Alman İsmail

10 dk

İsmail Güler, 1984 yılından bu yana Amasya Üniversitesi'nde Almanca öğretmenliği yapıyor. 1974 yılında ise Alman gazetelerinin spor sayfalarındaydı. Hikâyesini kendisinden dinliyoruz…

"İsmail, Almanya adına oynayacak ilk Türk olabilir."

Bu sözler, Almanya'ya 1972 Avrupa Şampiyonası ve 1974 Dünya Kupası zaferlerini yaşatan efsane teknik direktör Helmut Schön'e ait. 12 yaşındaki İsmail Güler, kısa bir süre sonra Münih Olimpiyat Stadyumu'nda Dünya Kupası'nı havaya kaldıracak takım arkadaşlarıyla nasıl kamp yaptı? İsmail Hoca'yı Amasya'dan İstanbul'a davet ettik ve Maçka Parkı'nda buluşup sözü ona bıraktık…

Adım İsmail Güler. 1962 Sivas doğumluyum. 1970'te işçi ailesi olarak Berlin'e taşındık. Bir gün apartmanın önünde topa vururken, biri gelip bana bir şeyler söyledi. Almanca bilmediğim için anlayamadım. Bu kişi her gün gelip beni izlemeye başladı. Daha sonra adresimi bulup babamla konuşmuş. Beni takımda oynatmak istiyorlarmış. Böylece BTSV 1850 Berlin takımında oynamaya başladım. Almanya'da futbol altyapı sistemi 10-E'den başlar, 1-A'ya kadar gider. Beni direkt 1-E'den başlattılar. İki yıl sonra 1-D'ye geçtim. Burada oynadığım bir yıl boyunca her ay, 'Ayın Oyuncusu' seçildim. Sonrasında üç yıl üst üste 'Yılın Oyuncusu' olunca beni ödüllendirmek istemişler. Antrenörlerim bana iki seçenek sundu: Ya 1974 Dünya Kupası'nı şeref tribününde izleyecek ya da Almanya Milli Takımı'nın kampına katılacaktım. Ben düşündüm, ikincisini seçtim.

1974 Dünya Kupası, Almanya'da düzenleniyordu. Kamp da Berlin'deydi. Kamp boyunca takımla çalıştım. Bir gün kahvaltıdan sonra antrenmanda kaleci Sepp Maier'e penaltı atmamı rica ettiler. Tabii karşımda dünya devini görünce heyecanlandım. Önce Hölzenbein orta yaptı, ben şut attım. Ardından penaltı kullandım. Gol oldu ama bilmiyorum, belki de Maier kasıtlı olarak yemiştir. Çünkü o zaman dünyanın en iyisiydi. Zaten yıldızlarla doluydu takım. 1972'de Avrupa şampiyonu olmuşlardı. Maier, Schwarzenbeck, Berti Vogts, Hoeness, Breitner, Overath, Netzer, Beckenbauer, Gerd Müller... İki yıl önce televizyonda izlediğim bu yıldızların hepsiyle oturup sohbet ettik, birlikte futbol oynadık. O dönem Bild gazetesinde çıkan haberde de yazdığı üzere milyonlarca genç onlarla birlikte olmayı hayal ediyordu. Benim için bu hayalin gerçek olması gerçekten anlatılmaz bir duygu, çok güzel anılar bıraktı bende. 

Teknik direktör Helmut Schön'dü. Bir gün antrenmandan sonra bir araya geldik. Beni çok beğendiğini ve ileride Almanya adına oynayacak ilk Türk olabileceğimi söyledi. Başımı okşayarak gazetecilere benim yeteneklerimi anlattı. Gazetelerde birlikte fotoğraflarımız çıktı. Almanya'nın Şili'yle oynadığı ilk maçı da şeref tribününden izledim. Doğan Babacan yönetmişti maçı.

Dünya Kupası sonrası BTSV'de devam ettim. Ben gittiğimde takımda hiç Türk yoktu. Daha sonra arkadaşlarımı da götürdüm ve Türk grubu olduk. BTSV'nin T'sini Türk gibi görmeye başladı Almanlar. Türk takımları da kurulmaya başlamıştı. Anadoluspor, Türkgücü... Biz iki takımda birden oynayabiliyorduk ve ben de bir yandan Anadoluspor'da oynamaya başladım. Türkgücü'nde İlyas Tüfekçi vardı, karşılıklı oynadığımızı hatırlıyorum.

"Anneannem vefat edince annemin Türkiye özlemi ağır bastı, 78'de Türkiye'ye döndük. Sivas'a..."

"Anneannem vefat edince annemin Türkiye özlemi ağır bastı, 78'de Türkiye'ye döndük. Sivas'a..."

O ara anneannemi kaybettik. O olaydan sonra annemin Türkiye özlemi ağır basmaya başladı. "Annem benden uzakta öldü, babamı da göremeyeceğim" diyordu. 1978 yılında Türkiye'ye dönmeye karar verdik. BTSV'deki hocam eve gelip babama çok ısrar etti, "Bu çocuğu bana evlatlık verin, kesinlikle Türkiye'ye götürmeyin, çok büyük yetenek" dedi ama babam razı olmadı. Böylece Türkiye'ye döndük. Ben Sivas Demirspor'da oynamaya başladım.

Türkiye'ye geldiğimde muhtelif sebeplerden zorluklar yaşadım. Hem sistemler yerine bireysel becerilerin ön planda olması nedeniyle saha içinde hem de Türkçem zayıf olduğu için saha dışında sıkıntı çektim. Bir restorana gittiğimde garsona yüksek sesle seslenemiyor, siparişimi ancak göz göze gelirsek verebiliyordum. Hatta minibüste "İnecek var" diye bağıramadığım için eğer minibüs benim ineceğim yerde durmazsa durduğu yere kadar devam ediyordum. Çekingendim. Ama futbol oynarken çekingenliğimi tamamen üzerimden atıyordum. Bu anlamda Ünal Karaman'a benzetiyorum kendimi, çok güçlü ve çok hırslıydım. Topu kaybettiğimde geri kazanmak için her şeyi yapardım. Takım için oynayan biriydim ama genelde herkes tribüne oynuyordu, yani kendi için.

Sivas Demirspor'daki ilk sezonumda şampiyon olduk ve Adana'daki grup maçlarına katılmaya hak kazandık. Orada beni gören Adana Demirspor Teknik Direktörü Gündüz Tekin Onay, "Bu çocuğu mutlaka alacağım" dedi ve beni kulübümden istedi. Ama idarecilerimiz kabul etmedi, "Biz seni daha büyük takımlara vereceğiz" dediler. Bir yıl daha Sivas'ta kaldım, o yıl da şampiyon olduk. Bu defa grup maçları için Eskişehir'e gittik ve orada da Eskişehirspor Teknik Direktörü Nihat Atacan "Bu çocuk büyük yetenek. Bunu Eskişehirspor'a kazandıracağım" dedi ama beni yine vermediler. "Bir yıl daha bizde oyna, seni daha büyük takımlara vereceğiz" dediler.

Daha sonra üniversite sınavına girdim, 19 Mayıs Üniversitesi Almanca Öğretmenliği bölümünü kazandım. Samsun'a taşınınca, Samsunspor'da oynamaya başladım. A Takım'da kadroya girmekte zorlandım çünkü benim dışımda üç santrfor daha vardı. Biri de Tanju Çolak'tı. Gerçekten büyük bir yetenekti, zaten daha önce Avrupa'da penaltı yarışması kazanmıştı, bir şöhreti vardı. Beni Amasyaspor'a kiralamak istediler ama ben üniversite okuduğum için kabul etmedim.

Bir sezon şehrin ünlü amatör kulüplerinden Volkanspor'da oynadım. 18 maçta attığım 63 golle gol kralı oldum. Amasyaspor'a transferim ise 1984 yılında mezun olup öğretim görevlisi olarak Amasya Üniversitesi'ne atanınca gerçekleşti. Oradan, kızımın kreş masraflarını üstlenen Amasya Belediyespor'a geçtim. Üçüncü Lig'de iki sezon oynadıktan sonra diyabet nedeniyle futbolu bırakmak zorunda kaldım.

"Türkiye'de oynadığım kulüpler, 1974 Almanya takımıyla kamp yaptığımı bilmiyordu..."

"Türkiye'de oynadığım kulüpler, 1974 Almanya takımıyla kamp yaptığımı bilmiyordu..."

Almanya'da kusursuz bir sistem var. Kim hak ediyorsa o oynuyor. Ben oradaki düzene alışık olduğum için sağa sola bakmadan işimi yapıyordum ama Türkiye'de işlerin böyle yürümediğini kısa sürede gördüm. Mesela kampa gidiyorduk, akşam dinlenmemiz gereken saatte herkes odada kâğıtla kumar oynuyordu. Oynamazsan dışarıda kalıyordun. Gruplaşmaların içinde olmak ya da idarecilerle iyi ilişkiler kurmak gerekiyordu. 11'de oynamak için teknik direktöre Marlboro alan futbolcular vardı. Bir hazırlık maçında hoca beni sağ açık oynattı, o gün iki gol atınca benden orada oynamamı istedi. Soyunma odasında hocaya bu mevkide başarılı olabileceğimi düşünmediğimi söylediğimde aldığım cevap, "Ben harcamak istediğim futbolcuyu farklı mevkide oynatır, yine harcarım" oldu. Aynen bu ifadeyi kullandı.

Türkiye'de oynadığım kulüplerin hiçbirinde, '74 Almanya takımıyla kamp yaptığım bilinmiyordu. Sadece aramızda samimiyet oluştuğu için iki yıl boyunca birlikte kaldığım, daha sonra Samsunspor Başkanlığı da yapan oda arkadaşım Emin Kar'a anlatmış, gazete kupürlerini göstermiştim. O da bana "Sen bunu niye kimseye söylemiyorsun? İdarecilere anlatsan seni banko oynatırlar" diye kızmıştı. Ben yapım gereği hiçbir zaman bunu anlatma ihtiyacı hissetmedim. Ama bugün olsa anlatırdım. Biraz da Türkiye şartlarına alıştığım için bunu söyleyebiliyorum. Türkiye'de her şey reklam. Bu sadece futbol değil her alanda geçerli.

Futbolu bıraktıktan sonra antrenörlük yapmak için Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'ne başvurdum ancak derslerimden dolayı kurslara katılamadım. Bir süre sonra beni arayıp antrenörlük belgemin hazır olduğunu söylediler. Şaşırdım. Katılmadığım bir kursun belgesini alamayacağımı söyledim. Şu anda Amasya Üniversitesi Sosyal Bilimler Mesleküstü Okulu'nda çalışıyorum. 34 yıldır, futboldan kopmamak ve öğrencilerimi spora teşvik etmek için bölümler arası turnuva düzenliyorum. Okul açıldığında başlayan bu turnuvalar dönem sonuna kadar devam ediyor. Daha sonra bu turnuvaları izleyerek okul takımı kuruyorum ve diğer fakültelerle maç yapıyoruz. Hatta zaman zaman bu takımda oynamak için alttan ders bırakan, iki yıllık okulu dört yılda bitiren öğrencilerimiz oluyor. Bir ara amatör bir takımın başına geçmemi istediler. Geçtim, o takımı da üniversite öğrencilerinden kurdum. Ama şike yapıldığını, maçların alınıp satıldığını görünce bu işin bana göre olmadığına kanaat getirdim. Bunu okulda, daha nezih bir ortamda yapmak bana daha iyi geliyor. Ama aynı futbolculuğumdaki gibi teknik direktörlüğümde de sakin yapım kayboluyor. Hırsımla, golden sonraki sevinçlerimle kendimi biraz Yılmaz Vural'a benzetiyorum diyebilirim.

Socrates Dergi