebebi de birazdan okuyacağınız sayfalarda yer alan hatıralar. Zira spor izleyerek geçen ömrümüzde bir yandan da kendi hayat hikayemize yeni sayfalar ekliyor, beyaz camdan seyrettiğimiz bazı anları kişisel bir parçamız hâline getiriyoruz. Bagajımızda sadece okuduğumuz okullara ya da ilk öpücüğümüze değil, Vince Carter’ın smaçlarına da yer veriyoruz. O yüzden Socrates’in bagajını açtık, All-Star’ın son 20 yılından özel 30 madde çıkardık, farklı kalemlerin gözünden o anlara döndük. Merak etmeyin, anlatılan sizin de hikâyeniz.

1 | Şeytan Tüyü

Spor ürünlerinde Adidas'ın hâkimiyetinin olduğu yıllar... Piyasa hacmi belli; karşılarına çıkan yok, bütün defileler, kampanyalar onların tekelinde. Turgay Demirel, o sıralar basketbolu yeni bırakmış. Bir fikir atıyor ortaya; "Reebok'ı Türkiye'ye getirelim" diyor.

Ben Setur'da çalışıyorum. Daha çok iç turizmle ilgileniyorum, departman müdürüyüm. Reebok, ayakkabı, falan filan alakam yok. Öğreniyorum ki yakın arkadaşım Erman Kunter, bunların ilk reklam filminde oynayacak ve onun aracılığıyla benim ismim de Turgay Demirel'e gitmiş. "Bak bu çocuk ABD'de uzun yıllar yaşadı. Dili iyidir, turizm olsun, ihracat olsun çok iş yapmıştır, al bunu" diyor Erman. Turgay Demirel'in aklında da pazara çok güçlü girmek var. Malum, Reebok'ın logo güzel ama isminde biraz sakatlık var. Böyle kocaman REEBOK yazıp altını pek doldurmazsan insanlar "Bu ne ya?" diyebilir. Nitekim Erman'ın oynadığı, "Bence de Reebok" reklam kampanyası çok başarılı oluyor. Ben de işleri biraz daha büyüten Turgay Demirel'le görüşmeye çağrılıyorum.

Setur'da kazandığımdan çok daha fazlasını teklif ediyor bana. Kabul ediyorum teklifi. Tabii şu detay önemli; Reebok Türkiye'nin pazarlamasını Turgay'ın şirketi üstlendiği için işe girdiğim yer Reebok'ın global ofisi değil, Turgay Demirel'in şirketi. Reebok'a ek olarak, yine Turgay'ın girişimleriyle basımına başlanan Fast Break dergisinin yayıncılığı gibi farklı işlerde de rol alıyorum. 1993 yazı, yine o dönemlerden biri...

Milano'da o dönem bir Blacktop organizasyonu var, Reebok düzenliyor. Benim de aklımda "Acaba Fast Break için de bir şeyler çıkarabilir miyim?" sorusu... NBA'de Orlando Magic'le çaylak sezonunu geride bırakan 21 yaşındaki Shaquille O'Neal orada. Tabii, ben onu bizim okul tarihinin en unutulmaz maçlarından birinden, Aralık 1990'da oynanan Illinois-LSU mücadelesinden hatırlıyorum.

"Acaba bir kolej anısıyla içeri dalsam mı?" diye düşünürken çok eskiden tanıdığım Leonard Armato, yani Shaq'in menajerine durumu çıtlatıyorum. "Kesinlikle olmaz" diyor. "Ya Leonard, bak böyle bir dergimiz var. Bir fotoğraf çektirip dergiye ufacık bir kutu bile bassam yeter. Bir soru ya, bir soru!" diye tekrar ısrar ediyorum. Çünkü adam daha ilk sezonundan NBA'i kasıp kavurmuş, 23 sayı, 14 ribaund ve 3.5 blok ortalamalarla 'Yılın Çaylağı' seçilmiş... Leonard biraz beklettikten sonra, "Eh, hadi madem. Söyledim Shaq'e, Uzakdoğu’dan gelen bir gazeteci vardı. Uzakdoğu malum, çok uzakta olduğu için ona beş dakika verdi. Senin de beş dakikan var" dedi. İçeri girdim...

Blacktop için hazırladığımız Türk bayraklı beyaz bir tişört üzerimde. Ay-Yıldız'ı gören Shaq, "Müslüman mısın?" demişti. "Elhamdülillah" diye karşılık vermiştim. Güç bela izin alınan röportajın ilk cümleleriydi bunlar. Beklemediğim bir kıvılcım yakalamıştım.

Sonra hemen Illinois-LSU konusunu açtım. Şimdi, bunun lise çıkışında seçmesi muhtemel üniversiteler arasında Illinois de vardı.

Ben de bunu bildiğimden, "Son üçte Illinois de varken neden LSU?" dedim. Güldü. 102-96 kazandığımız LSU maçındaki bir pozisyondan bahsettim. Rennie Clemons diye bir guard’ımız vardı, 1.80 boyunda. "Rennie, Shaq'ın üzerinden smaç bastı. O'Neal'ı poster yaptı" şeklinde haber çıkmıştı ama aslında öyle bir şey yoktu. Olsa olsa turnikeydi o. "Shaq'ı poster yaptın, vay be!" diyordu bizimkiler Rennie'ye. Esprili bir dille bunun saçmalık olduğunu anlattım, yine böyle birkaç hikâye soktum araya. Beş dakika oldu 15 dakika. Baktım yemek söylüyor, ben devam ettim. Odaya açık büfe yemek geldikten sonra da devam ettik. Bir saat, iki saat... Hatta akabinde Shaq'ın gitmesi gereken bir yer vardı.

Beni de oraya davet etti. Shaq'ın limuzininde dönemin Fast Break reklam-satış sorumlusu Gülben Ergen ve Hürriyet'ten reklamcı iki kızla birlikte oraya gittik. Limuzin, Shaq, ben ve Gülben... Toplamda beş altı saat birlikte vakit geçirmişizdir. 1993 Ekim'de Fast Break'te basılan röportaj böyle ortaya çıktı.

Bugün onunla benzer bir ortam yakalasam, herhâlde en başta kafasını tam olarak basketbola vermeyişinin üzerinde dururdum. Potansiyelinin belki de sadece yüzde 60'ıyla sahadaydı ve yine de tüm bu başarıları kazandı. Hall of Famer oldu. Birlikte geçirdiğimiz günde bile rahatlığını, esnekliğini, hatta plansızlığını göstermişti. Yani, kaç kişi beş dakikalık röportaja güçlükle onay verdiği kişiyle gününün geri kalanını geçirir ki? Albümler, filmler, televizyon programları... Shaq, elbette bu oyunu sevdi ama basketbolun onun için hiçbir zaman amaç olduğunu düşünmüyorum. İnsanüstü fiziği ve atletizmi onu biraz bu alana yönlendirdi ve Shaq de basketbolu bir araç olarak kullandı. Bugünlerde Shaqtin' a Fool gibi bir program yapıp bununla özdeşleşmek isteyişi de bu tezi doğruluyor bence.

Shaquille O'Neal

Shaquille O'Neal

Profesyonel bir atletin birincil önceliğinin eğlenmek, hatta eğlendirmek oluşu bana tuhaf geliyor. Bunu asla eleştiri konusu etmiyorum; işin şov kısmında başrolü üstlenmek, Shaq'in ruhunda ve DNA'sında olan bir şey. Ama mesela kariyeri boyunca yüzde 50'yle serbest atış atmasını yadırgıyorum. Bu kadar yetenekli bir oyuncu, yıllar geçtikçe repertuvarına ne ekledi diye sorulsa net bir cevabım olmaz. Orlando-Los Angeles değişiminin ardından kilo aldı, daha da güçlendi ve atletizmini de korudu ama oyunu 20 senede biraz olsun çeşitlenemez miydi? Bu sorulara gelecek olumsuz yanıtlardan ötürü NBA tarihindeki yeri Wilt Chamberlain, Bill Russell ve Kareem AbdulJabbar'ın gerisi, Hakeem Olajuwon'un önü işte. Kötü bir konum mu? Elbette değil ama Shaq'in basketbola karşı hissiyatı biraz değişse sıralama çok daha farklı olurdu.

Mesela Orlando'dan ayrılışı... "Ben albüm yapacağım, film çevireceğim" diye LA'e gitti. Tak diye. Ne bir vicdan azabı ne başka şey... Penny Hardaway ağır sakatlıklar geçirmese, bu ikili korunabilse bugün Kobe Bryant'ın birkaç yüzüğü şu anki yerinde olmayabilirdi.

Tabii, Shaq da tüm bunların bilincindeydi. Penny müthiş bir oyuncu olsa da en verimli hâlinin bile Kobe Bryant seviyesinde bir oyuncu olamayacağı aşikar, Shaq da bunu görmüştür. Kobe'nin belki o sıralar biraz daha saygılı, anlayışlı yaklaşmasını bekliyordu ama öyle olmadı. Shaq'ın daha sonra da söylediği, "Benim de çok hatalarım oldu" cümlesi tamamen o yıllara istinaden. İkisi de diğeri olmadan bu şampiyonlukları yaşayamayacağını biliyordu ama itiraf edemediler işte.

Shaq'ın bazı yönlerden Magic Johnson'a benzediğini düşünürüm hep. Magic bir ara Eddie Murphy ve Arsenio Hall'la birlikte, "Hangimiz daha çok beyaz kadınla birlikte olacağız" diye bir yarışmaya katılmıştı, malum... AIDS teşhisinden sonra hakkında korkunç haberler çıktı ama biz hep sempatik, gülümseyen Magic'i gördük ekranda. Negatif yaklaşımına şahit olmazdık pek. Shaq de defalarca skandallara karışan ismini, kamuoyu gücü sayesinde, "Ah, tatlı Shaq! Sempatik dev yine yapacağını yaptı" haberleriyle temizledi. Yao Ming'le kendi dilinde dalga geçişi Çin'de çok büyük problem yaratabilecekken o olayı dahi sempatik yaklaşımıyla kontrol etti. Harvard mezunu değildi belki ama zekiydi ve karizmasını hep canlı tuttu. Şeytan tüyüne sahip olduğunu biliyordu.

All-Star hafta sonu da artık işin cılkının çıktığı yerdi. Maskesi, dansları, maç içi şovları, saha kenarındaki hareketleri ve hatta Mehmet'le bire biri... Shaq'in kariyeri boyunca All-Star hafta sonunda yaptıklarını herhangi başka bir oyuncu yapmaya çalışsa ya çok antipatik gözükür ya da organizasyonun hissedarı olduğu düşünülürdü. Shaq, doğaldı ve her defasında içindeki çocuğu serbest bıraktı. Burada belki babasının asker oluşu ve Shaq'in çocukluğunun gayriciddi ortamlardan tamamen uzak geçişinin de etkisi vardır, muhtemeldir.

Şeytan tüyü işte... Sonradan kazanılamayan, yaradılış gereği var olan bir çekicilik. Shaq, buna sahipti ve çoğu zaman All-Star hafta sonundaki maskenin rengi, serbest atış yüzdesinden önemliydi. / Murat Murathanoğlu

2 | Asist T-Mac, Sayı T-Mac!

Bazı anları unutmazsınız ve Tracy McGrady’nin kariyerinde bu anlardan çok var. Herkesin ilk aklına gelen, Houston Rockets formasıyla San Antonio Spurs’e karşı 35 saniyede bulduğu 13 sayıdır muhtemelen ama daha spesifik bir ana odaklanmak isteyenler için 2002 All-Star maçı da iyi bir tercih olabilir.

Her oyuncunun kendi takımının formasını giydiği maçta 1 numaralı Orlando Magic formasıyla sahne alan T-Mac, panyadan kendine verdiği pası havada yakalayıp smaçla tamamladığında benzersiz bir iş yapmıştı. Öyle ki savunmacısı Steve Nash, köşede bekleyen Ray Allen’a pas vereceğini düşündüğü McGrady’nin önünü açmış, bunun yerine driplingini sürdüren T-Mac’i pota altında bekleyen Nowitzki de rakibinin bir anda havaya fırlattığı topla paralize olmuştu. Herkesin donup kaldığı o anda McGrady, fırlattığı topu panyadan geri alıp çembere vurmuş, tüm salonu ve ekranları başındaki izleyicileri ayağa kaldırmıştı.

Evet, bu gerçekten eşsiz bir andı. İki yıl sonra yine T-Mac, 2005’te Vince Carter, 2006’da teatral bir performansla Shaquille O’Neal ve son olarak geçen yıl LeBron James aynı hareketi tekrarlayacaktı belki ama 2002 All-Star’daki o smacın farkı, bir ilk olmasında saklıydı. En azından bir jenerasyon için...

3 | Otomobilin Üstünden

NBA’de bu sezon ilk kez formaların üzerinde reklam alanları yer alıyor. Uzun yıllar dokunulmaz kabul edilen formalara dahi reklam yerleşimi, belki de kaçınılmaz bir sürecin getirisiydi. Ancak dönüp yakın tarihi hatırladığımızda, yeri geldiğinde formanın üzerine logo da kondurulabileceğini, hatta parkenin tam ortasına bir araba dahi çekilebileceğini NBA severlere kanıtlayan gün 19 Şubat 2011’di. Smaç yarışmaları, her daim basketbol takipçileri için müstesna bir yerdedir. Yerli All-Star için James White’ın Abdi İpekçi’deki şovu baş köşedeyken NBA anılarında ise Michael Jordan, Dominique Wilkins ve Vince Carter’ın tahtını sallamak kolay değildir.

Herkesin hayranlık beslediği smaç türü farklı olduğundan yarışma tarihindeki en iyi smacı seçmek oldukça zor ancak en büyük prodüksiyon ödülü takdim edilecek olsa, Blake Griffin’in eline su döken birini bulmak pek mümkün değil. 2011 All-Star’da önce orta saha çizgisine bir kilise korosu dizip I Believe, I Can Fly (Uçabileceğime İnanıyorum) şarkısını söyleten Griffin, çember altına da o dönem reklamlarında oynadığı aracı çekti. Üstü açılır camdan takım arkadaşı Baron Davis’in yolladığı pası kaportanın üzerinde yakalayan Griffin, en ikonik smaçlardan birini tek seferde tamamlayıp şampiyonluk unvanını evine götürdü.

Blake Griffin

Blake Griffin

4 | Beyaz Çikolata ve 146

Jason Williams’ın NBA’e giriş yaptığı yıl, ortaokul son sınıftaydım. Basketbolu Fast Break dergisinden, Karşıyaka’nın maçlarını İzmir Atatürk Spor Salonu’nun tribünlerinden, NBA'i Ender Bilgin’in sesiyle Kanal D’den ve NCAA’i de HBB’den takip ediyordum. Basketbol, en keyif aldığım şeylerin başında geliyordu. Okul takımı + mütevazı bir kulüpte forma giyiyordum ve basketbolcu olacağını zanneden her çocuk gibi benim de idollerim vardı. Elbette Michael Jordan, ilk NBA formamın sırtında ismi yazan Anfernee Hardaway, bir-iki yıl sonra hayatıma girecek Vince Carter ve hâlihazırda yeni girmiş Jason Williams...

Şimdi size kalkıp o dönem yaşadığımız imkânsızlıklarımızdan ya da zor elde ettiğimiz için çok sahiplendiğimiz tutkularımızdan falan bahsedecek değilim ama burada bir konunun altını çizmem gerekiyor... 146 sayısı sizin için ne anlam ifade ediyor bilmiyorum ama benim zihnimde 146 sayısının karşısında ‘kol gibi telefon faturaları’ görseli duruyor. Açayım; o dönemler internetin baş verdiği yıllar, yani internet diye bir şey var ama nasıl girersin, ne sürede girersin, girsen ne bulursun gibi soruların cevapları muamma.

Herhangi bir servis sağlayıcıdan satın aldığın internet paketiyle, toplama bilgisayarına taktığın telefon kablosu üzerinden, bugün bile kulaklarımda çınlayan detone, efektsiz ve cızırtılı bir Tatlıses taklidini andıran o dial-up bağlantı sesinin ardından internete girdin diyelim... Video mu izleyeceksin? YouTube yok, inanmazsın benzeri de yok. Ne var? Şimdiki blog mantığında siteler var böyle, televizyondan falan kaydedip kestikleri videoları yüklüyorlar; geneli 20-30 saniye, en uzunu nerden baksan 1-2 dakika, megabyte olarak ederi de 3-4 falan... Basıyorsun download tuşuna, sonra içeri gidiyorsun, bir çay koyuyorsun, çay olana kadar duşa girip çıkıyorsun, kontörlü hattından harcadığın birkaç SMS’le eşinle dostunla konuşuyorsun, sonra da tekrar bilgisayarın başına geçip taze inmiş videonu seyre dalıyorsun. 146 da internetin 900’lü hatları gibi bir şey işte, Telekom’un hızlı ama pahalı servis sağlayıcısı, tüm bu süreçleri kısaltmana yarıyor. Şimdi diyeceksiniz ki: “ABİ SEN NE ANLATIYORSUN?” Hemen cevaplayayım.

Ben Jason Williams’la Vince Carter’ı emek emek indirdiğim o 30 saniyelik videolarla tanıdım. Saatler harcadım, hatırı sayılır meblağda telefon parası harcadım (harcattım), nereden baksan 50-60 videoluk arşiv yaptım ki hâlâ evde bir CD’nin içinde saklarım hepsini. O no-look asistler, tomahawk’lar, windmiller’ler, 360’lar, crossover’lar, üçlükler falan hepsi bende, 360p belki ama bende işte... Namı diğer White Chocolate’ın 2000 All-Star hafta sonunda oynanan Rookies-Sophomores maçındaki dirsek pası dâhil. Belki de en çok o dâhil.

Bugün YouTube sayesinde herkes farkında belki ama James Posey beceriksizi Raef LaFrentz’e faul yapıp tarihin en iyi asistlerinden birini heba etmese o gün tüm dünya bilecekti o pası. Ben hangi sitelerde dolanıyordum o sıralar ve nasıl denk geldim hatırlamıyorum ama videoyu izlediğim ilk ânı hatırlıyorum... Anlamadım. Çok net anlamadım. Başa aldım, yine anlamadım. Görüntü piksel yönünden zayıftı tabii, onun da etkisi vardır ama tekrarı görene kadar gerçekten anlamadım. Ertesi gün Vince Carter smaç yarışmasında sapıtana kadar da etkisinden çıkamadım. Size de tavsiyem, görmediyseniz açıp bir bakın.

En iyi All-Star hafta sonumun hikâyesi bu işte; Jason Williams’la başlayıp Vince Carter’la biten. Bence baya’ iyi... / Onur Erdem

5 | Kobe vs. Philadelphia

Mitolojideki ve gerçek hayattaki birçok kahraman gibi Kobe Bryant’ın da ‘ev’ ile hep sorunlu bir ilişkisi oldu. Çocukluğunda Philadelphia’nın batısındaki Lower Merion Lisesi’nde forma giyen ve 76ers forması giymenin hayalini kuran Bryant ile hemşehrilerinin arasına kara kedi girmesine neden olan konu, 2001 NBA Finalleri’nde yaşandı. Los Angeles Lakers’ın genç yıldızı, Allen Iverson tarafından sürüklenen Philadelphia ile oynadıkları üçüncü maç sonrası takımı 2-1 öne geçtikten sonra “Onların kalbini sökeceğiz” dedi ve şehrinin ondan nefret etmesini sağladı. Bir sene sonra All-Star maçı için Philly’ye geldiğinde ise kararlıydı. Sahada 30 dakika kalan ve takımındaki diğer herkesten en az 10 şut daha fazla kullanan Kobe, 31 sayıyla oynadı ve En Değerli Oyuncu (MVP) ödülünü aldı. David Stern ona ödülünü takdim ederken tribünlerden yükselen yuhalama sesleri de bu sahneyi destansı kılan taraftı.

Yıllar sonra 2017’de, emekliliği öncesinde evi Philadelphia’daki son maçını oynamaya gelen Kobe, bu kez sevgi ve saygı seline boğuldu. Artık herkes tarafından değer verilen bir süper yıldız mirasına sahipti. Ama hâlâ özür bekleyen Philly'li spor yazarı Dan McQuade, hemşehrilerine "Kobe'yi yuhalayın' çağrısı yapıyordu. Aynı hissi paylaşan başkaları da vardı; bunlardan bazıları, yıldız ismin maçtan bir akşam önce sokağa çıkıp şehrin ünlü yemeği cheesesteak’i yemesine takılmış ve "Sanki bizden biri gibi davranmaya çalışıyor" diye eleştiride bulunmuştu. Görünen o ki evdeki bazı yaralar hâlâ kapanmamıştı.

6 | Bir Gelenek: All-Star Formaları

İlk NBA All-Star maçı 1951 yılında düzenlendi. İki konferansın en iyilerini karşı karşıya getiren bu yeni formatın dikkat çekici unsurlarından birisi de katılımcıların giydiği havalı formalardı. Üzerinde konferansı adına parkeye çıkan oyuncuları temsil eden yıldızlara sahip ilk dizayn oldukça sadeydi. Zaten uzun yıllar boyunca da ABD’nin bayrak renklerini taşıyan bu basit ama güzel tasarımın dışına pek çıkılmadı. Hatta tüm dünyanın görsellik anlamında çehre değiştirdiği 80’lerde dahi, All-Star formaları köklerine sadık kalmayı sürdürdü.

90’lı yıllar tüm NBA’in görsel kabuğunu değiştirdiği dönem olacaktı. Takımları simgeleyen görsellerle bezenmiş rengârenk formalar, daha uzun şortlar ve markaların kızışan rekabet ortamına ayak uydurmak için ürettiği ikonik ayakkabılar değişimi simgeliyordu. Artık tüm dünyanın gözü, Michael Jordan faktörünün de yardımıyla NBA’in üzerindeydi. Hem somut hem de soyut bu renklenmenin sirayet ettiği noktalardan birisi de All-Star organizasyonu oldu. Birçoklarına göre tarihin en unutulmaz All-Star formaları, 90’ların ilk bölümüne aitti.

1995 Phoenix ve 1996 San Antonio’da tercih edilen ‘şehir’ temalı iki müthiş tasarım sonrası, 1997-2002 arası tuhaf bir deneme yapıldı ve herkes takımının standart formasıyla maça çıktı. Bu periyot, All-Star’ın görsel tarihine olumlu şekilde geçmeyecekti. Neyse ki 2003’te giyilen retro formayla hatadan dönüldü ve 2004’ten günümüze, gittikçe daha da modernleşen bir çizgide yeni tasarımlar gelmeye devam ediyor...

7 | Bir Nefret Objesi

Tuttuğunuz takıma karşı sayı üretmesi herhangi bir başka oyuncudan daha sinir bozucu olan adamlar vardır. Zirve dönemindeki Nate Robinson benim için onların birincisiydi. Mesele, 1.75’lik bir oyuncunun bir NBA maçında sayı(lar) kaydedebiliyor olması değildi asla. Daha çok, oyun stili ve oyundaki etkinliğini hayli aşan kafa tutma, sataşma, poz yapma huylarıydı asap bozan. Sokakta üçe üç oynarken dışarıdan gelip maça bir şekilde dahil olan, basketbolun nasıl oynandığı hususunda kendine has bir düşünceye sahip ve o düşünce içinde pas olgusuna yer vermiyor gibi gözüken, harala gürele oyunuyla da ortalığı bir süreliğine karıştırmayı beceren, hepinizin rast geldiği o adamların NBA yansımasıydı Robinson’ın oyunu. Hâl ve hareketleriyle de “Tutmayın küçük enişteyi!” dedirtiyordu.

Bu yetmezmiş gibi, Robinson’ın 2006-2010 yılları arasında All-Star Smaç Yarışması’nı üç kez kazanması da hem NBA All-Star Hafta Sonu hem de Smaç Yarışması’nın 2000’lerin ortasından itibaren yaşadığı hızlı cıvımanın en büyük sembolü olarak aklımda yer etti. All-Star maçına ve hafta sonuna büyük önem atfettiğim yoktu, ama NBA’e verdiğim önem hep büyük olmuştu ve onun özel olması gereken gecelerinin bu denli sulandırılması hoşuma gitmiyordu. Robinson’ın üç şampiyonluk birden kazanması, All-Star hafta sonlarının üzerine çöken “Abi eğlencemizdeyiz işte, kasmayın” kafasının önüne geçilmemesiyle mümkün hâle gelmişti. 2006’daki yarışmanın final smacını 14 deneme sonunda yapabilmesine rağmen Andre Iguodala’nın önünde birinci oluşu, kanımca NBA tarihinin en büyük soytarılıklarından biriydi. 2009’da, önceki yıl Superman pelerini giyerek smaç vurdu diye (ki o da tam bir smaç değildi) şampiyonluğu alan Dwight Howard’a yine pelerin giydirdiği ve ardından onun üstünden vurduğu ‘Kripto-Nate’ konseptli smacı ise smaç yarışmalarının piyes yarışmasına dönüşünün kanıtı gibiydi sanki.

Robinson, biraz kendi kurnazlığı biraz da boyunun kısalığı sayesinde smaç yarışmasında bir ‘bug’ ortaya çıkarmıştı. NBA kariyeri boyunca önünde bir engel oluşturan 1.75’lik (belki daha da kısa) boyu, smaç yaparken kendisi için bir avantaja dönüşmekteydi. Standart bir smacı dahi, ayaklarının yerden kesilmesiyle potaya varışı arasındaki süre daha uzun olduğu için farklı bir algı yaratıyordu ve muhtemelen fiziğinden ötürü pozitif ayrımcılık da söz konusuydu. Robinson bunun yanında, dönemin ruhuna uygun oynamayı da bilerek bir gün kendinden önceki ‘bücür’ şampiyon Spud Webb’i, bir başka gün de Superman kılığındaki Howard’ı gösterisine dâhil ediyordu. Hakkını vermek gerekir ki sıradan izleyicinin gönlüne hitap etmeyi başarmıştı.

Uzaklardan bir ses duyuyorum; “Yahu bu Nate Robinson hiç mi iyi bir şey yapmadı?” diye soruyor. Derrick Rose’dan yoksun Chicago Bulls’a omuz verdiği 2012-13 sezonu performansı etkileyiciydi doğrusu. Sonu şampiyonlukla bitmiyordu, bir peri masalından ziyade bir azim öyküsüydü ama smaç müsamerelerinden daha sahiciydi. Düşününce, Robinson’ın her zamanki hareketleri ve oyunu bile o sene o kadar da batmamıştı. / Orkun Çolakoğlu

Nate Robinson ile Dwight Howard

Nate Robinson ile Dwight Howard

8 | Yaratıcı, Estetik, Kusursuz

"Tarihin en kötü smaç yarışması hangisiydi?"

Nate Robinson'ın üçüncü şampiyonluğunu kazandığı Dallas 2010'da bu sorunun cevabından emin gibiydim. DeMar DeRozan'ın modern dönemdeki en etkileyici smaçlardan birini yapmasına rağmen yüz kızartıcı şekilde Nate'in gerisinde kalışı artık bu işin dip noktasıydı. Eve döndüğümde, bir yazı kaleme alma ihtiyacı hissettim.

Objektif olmak gerekirse tarihin en kötü smaç yarışması için herhâlde 1997 yılına gitmek gerekir. Cleveland'daki All-Star'da katılımcılar Darvin Ham, Chris Carr, Bob Sura, Michael Finley, Ray Allen ve çaylak sezonundaki Kobe Bryant idi. NBA yönetimi, o yıl hafta sonuna gelen Michael Jordan, Clyde Draxler ve Shawn Kemp gibi yıldızlardan hiçbirini smaç yarışmasına katılma konusunda ikna edememişti. Kobe Bryant'ın kazandığı 1997'deki yarışma o kadar kötüydü ki David Stern bir yıl sonraki All-Star'da, "Yeterli ilgi yok, yıldızları buraya çekemiyoruz" diyerek şimdiki Shooting Stars'a benzer bir formattaki WNBA-NBA 2Ball'u getirmişti. 1998'de smaç yarışması yapılmadı, 1999'da ise lokavt nedeniyle gündeme bile gelmedi.

Vince Carter, işte böyle bir ortamda sahneye çıktı. Tılsımını kaybetmiş, herkesin "Göreceğimizi gördük, yapılmadık smaç kalmadı" dediği yarışmayı belki de 1988 Dominique Wilkins-Michael Jordan kapışmasından beri görülmeyen bir seviyeye çekti. Kuzeni Tracy McGrady'nin karşısına çıkmak istemediğini ve onu zorla ikna ettiğini çok sonradan öğrenecektim.

Yıllar sonra, 2000 smaç yarışmasının sözlü tarihini hazırlarken Vince'le konuştuğumda T-Mac'in 'yaratıcı biri olmadığını' düşündüğü için geri adım attığını ve "Vince, senin kazanacağın bir yarışmada yer almamın ne anlamı var?" dediği ortaya çıkmıştı.

Vince, üzerindeki baskıyı biraz olsun hafifletmek istiyordu. Malum, iki yıldır düzenlenmeyen yarışmanın 90'ların ikinci yarısındaki en akılda kalıcı ânı, muhtemelen Brent Barry'nin serbest atış çizgisinden sıçrayarak yaptığı smaçtı. Vince, daha güçsüz rakiplerle rahat bir zafer de kazanabilirdi ama 1988 ruhuna yaklaşması için bir Dominique'e ihtiyacı vardı. Vince ve T-Mac o gün Oakland trafiğine takıldılar. Hatta salona yarışmanın başlamasına yarım saatten daha az bir süre kala gelebilmişlerdi. Shaquille O'Neal ve kamerası, yerini almıştı. Halle Berry, Denzel Washington gibi Hollywood yıldızları da smaç yarışmasının geri dönüşünü bekliyorlardı. Steve Francis'in ilk smacından sonra sıra, Vince Carter'a gelecekti.

"Sahaya ilk geldiğimde ne yapacağımı bilmiyordum. Aklımda net bir smaç yoktu. Tekrarı izleyenler, birinci smaçtan önce afallamış şekilde kısa bir süre sahada dolandığımı görebilir. Düşünme sürecinde aklıma 360 derece dönüşü değirmenle bitirmek geldi. Yarışmadan önce kafamda belirlediğim smaçlar arasında bu yoktu çünkü antrenmanda bile zar zor yapabilmiştim. Fazla yükseğe çıkamıyordum. Oakland'da parkeye çıktığımda 'Bunu yaparsam, gecenin geri kalanı çok iyi geçer' dedim. Geçti de..." Vince, 50 tam puan aldığı gecenin ilk smacını böyle anlatmıştı. Tracy McGrady ve Steve Francis, ilk turu 45'er puanla geçtiler. Francis, ikinci smacında tam puan alacak, Vinsanity ise pota arkasından geleceği ikinci değirmen smacında 49'da kalacaktı. Puanını kıran, aynı onun gibi eski bir UNC yıldızı Kenny Smith'ti. "Yaptıktan sonra kenara baktığımda; 10, 10, 10, 10 ve 9'u gördüm. 'Kenny, hadi ama, aynı okuldanız' demiştim içimden. Bütün smaçlarımda 50 tam puan almayı hedefliyordum ve Kenny bu ihtimali daha ikinci smaçtan mahvetmişti."

Vince'in itirafının ardından, Kenny Smith de yıllar sonra, "Carter ilk smacında seviyeyi o kadar yukarıya çekti ki ben de afalladım. 10 puan vermeliydim" demişti. Sıra üçüncü smaca geldiğinde Vince'in bir kuralın farkında olmadığı ortaya çıkmıştı. Yeni yönetmeliğe göre, oyuncular ilk tur smaçlarında mutlaka takım arkadaşlarından yardım alarak en az bir smaç yapmalıydı. Carter, bu kuraldan haberdar olmadığını ve daha sonra topu bacak arasından geçirip yaptığı smacı, şu sözlerle anlatacaktı:

"Bana kimse birinden pas almam gerektiğini söylemedi. Bundan bahsetseler, Tracy ile çalışırdık. Yarışmadan yaklaşık yedi-sekiz gün önce, bir dergide havada topu bacaklarının arasından geçirmiş şekilde duran, böyle fotoğrafı basılmış birini görmüştüm. Tracy'ye 'Topu bana şu yükseklikten at' diye işaret ettim. Birincisinde olmadı, ikincisinde yaptık."

T-Mac, ilk bacak arası smacını daha önce hiç denemedikleri hâlde yapan kuzenine, "Sen delisin" demişti. Kenny Smith, sonradan kült olacak "Bitti. Bu iş bitti!" çığlığını ilk kez o smaçtan sonra atmıştı. Tabii, herkes için bitti gibi gözüken yarışmada Steve Francis ve Tracy McGrady de jüriden iyi puanlar alan smaçlar yapmışlardı. T-Mac çift el alley oop değirmenle final turunu 45 puanla açmıştı. Steve Francis'in ikonik değirmeni de jüriden 43 puan topluyordu.

Vince Carter, final turundaki ilk smacından önce kolunu ovuşturdu. "Tanrım, lütfen bir yerime zarar gelmesin. Çemberde asılı kalayım. Düşüp rezil olmayayım" diye anlatacağı, sağ kolunu potanın içine sokup dirseğini çemberin üzerinde bıraktığı smacıyla yine 50 tam puan almıştı. Şampiyonluk için final turunun son smacında 42 alması yeterliydi. Jürinin çok yakınında oturan Dr. J, yani efsane Julius Erving'e bir bakış atarak serbest atış çizgisinden çift el smaca gitti. Son smacında aldığı 48 puan, onun için gecenin en düşük skoruydu.

"Beni yakından tanıyanlar idolümün Julius Erving olduğunu bilir. Son smacımla Dr. J'i onurlandırmak istemiştim ve ardından hayatımın en mutlu anlarından birini yaşadım. Kupayla kulise doğru ilerlerken arkadan bir ses duydum..."

O ses, Vince'i tebrik etmek için kuliste bekleyen Julius Erving'e aitti.

Dr. J onaylamıştı. Smaç yarışması, artık geri dönebilirdi. / Dave Zrum

Vince Carter

Vince Carter

9 | Mariah Carey ve Sonrası

All-Star organizasyonuna yapılacak en büyük haksızlık, onu Super Bowl ile kıyaslamak olur. Çünkü birinin aracı ve amacı eğlenceyken diğerinin gidiş yolunda muhteşem bir spor rekabeti vardır. Bir de elbette devre arası şovları... Pazar gecesi oynanan All-Star maçının devre arasında sahne alan sanatçılar, Super Bowl'daki gibi şovun bir parçası ve kaynağı olmazlar, zaten onlardan bunu bekleyen de yoktur. Yine de yakın geçmişte bazı istisnalar yok değil.

Mariah Carey’nin hem Chicago Bulls hem Washington Wizards formalarından oluşan iki ayrı kıyafetle sahne aldığı 2003 yılını hatırlıyorsanız, neden bahsettiğimizi anlamışsınızdır. Carey’nin Michael Jordan’ın son All-Star maçının devre arasında yaptığı şov, karşılaşmanın duygusal yoğunluğu da göz önüne alındığında unutulmazdır. Başka? Beyonce’nin Destiny’s Child’dan ayrıldıktan sonra solo kariyerinin başında çıktığı 2004, Christina Aguilera ile Cirque de Soleil’in beraber şov yaptığı 2007, Shakira ile Alicia Keys’in damga vurduğu 2010 ve başlangıcını Drake ile Rihanna’nın yaptığı, Kanye West’in de başyapıtı All of the Lights ile bitirdiği 2011 yine akla gelenler… 2008’de Katrina Kasırgası sonrası New Orleans’ta yapılan etkinliğin devre arasında sahne alan Harry Connick Jr.’a şehrin jazz efsaneleri Ellis Marsalis, Dr. John, Allen Toussaint’in eşlik ettiği konser ise All Star tarihinin en anlamlı şovlarından biri muhtemelen...

10 | Lokavt, İptal ve Yenilik

1997-1998 sezonunu takip eden yaz, NBA’de takım sahipleri ve oyuncu sendikası arasında düzenlenen toplu iş sözleşmesinin yenilenme vakti gelmişti. İki tarafın anlaşamayıp sürecin lokavta taşınması alışılagelmemiş bir durum değildi, zira önceki üç yazın ikisinde de benzer senaryolar işlemişti. 1998 yazını farklı kılansa lokavtın beklentilerin çok ötesine geçip neredeyse altı ay kadar sürmüş olmasıydı. Bir ara tüm sezonun iptal edilebileceği dahi konuşulan, normal sezonun 50 maça çekilmesine yol açan ve ancak Ocak ayında yeni sözleşmenin imzalanabildiği çetrefilli dönem, ligin işleyişi kadar All-Star geleneğini de etkiledi. 47 yıllık mazisi olan organizasyon, takvim sıkışıklığından nasibini alarak 1999’da ilk kez rafa kalktı. Ev sahibi olması planlanan Philadelphia, David Stern’ün söz verdiği üzere üç yıl sonra All-Star’ına kavuştu. Lokavtın All-Star’a bıraktığı bir diğer miras da Çaylaklarİkinci yıl oyuncuları (Rookies-Sophomores) maçıydı. O yıla dek çaylaklar arasında Doğu-Batı şeklinde oynanan maç, iptal edilen organizasyon sebebiyle 1998 sınıfı maça çıkamayınca format değiştirdi. Dirk Nowitzki, Paul Pierce, Jason Williams ve Mike Bibby gibi isimler ertesi yıl Sophomore etiketiyle koç Bill Russell’ın yönetiminde parkedeki yerlerini alacaktı.

Socrates Dergi