
Almanya, Sıfır Yılı
18 dk
Babanızla yaptığınız ilk futbol sohbetlerinin temeli muhtemelen 1974 Dünya Kupası’na dayanır. Turnuvanın yıldızı Hollanda ve Almanya olmasına rağmen neden o kupa Türkiye için de özeldir?
Taksim Meydanı, 1974... “Sarı Fare, bizim takımdan olacak, itiraz yok!” Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’nın önünde maç yapmak için toplanmışlardı ve sarı, düz saçlı ufaklığı paylaşmakta sorunlar yaşanıyordu. Birkaç gün önce Dünya Kupası’nda izledikleri Johan Cruyff, üzerlerinde büyük bir etki bırakmıştı ve ‘kendi Cruyff’larını seçmek şart olmuştu. 1974 yazı, sadece İstanbul’da değil dünyanın birçok yerinde bu tarz hikâyelere sahne oldu. Ama Türkiye, başka bir Dünya Kupası tecrübesini yaşıyordu. Benzerlerini aile büyüklerinden dinleyebileceğiniz bu yaşanmış hikâyenin ana karakterleri sadece yıldızlar ya da takımlar değildi.
“Alo Ankara, Alo Ankara…”
1974’ü bizim adımıza farklı yapan temel şey, Türkiye’de televizyonda yayınlanan ilk büyük kupa olmasıydı. Tek kanallı, siyah-beyaz dönemde yurt dışından ilk canlı maç yayını bir sene önce yapılmıştı. O dönem TRT’ye adımını atan ve 2018 Dünya Kupası öncesi telefonla konuşma fırsatı bulduğumuz Ümit Aktan’a göre her şey el yordamıyla öğreniliyordu. En büyük zorluklardan biri de takımları halka anlatmaktı. Biraz daha açık beyaz olan formalar ya da sahanın sağ tarafındaki ekip gibi nitelemeler kullanılmaya başlanmıştı. Radyoda deneyim kazanan sesler, şimdi beyaz camda halka ulaşıyordu.
TRT’nin büyük atılımlar yaptığı bir dönemdi. Dünya Kupası yayını da bunlardan biriydi. Halit Kıvanç ve Arman Talay’ın tavsiyesini uygulayan İsmail Cem, kupaya tecrübeli çalışanlarının yanı sıra gençleri de yollamaya karar vermişti. TRT’nin ilk Dünya Kupası ekibinde Halit Kıvanç’ın yanı sıra Çetin Çeki, Okan Uysaler, Ümit Aktan, Aydın Köker, Tansu Polatkan, Mustafa Salihoğlu, Abidin Aydoğdu, Erol Kaner, Mustafa Genç, Altan Aşar, Hüsnü Kaftan, kameramanlar Recai Uğurkan ve Osman Aslan, idari işler için Aykut Oral ve Yılmaz Tağtekin vardı. Hayatspor’da kupayı değerlendiren yazısında ise Dr. Halit Özerengin değişimi şöyle özetliyordu: “1954, 1958, 1966 Dünya Kupalarını İsviçre, İsveç, İngiltere’de izlemiş biri olarak itiraf ederim ki aynı gün birbirinden uzak şehirlerdeki birbirinden ilginç maçların hangisine koşacağımı şaşırırken bu kez televizyonda hepsini görme ve tam faydalanma zevki geçmişteki o üç şampiyonadan daha üstün ve etkileyici oldu.” Aynı kalem, Türkiye’deki futbolculara, teknik adamlara, profesyonellere “Dilerim 1974’ü izlemişlerdir” minvalinde bir mesaj yolluyor ve şöyle diyordu: “Gerçek futbolu bu kadar yakından doyasıya gören seyircilerimizin, önümüzdeki futbol mevsiminde o görüntülerden, az veya çok, örnekler isteyeceklerinden kuşku yoktur.”

Josef Masopust - Raymond Kopa - Tansu Polatkan - Halit Kıvanç
Kupadaki genç yayın ekibinin üyelerinden biri olan Ümit Aktan, o günleri şöyle anlatıyor: “O dönem heyecan büyüktü. Birçok şeyi el yordamıyla keşfediyorduk ve özellikle Alman televizyonunun örneklerini kullanmaya, bir anlamda taklit etmeye çalışıyorduk. Ustalarımız vardı, mesela Halit Ağabey. Dış dünyayla entregre bir insandı, ondan feyzalıyorduk. Bir yandan da kendi çabamızla bir şeyler yapıp ‘Bak bunu Almanya’da kullanmışlar, biz de kullanalım’ şeklinde ilerliyorduk. Ben başından sonuna kadar oradaydım, gittiğim zaman çok şey bildiğimi sanıyordum ama anladım ki hiçbir şey bilmiyormuşum. Ama döndüğümde çok şey öğrenmiş olarak geldim.”
Almanya’da düzenlenen turnuva açılış maçından finale kadar kanal adına büyük heyecana sahne olmuştu. Sözü yeniden Aktan’a bırakalım: “Finalisti belirleyecek ikinci tur grup maçında Almanya ile Polonya, Frankfurt’ta oynayacaktı. Bir yağmur başladı, saha göl oldu. Halit Ağabey ile beraber anlatacağız; 20 dakika, 20 dakika diye paylaşacağız. Fakat seremoni ve maç başlamadan sahayı sel aldı, maç başlayamıyor. Yayından da çıkamıyoruz, o zaman bir tane kanal var, haftada üç gün yayın yapıyor. Almıyorlar yayını. Ben Halit Ağabey’e işaret ettim, ‘Kahve ister misin?’ diye. ‘Evet’ dedi. Gittim kahve aldım, geldim, kabine giremedim. Halit Ağabey devam etti. Sahaya itfaiye arabaları girdi. Onları ters çalıştırdılar, sahadaki suyu çektiler. Bu, 35-40 dakika sürdü. Halit Ağabey’in o 35-40 dakikayı anlatışını gördüm. İtfaiye arabalarının çalışma prensibinden çimlerin teknik detaylarına kadar birçok şeyden bahsetti. Orada idrak ettim ki o mikrofonu ve kulaklığı taktıysanız her şey anlatılabilir.”
Halit Kıvanç ise anılarında hikâyeyi biraz daha esprili şekilde anlatıyordu: “Ümit Aktan her zamanki muzipliğiyle kulaklığını çıkarıp eğildi. ‘Ağabey sen daha tecrübelisin. Bu yağmuru sen benden iyi anlatırsın’ diyerek ayağa kalkıp kabinden çıktı. Tahmin edeceğiniz gibi kenardaki organizasyon hostesleriyle sohbete gitmişti Aktan." Kıvanç, akabinde o güne dair iki üzüntüsünden söz ediyordu: “Biri, görevli Almanlardan birinin saha temizlenirken gelip de ‘Temizleyenler Türk işçileri’ diye sözüm ona şaka yapmasıydı. Bir de Almanların maçı açık ofsaytla kazanması…”
Frankfurt’u merkez belirleyen TRT ekibi ciddi, disiplinli, verimli çalışıyordu. Her sabah saat 08.00’de otelin alt salonunda toplanılıyor, günlük görev dağılımı yapılıyordu. Orada hem naklen yayınlara gideceklerin dağılımı yapılıyor hem de televizyonda ve radyoda yayınlanacak özel programlar hazırlanıyordu. Aktan oradaki şartları şöyle anlatıyor: “Frankfurt’ta üç yıldızlı bir otelde kaldık, maçı olan o otelden gitti. Sonra Münih’e taşınınca küçücük bir pansiyonda kaldık. Ama hiç umrumuzda değildi, o kadar mutluyduk ki… Çünkü büyük bir evrenin parçası olduğumuzu hissediyorduk. Türkiye’nin evrensel futbol ufku orada genişledi, bilgileri revize edildi.”
Ufkun genişlediği kupanın en afallatıcı gerçeklerinden bazılarını da TRT ekibi yaşamış. Mikrofon yine Aktan’da: “Teknik sistemin buradakiyle alakası yoktu. Önünüze bir interkom aleti konulurdu, yarım saat önceden yerinize geçerdiniz. Bir teknisyen size prova yaptırırdı, ‘Alo Ankara, Alo Ankara!’ derdiniz. Ankara hattınıza gelir, sinyal gönderirdi. Önümüzde düğmeler vardı. Birine bastığınızda yayını durdurur, öksürürdünüz. Yayındayken ses seviyesini, kulaklığın seviyesini ayarlayabilirdiniz. Çünkü bir taraftan Ankara’yı da duymanız lazım, oradan size ‘Biraz daha uzat, reklam gecikti' ya da ‘hemen toparla' diyebilirlerdi, o anda ağzınızdaki cümleyi seyirciyi rahatsız etmeyecek şekilde kapatmanız gerekirdi. Türkiye’de farklıydı, bir teknisyen vardı, yanınıza otururdu, kulaklığı da takmazdınız, sadece mikrofonunuz vardı. Makas işareti yapardı, kesmeniz gerektiğini anlardınız. Kafasını tutardı, başka bir işaret olarak alırdınız. O sistemle yeni tanışmıştık, hâlâ da o sisteme yakını kullanılır yayınlarda.” Oradaki sesleri etkileyen faktörlerden biri de ortam olmuş. Anlatım kabinine çıkan asansörler, her türlü konuda yardımınıza koşan görevliler, Oleg Blokhin, Valery Lobanovski gibi efsanelerle yan yana içilen kahveler…
1974’ün Türk halkını en çok etkileyen noktasını sorduğumuzda ise Aktan şu yanıtı veriyor: “Yıldız oyunculara hayranlık başladı, bizim yıldız sandıklarımızın eksikleri görüldü. O kupadan 20-30 yıldız sayarsınız, bugün herkes hatırlar. Mesela 2010’dan kaç tane isim ya da an sayabilirsiniz? Ama 1974 hâlâ anlatılıyor. Çünkü Cruyff’un, Beckenbauer’in izlerini bugün dahi kimse silemedi, silemez de…”
Düello: Cruyff ve Beckenbauer
Dünya Kupası, 1950’li yıllar ile yavaş yavaş gündelik yaşama girmişti. 1954’te Puskas’lı Macaristan’ın büyüsü, o sihiri bozan Federal Almanya, 1958’de genç Pele’nin hikâyesi, 1962’de Garrincha’nın gösterisi ya da 1970’teki Pele’nin vedası, etkisi gitgide artarak futbol sohbetlerinin ya da spor sayfalarının zirvesine tırmanmıştı. Fakat 1970’lere girildiğinde hâlâ tam manasıyla bir düello yoktu. 1966’da Bobby Charlton ve Eusebio, gerçek manada bir eşleşme değildi, 1970’te Pele’nin karşısına finaldeki rakipleri İtalya’dan Riva ya da Rivera konduğunda da aynı durum karşımıza çıkıyordu. Fakat 1971 yılı, ideal formülü bulma adına ilk sinyallerini veriyordu. Ajax, Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandığında bir anda futbol adına konuşulan tek şey olmuştu. Aslında bir sene önce Ernst Happel önderliğindeki Feyenoord, bu kupayı evine götüren ilk Hollanda takımı olmuştu ama Ajax’ın farklı bir büyüsü vardı. Oynadıkları futbol, daha önce görülmemişti. Değişken ve akışkan oyunları, futbolseverleri Ajax’a bağlamak için yeterliydi.

1974 Dünya Kupası Finalinde Batı Almanya ile Hollanda
Sadece bununla da kalmamışlardı, 1960’ların sonundan itibaren dünya gençliği arasında yükselen rock’n roll akımının da temsilcisi gibiydiler. Uzun saçları, uzun favorileri, takıları ve kıyafetleri, Ajax’ı tamamen bir gençlik simgesi haline getiriyordu. O ekibin orta sahadaki önemli parçalarından Johan Neeskens, yıllar sonra stillerini “Rock’n roll Futbolu” olarak tanımlayacaktı. İşte bu Ajax’ın saha içinde diğerlerinden daha da dikkat çeken bir oyuncusu vardı: Johan Cruyff. O dönem bile pek de futbolcuya benzemeyen fiziği, uzun saçları, insan aklının kolay kolay algılayamayacağı süratlenme ve aynı hızda durabilme kabiliyeti, ‘Sarı Fare’ lakabını alan Cruyff’u tarihin en özel yeteneklerinden biri yapacaktı. Cruyff’lu Ajax, 1971’de başladığı Kupa 1 serisine, 1973’te art arda üçüncü zafer ile son vermişti. Sıra, ‘Kaiser’in idi...
1960’ların başında pek de önemli takımlar arasında sayılmayan Bayern Münih, 1970’lerde -Borussia Mönchengladbach ile birlikteFederal Almanya’nın en büyük iki takımından biriydi. Zirve basamaklarının hepsinde de ‘Kaiser’ Franz Beckenbauer, kendini belli eden bir lider olarak oradaydı. Federal Almanya, 1972 Avrupa Şampiyonası’nı kazanıp kıta futbolundaki hâkimiyetinin ışığını yaktığında kaptanlık pazubendini koluna geçirmişti. Daha da önemlisi, dünya futbol tarihine yepyeni bir görev tanımı kazandırmıştı. İtalyanların yıllar evvel kullanmaya başladığı ama daha sert tabiatlı oyuncuları görevlendirdiği libero mevkiinde bir oyun kurucu gibi oynayan Beckenbauer, saha içindeki komutanlığı ile de takımın lideri konumundaydı. 1974’te kulüp tarihinin ilk Şampiyon Kulüpler Kupası, onun ellerinde yükseldiğinde, bir ay sonra başlayacak Dünya Kupası’nın senaryosu az çok yazılmıştı aslında: Üç seneyi domine eden Ajax’lı futbolcuların yoğunlukta olduğu Hollanda ve Bayern Münih destekli Federal Almanya, en kuvvetli iki takımdı…
O yıla kadar Jules Rimet Kupası adıyla oynanan organizasyon, 1974’te ilk kez FIFA Dünya Kupası adıyla düzenlendi ve Federal Almanya ile Hollanda, iyi Avrupa futbolu takipçilerini yanıltmadan finale kadar uzandı. Finali, Federal Almanya kazansa da belki de turnuva boyunca bir daha o tutku ile anılmayacak bir ‘gönüllerin şampiyonu’ var idi. Daha sonraları 1982’de Brezilya, biraz biraz bu etkiye yaklaşsa da Cruyff ve takımının futbol izleyicisine kattıkları farklıydı.Dünya Kupası izlenimlerini Hürriyet için kaleme alan Türkiye futbolunun önemli isimlerinden ‘Baba’ Gündüz Kılıç, daha önce izlediği finalleri gözden geçirerek 1974’e geliyordu. 1958’e Maharet Kupası, 1962’ye Öfke Kupası, 1966’ya Yenilikler Kupası, 1970’e ise Süper Kondisyon Kupası başlıkları atan Kılıç, 1974 için de “Ne Getirecek?” başlığını seçmişti. ‘Baba’ Gündüz, final maçı sonrasındaki yazısı ile bir bakıma kendi sorusuna cevabı da birkaç gün sonra verecekti. “Cruyff ve Franz” başlığı ile açılan yazı, şu cümle ile bitiyordu: “Dün Cruyff’un birliği büyük futbol harbini kaybetti ama şahane düelloyu Cruyff kazandı.”

“Dün Cruyff’un birliği büyük futbol harbini kaybetti ama şahane düelloyu Cruyff kazandı.”
Amsterdam’dan Taksim Meydanı’na kadar birçok çocuğu etkileyen Johan Cruyff da bu kupa dokunuşunun farkındaydı. Otobiyografisinde, 1974 yazının hatıralarını anlatmış ve bölümün sonunda şunları kaleme almıştı: “Bazen kupa kaldırmasanız da kazanmış gibi görülürsünüz. Dünyanın neresine gitsem insanlar benle o zamanki takımımızla ilgili konuşmak istedi. Galiba o turnuva boyunca, gelmiş geçmiş ve bizden sonraki tüm dünya şampiyonlarından daha fazla saygı ve övgü kazandık. Bundan dolayı gururluyum. Dünya Kupası bizi dünya çapında kült figürlere dönüştürdü. İnsanlar yiğitçe maharet gösterimize ısındılar. Kuvvetimiz, dürüstlüğümüzdeydi. Rol yapmıyorduk; neysek oyduk. Doğuştan Hollandalı, huy açısından tam birer Amsterdam’lıydık. Bir de galiba ben bir ‘trendsetter’a dönüşmüştüm. Gittikçe herkes görünüşümle, ne giydiğimle, saç kesimimle ilgilenmeye başladı. Pek çok kupa kazanmıştım ama gerçek yıldızlığa ancak Dünya Kupası’ndan sonra ulaştım. Söylediğim ve düşündüğüm her şey birden önem kazandı. Sadece Hollanda’da değil, tüm dünyada.”
Hayaller ve Gerçekler
Federal Almanya’nın kontrollü ve sonuca odaklı futbolu, birçok antrenöre ilham vermişti ama Hollanda’nın sahaya koyduğu ‘Total Futbol’, tüm dünyanın hayranlığını kazanmıştı. Haberleşme araçları artmıştı ve futbol artık popüler kültürün içerisindeydi. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda 1974 finalinin neden birçoklarına göre en ikonik final olduğunu anlıyoruz aslında. Maçı radyoya anlatan Ümit Aktan şunları söylüyor: “Oyun bir başladı, Cruyff savunmasının önünde oynamaya başladı. Onu da Berti Vogts marke ediyor ama baktı, ilk dakikalarda Cruyff kendi yarı sahasında, kenara döndü. Almanya’nın teknik direktörü Helmut Schön, yanında da Jupp Derwall var. Onlara “Gideyim mi, gitmeyeyim mi?” dedi. Buna çalışmamışlar. Hollanda bir anda rakibin kimyasını bozdu. Cruyff rakip yarı alana gelince Vogts peşine takıldı, Cruyff aldı onu, ceza sahasına götürdü, orada vites küçülttü, arkadan gelen Hoeness onu düşürdü. Ama orada gördük ki 4-3-3’e göre çizdiğiniz takım bambaşka şekilde oynuyor. Bir tarafta Beckenbauer önderliğinde taktik disiplin var; diziliş ve hatlar, kimin gidip geleceği belli. Öbür tarafta ise özgür bırakılmış bir futbol aklı var. Yani, bunlar bizim ufkumuzu açan şeylerdi. Burada ne kadarını, kimler, nasıl uygulayabildi, bilinmez. Hâlâ bocalıyoruz.”
Bugünün Barcelonası’na kadar büyük bir zaman dilimine ilham veren Total Futbol, o dönem ülke futbolunda da aydınlanmalara neden oldu. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Serpil Hamdi Tüzün ile birlikte Beşiktaş Özkaynak Düzeni’nde görev alan Adnan Dinçer ile yaptığımız sohbette Adnan Hoca, gençler ile uygulamayı istedikleri oyun yapısını “O zamana kadar Türk futbolunda çağın dışında kalmış WM sisteminin izleri hüküm sürüyordu. Dahası sağ bek ileri gitmiyor, sağ açık da topu kaptırınca ‘Nasılsa sağ bek alır’ diye geri dönmüyordu. Biz, sahada devamlı hareket eden, pres yapan ve izleyiciye zevk veren bir takım yaratmak istedik. Hollanda gibi oynamak istedik işte” sözleriyle anlatıyordu. Zaten sistemin başındaki Tüzün’ün sık sık görüştüğü Ajax antrenörü Stefan Kovacs’ın da Hollanda takımının iki Şampiyon Kulüpler Kupası zaferinde kulübede olduğunu hatırladığımızda ilham kaynağını çok da düşünmeye gerek kalmıyor.
Ülkenin bir başka önemli altyapı antrenörü Sabri Kiraz ise turnuva esnasında ve sonrasında Hayatspor’da kaleme aldığı yazılarda “Hollanda neden başarılı oldu?” ya da “Biz neler yapmalıyız?” gibi sorulara cevaplar bulmaya çalışmıştı. 10 Temmuz 1974’te yayımlanan yazısında eskiden ‘Fantacılar’ olarak anılan ve kolay lokma olarak görülen Hollanda Genç Milli Takımı’ndan bahsediyordu Sabri Hoca. 1960’lara gelindiğinde güçsüz ekipler arasında yer alan Hollanda’nın değişimini 1960’larda uygulanmaya başlayan yeni programın değiştirdiğini anlatıyor ve 1961’de federasyon ikinci başkanı ile yaptığı konuşmada Hollandalı yöneticinin sarf ettiği “Biz bir program yaptık. Şimdi tesislerimizi kuruyoruz. Beş yıl sonra bizim de bir futbolumuz olacak. İyi olacağız” sözlerine yer veriyordu. Yazının devamı ise 1965’teki Hollanda-Türkiye Genç Milli Takımlar maçıyla devam ediyordu:
“Fantacılar yerine bir örnek giyinmiş, derli toplu bir takım vardı karşımızda. Rakibimizdeki bu değişiklik kafile üzerinde büyük ölçüde olumsuz etki yaptı. Yalnız aralarındaki cılız, sarı benizli, kansız birinin varlığı bizimkilerin moralini düzeltiyordu. ‘Bu bacak kadar çocuk ne yapar?’ diye avunuyordu bizimkiler. Fakat o bacaksız öyle bir oynadı ki, bizim hiç küçümsenmeyecek takımımızı allak bullak etti ve maçı kaybettik. O günün ‘Sarı Bacaksızı’ bugünün ünlü ‘Sarı Faresi’ Cruyff’tan başkası değildi. Dün hiçtiler, bugün en büyükler. Çünkü tesisleri, programları, amaçları ve kendine özgü futbolları var. Bizde bunların hangisi var?”
Bir hafta sonraki yazısında da bu sefer Hollanda’daki üçüncü lig kulüplerindeki tesislerin dahi Türkiye standartlarının çok üstünde olduğundan bahseden Sabri Hoca, yazısını “Hollanda’nın durumu mucize değil, program, plan ve uygulama işidir. Örnek alınmaz mı?” cümlesiyle bitiriyordu. Sabri Kiraz’ın uygulanması gerektiğini düşündüğünü sistem, birkaç yıl sonra Serpil Hamdi Tüzün ve Adnan Dinçer tarafından faaliyete geçirilmeye çalışılsa da hem kısa sürdü hem de sadece bir kulüp sınırları içerisinde kaldı. Türkiye, ne Hollanda gibi 4-3-3 oynayabildi ne de bir Cruyff çıkardı. Ama işin enteresan bir yanı da yok değil. Cruyff’un Hollandası’nın ‘torunu’ diyebileceğimiz bugünün Barcelona'sını izleyen futbolseverler hâlâ benzer iksirleri bulmaya, “Nasıl Barcelona gibi oynarız?” ya da “Bu ülkeden neden bir Messi çıkmıyor?” sorularına cevap bulmaya ve hemen hemen Sabri Kiraz’ın anlattıklarına benzer bir hikâye sunmaya devam ediyorlar…

Helmut Schön ve yardımcısı Jupp Derwall
1974’ün Türkiye’deki macerası, Cruyff ve arkadaşları ile sona ermedi. Yeşilçam’da kahvehane sahnelerinde siyah beyaz TRT Dünya Kupası yayınını defalarca izledik ya da Şener Şen’in tıraş bıçağı repliğini -finalin kahramanları Sepp Maier ya da ‘İmparator’ Beckenbauer’i vurgulayarak- coşkuyla tekrarladık. O yaz, tüm dünya gibi Türk çocuklarının ve futbol izleyicisinin gönlünü çalan Hollanda’ya yaklaşan bir Türk takımı çıkmadı ama o finalin kazanan tarafında, Almanya başantrenörü Helmut Schön’ün hemen solunda oturan beyaz saçlı adam ülke futbolunu nihayet ayağa kaldırmak, en azından şöyle bir dürtmek için 1984 yazında Atatürk Havaalanı’na indi. Hayallerimiz Johan Cruyff’tu ama gerçekler Jupp Derwall ile Türkiye futbol tarihine yazılacaktı…
Tarihe Geçen Kırmızı
Halit Kıvanç, Kupaların Kupası Dünya Kupası kitabında, 1974’ü anlattığı bölümde bir başka kilometre taşını şöyle anlatıyor: “Bu kupanın bir diğer önemli özelliği ise bir Türk hakeminin Dünya Kupası’nda görev almasıydı. Bu onura erişen hakemimiz Doğan Babacan’dı. Almanya’da karşılaştığımızda sevgili dost Doğan Babacan’a takılmış, ‘Sen punduna getirirsen Beckenbauer’i bile oyundan atarsın’ diye şakalaşmıştım. Babacan gülüyordu: ‘Yapmayın be çocuklar! Adımı çıkaracaksınız. Ben olur olmaz oyuncu atmam ki... Fakat disiplinsiz hareket gördüm mü, kasıtlı davranış gördüm mü, o zaman da gözünün yaşına bakmam, kim olursa olsun.”
Babacan, 1974 Dünya Kupası’nda görev alacağı açıklandığında Türk sporu adına zaten tarihe geçmişti. Almanya-Şili maçının hakemi olacağı ilân edildiğinde ise işler değişti. Maçı TRT için anlatan Ümit Aktan o karşılaşmanın önemini şöyle anlatıyor: “Basit bir maç diye Almanya-Şili maçına, Berlin’e yolladılar beni. Böyle bir maçtan başlamamın iyi olacağını düşünüyorlardı. Lakin o maç tarihe geçti. Neden? Çünkü karşılaşmanın hakemi Doğan Babacan, 67. dakikada Şilili Carlos Caszely’yi kırmızı kartla oyundan attı. İlk defa da cebinden kart çıkarma yöntemi kupaya gelmişti. Eskiden hakemler oyunculara elleriyle dışarıyı gösteriyorlardı. Babacan’a ‘Tarihe geçmenin bir yolunu buldun’ diye şaka yapmıştık. Pozisyona Şilililer çok itiraz etti ama bana göre de kırmızı kart doğruydu. Şilililer ‘ev sahibini tutuyorsun’ psikozuna girdiler, ondan kaybettiler maçı.”
Şimdi Tanıdınız mı?
1974'ü yerinden takip edenlerden biri de gazeteci Kahraman Bapçum’du. Bapçum, hem kupanın dünya futbolu üzerine etkilerini görmüş hem de Türk futbolunun zamanında 'unutulmaz imzalar' kondurduğuna şahit olmuştu. Tecrübeli gazeteci, İtalya'da azımsanmayacak işler yapan Şükrü Gülesin ile Almanya'da yaşadığı bir hadiseyi, Gülesin'in vefatı sonrasında kendi köşesine de taşıdı:
“1974 Dünya Kupası finalleri için Münih’teydik. Boş bir günümüzde Şükrü’nün ısrarı ile bir İtalyan lokantasına gitmeye karar verdik. Sora sora bir restoran bulduk. Namık Sevik, Hüseyin Kırcalı ve Orhan Türel’i anımsıyorum. Başkası da var mıydı acaba? Genç bir garson masamızı gösterdi. Şükrü, çocuğa İtalyan olup olmadığını sordu. Evet cevabını alınca, patronu görmek istediğini ve adının SUKRU olduğunu söyledi. Çocuk, ‘Patron babamdır’ dedi ve çağırmaya gitti. Hep beraber Şükrü’ye yüklendik… ‘Patronu mu yiyeceğiz yahu! Adam gibi sipariş versene…’ Güldü: ‘Siz’ dedi, ‘Anlamazsınız. Bu çocuk beni tanımaz ama babası yaşındaki bir İtalyan SUKRU’yu unutmamıştır. İltimaslı müşteri olmak istemez misiniz?’
Kısa boylu ve şişman baba-patronun, ellerini önlüğüne silerek koşa koşa gelişine hepimiz şaşırdık. Şükrü bile… Adam, 1.85’lik ve 110 kiloluk Şükrü’nün üzerine panter gibi sarıldı: ‘SUKRUUUUU!’ Bizim Şükrü neredeyse kaçacak delik arıyordu. Adamın elinden güçlükle kurtuldu. O ana kadar konuşulan İtalyancayı tek tük anlamıştık. Ama herifin makineli tüfek gibi anlattıklarını Şükrü şaşkınlıkla dinlerken biz hiçbir şey anlamadan duruyorduk orada. Sonra birden Şükrü patladı ve bu sefer o saldırıp İtalyan’ı kucakladı. Masamız inanılmaz zenginlikte donatılırken Şükrü hikâyesini anlattı: ‘Lazio’da oynadığım yıllarda her maç akşamı evimin kapısında bir torba bulurdum. İçinde koskoca pişmiş bir ıstakoz… Sonuna kadar afiyetle yerdik, hatta arkadaşlara ıstakoz ziyafeti vermeyi adet edinmiştim. Bu ikramcının kim olduğunu asla öğrenemedim. O adam, bu adammış…’ Restorandan çıkıncaya kadar patron yanımızdan ayrılmadı. Ve Şükrü, o yemekte bize yüzlerce kez sordu: ‘Şimdi tanıdınız mı Şükrü’nün kim olduğunu?’”