Altın Kız

12 dk

Ayşe Begüm Onbaşı disiplin ve sürekliliğin her şeyden önemli olduğunu bilen, 17 yaşında bir dünya şampiyonu. Red Bull sporcusu genç isimle hayatını, kariyerini ve geleceğini konuştuk.

Teşvikiye Socrates Bistro’da Ayşe Begüm Onbaşı’nın hayat hikâyesini dinliyorum. 2016’da Güney Kore’de düzenlenen 14. Dünya Aerobik Jimnastik Şampiyonası’nda 15-17 yaş kategorisinde altın madalya kazanan, sayısız derecesi olan 17 yaşında çok başarılı bir sporcu o. Lafın gelişi değil, hakikaten tüm hayatı spor. Haftanın her günü Akhisar’daki evinden 50 km uzaklıktaki salona gidip gelen, hayatında bilgisayar, televizyon, hafta sonu gezip tozmaları olmayan, yaşıtlarından farklı yaşam süren bir genç kız. Ve bu konuyla ilgili zerre şikayeti yok. Ben antrenman temposunu dinlerken inanamama atakları geçirirken, o sürekli gülerek, kimi zaman kahkaha atarak son derece sıradan bir şeymiş gibi anlatıyor bu disiplinli hayatı.

Işıl ışıl yüzü, doğallığı, kibarlığı, aklı ve başarılarıyla insana gelecek nesil konusunda umut veriyor Ayşe Begüm. Bir ara, “Bu tatlılık, güzellikle her an bir dizi ya da reklam için kapını çalabilirler” diyorum, utanarak teşekkür edip “Film ve reklam teklifi geldi fakat şu anda düşünmüyorum. Çünkü yaptığım sporu etkiler, bunu biliyorum. İşim disiplin ve süreklilik istiyor. Bir saat eksik antrenman yaparsam ertesi güne yansıyor” diyor. Şaşırtmayan bir cevap. Aerobik jimnastik onun en büyük aşkı...

Çok güler yüzlüsün, röportajlarında da fotoğraflarda da hep böyle. Bu yaşta zaten böyle olman icap eder ama her şeye olumlu tarafından bakan biri misin?

Gerçekten öyle bakıyorum. Olumsuz bir şey de olsa onun dolu tarafını görmeye çalışıyorum çünkü yaptığım sporda olumsuzlukları düşündüğüm zaman direkt mod düşmesi oluyor, o da antrenmanlarımı kötü yönde etkiliyor.

Bir yandan da yaptığın sporun estetik tarafı çok yüksek, sahnede olmak gibi. Müsabakalarda güler yüzlü olmanın bir getirisi oluyor değil mi?

Evet, artistik değerlendirmemizde güler yüzlü olmaktan artı puan alıyoruz. Somurtan biriyle gülen biri arasında değerlendirmede fark oluyor.

Somurtan oluyor mu ki?

Bir-iki sporcu var tarzları gereği. Çünkü sert müzik kullanıyorlar, hakemlere sert bakma gereği duyuyorlar ama bence ne kadar sert müzik kullanırsanız kullanın gülmeniz gerekiyor.

Müzikleri kim seçiyor?

Daha küçük yaşta antrenörümüz karar veriyor, büyüdükçe bizim de fikrimiz soruluyor. Mesela Dünya Şampiyonası’na katılacağım müziği ben seçtim.

Neler dinliyorsun genelde?

Daha çok yabancı pop ve R&B... Beyonce, Rihanna’yı çok severek dinliyorum. Anderson East de çok güzel. Ama dinlediğim müziğe göre değil de hareketleri yaparken bana uyabilecek müziği seçiyorum. Yarıştığım müzikler, çok dinlediğim müzikler değil aslında. Latin, salsa fazla dinlemiyorum.

Çok minicikken başlamışsın kariyerine. Üç yaşında bale yapmaya başladığında, senin bir anlamda hayatına yön veren kişi İspanyol öğretmenin Maria olmuş. İspanyol öğretmen Akhisar’da ne yapıyormuş, onu merak ettim...

Aslında bilmiyorum, bugüne kadar da sormadım. Ben onunla antrenman yapmaya başladığımda beş senedir oradaymış. Bir buçuk sene birlikte çalıştık, sonrasında onun İspanya’ya geri dönmesi gerekti, bir rahatsızlığı varmış, sonra da vefat etmiş. Gitmeden önce anneme ve babama “Çocuğunuzu yönlendirin, hem esnek hem kuvvetli hem de birazcık şişko” demiş. (Gülüyor)

Öyle mi? Avantaj mıymış o?

Kiloyu kasa çevirmek küçük yaşta kolay oluyor ya, ondan dolayı. Artistik jimnastiğe yönlendirmelerini söylemiş.

Bu, çok önemli değil mi? Bir bakıma dönüm noktası senin için.

Tabii ki... Belki de ben orada bırakırdım sporu, bir daha da hiç başlamazdım.

Sonra jimnastik girdi hayatına, hikâye o andan itibaren nasıl ilerledi?

Akhisar Belediyesi’nde çalışan bir beden eğitimi öğretmeni vardı; Öznur Hoca, jimnastik kursları yapıyordu. Manisa’da bir yarışmaya götürdü bizi, tecrübe olsun diye. Orada şu anki antrenörüm Gürkan Hoca’yla (Er) tanıştık, o da aerobik jimnastikle uğraşıyor. 30 kişi arasında dört-beş kişi aerobik jimnastik için seçildi. Yedi yaşındaydım.

Nasıl bir ortamdı?

Salonumuz çok büyüktü ama farklı yaş gruplarından çok fazla sporcu vardı. Hepimiz aynı zamanda, aynı yerde antrenman yapıyorduk, adım atacak fazla yer yoktu. Haftada üç ya da dört kez gidiyordum.

Bu anlattığın yer evinden 50 km uzaklıktaki salon mu?

Evet. Hâlâ da Manisa’ya gidiyorum.

Peki o nasıl bir yolculuk oluyor? Neyle gidip geliyorsun?

İlk dönemlerde diğer ailelerle beraber bir araba kiralayalım dendi. Ama onunla başa çıkamadık. Zaten bir kısmı da “50 km gidip gelemeyiz” diyerek bıraktı. Üç kişi devam ettik. O üç aile dönüşümlü olarak kendi özel araçlarımızla gidip gelmeye başladık. Daha sonra ikisi Manisa’ya taşındı, ben şu anda Akhisar Belediyesi’nin tahsis ettiği araçla gidip geliyorum.

Yolda nasıl geçiyor zaman? Bir şey mi okuyorsun, müzik mi dinliyorsun?

Liseye kadar tüm ödevlerimi arabada yapıyordum. Lisede ödevler biraz daha azaldı, rahatladım açıkçası.

Madalyaları, şampiyonlukları olan bir sporcusun. Hırslı bir yapın olduğunu ya da azmini erken yaşta fark etmiş miydin? Ya da insan bir şeyi çok severse zaten onun içinde bulur ya kendini?

İkisi de. Ben 2014’te de Dünya Şampiyonası’na katıldım ve düştüm. Elemede birinci olarak kalmıştım finale, kesin madalya alacak diye bakıyordu herkes. Arka tarafta ısınıyordum, normalde yaptığım elementler olmadı, çizginin dışına çıktım ve düştüm...

Heyecandan mı?

Evet, stres... Çünkü 13 yaşında falandım. Isınma sırasında ne hata yaptıysam yarışmada da aynısını yaptım. Altıncı oldum. Sonra üçlü yarışmamız vardı, tokatladım kendimi, “Arkadaşlarım var, onları etkilememem lazım” dedim. Birlikte üçüncü olduk ama orada bir madalya kaçmış oldu. Ondan sonra antrenörümüz bana çok kızdı zaten, bir ay jimnastiği bıraktırdı. “Sen bu işin ciddiyetinin farkında değilsin, neden böyle oldu?” dedi.

Ne yaptın, ağladın mı?

Çok ağladım. Bir ay boyunca aralıksız her akşam ağladım.

Ah! O da belki bilerek yapmıştır, seni motive etmek için.

Tabii... Sonra ilk antrenmanımda düştüğüm hareketten 200 tane yaptım, 200’ünde de tam yaptım. Dedim, “Ben bu işi seviyorum, yapacağım, devam etmem gerekiyor.” O günden beri de hiç kaybetmeden devam ediyorum.

Dünya şampiyonu olduğun zaman ne hissettin?

Açıkçası 2014’ten sonra tüm yarışmalarda birinci olunca...

Zaten alıştım diyorsun...

(Gülüyor) “Ben dünya şampiyonu olacağım!” dedim. O rahatlıkla gittim. Herkes stresliydi, arkadaşlarıma “Sakin olun, çok güzel yarışacağız” dedim. Ama birinci olacağımı bile bile yarışsam da o çok apayrı bir duygu. Puanımı ilk gördüğümde, ki o zamana kadar almadığım bir puandı, “Aaa!” diye bağırdım. Sonra arka tarafa gittik; bir yandan ağlıyoruz, bir yandan “Birinci olduk yaşasın!” diyoruz. Çok mutluyduk.

Burada şampiyonluğunun ses getirmesi biraz rötarlı oldu ama sosyal medyada çok büyük destek verildi sana. Ne hissettin?

Şaşırdım. Döndükten sonra Trabzon yarışması vardı, oraya gittik. Uçaktan indik, Gürkan Hoca telefonunu açtı, 78 cevapsız çağrı! Herkes röportaj yapmak istiyor. Tek gün içinde yirmi röportaj vermiştik. Kampta antrenman yapıyoruz, “Bir dakika sayın valim” deyip telefonu bana veriyor Gürkan Hoca, tebrikleri kabul ediyorum, antrenmana devam ediyorum.

“Kazanacağımı biliyordum” dedin ya, senin farkın nedir sence? Tabii ki başarılı bir performans sergiledin ama ayrıca neyi doğru yaptın? Niye şampiyon oldun?

2016’da tüm yarışmaları kazanmış biri olarak çıktım ve yarıştım. Bundan dolayı favori olarak beni görüyorlardı. Onun etkisiyle kendimi daha da yükselttim. Bir yapabilecekken iki yapabilecek motivasyona çıkardım kendimi. Çok rahat bir seri oldu. Yaptığım işten keyif aldığım için karşıya da güzel yansıttığımı düşünüyorum. Yaptığınız işten zevk almazsanız bunu karşınızdaki insan da hissediyor zaten.

Nesini çok seviyorsun bu sporun?

Bu spor beni yansıtıyor. Sporu hissetmekle yapmak arasında bir fark var. Her adımımı yaşayarak yapıyorum. O an sanki farklı şeyler yapıyormuşum gibi hissediyorum. Yani sanki o salonda değilmişim de daha güzel bir yerdeymişim gibi geliyor bana.

Bu sporu kaç yaşına kadar yapabiliyorsun?

Büyüklerde, yani 18 yaşından sonra, istiyorsanız 40’a kadar yarışabiliyorsunuz ama 26-28’den sonra performans düşmeye başlıyor.

Haftada kaç saat antrenman yapıyorsun?

Sabahtan gidersek haftada 60 saati buluyor. Ama okula gidip akşam antrenman yaparsak 40-45 saatte kalıyor. Boş günüm hiç yok. Artık ağrıdan hareket yapamama konumuna gelirsek tatil yapıyoruz ama tatil de şöyle oluyor, “Gelirsiniz fitness’ta bir ter atarsınız.” (Gülüyor)

Senin esas evin orası sanırım...

Kesinlikle. Sabah 7.30’da okula gidiyorum, 16.30’da dönüyorum, 17.30’da yola çıkıyoruz, yol bir saat sürüyor, antrenmanlarımız 21.30-22.00, bazen 22.30’a kadar sürüyor. Geri dönmem de 23.00-23.30 civarı oluyor. Zaten akşam eve geldiğim zaman yemek yemek kesinlikle yok çünkü çok geç oluyor.

Hangi arada yemek yiyorsun?

Öğlenleri... Antrenmana gitmeden yersem antrenmanda şişiyorum. Artık alıştım zaten. Bazen çok acıktığım zaman ceviz, kayısı, yarım muz yiyorum.

Peki dünyada da böyle mi?

Hayır, bu şekilde değil. Biliyorsunuz İtalyanların makarna, pizzaları meşhur. Onlar öğle yemeği yemeyip 22:30’da koca bir tabak makarna yiyorlar. Ülkeden ülkeye, kişiden kişiye değişiyor.

Bu dalda en güçlü ülke hangisidir?

18 yaş üstünde Rusya ve Romanya.

Daha küçükler için?

15-17 için Türkiye! (Gülüyor) Ama Rusya gerçekten iyi.

Hiç kıskançlıklar, çekişmeler oluyor mu?

Avrupa Şampiyonası'nda birinciliğe oynadığım kızla selamlaşmadık. Yanımda oturuyor, Rus. Bir de Rusların soğuk bir disiplini vardır, robot gibi yetiştiriliyorlar. Mimik yok, yarışma anında gülüyor kız, put gibi oturuyor onun dışında.

Yarışmalara götürdüğün, şans getiren kuzucuğun varmış...

O ailem tarafından bana alınan küçük bir oyuncak ama ben onu şansa bağlamaya başladım. Götürdüğüm yarışmalarda iyi derece alıyordum, götürmediğimde kötü derece. “Ben bunu şansım yapacağım ve adını da ‘Şans’ koyacağım” dedim.mO günden beri öyle kaldı.

Başka var mı böyle totemlerin?

Yarışmaya çıkmadan önce salona kesinlikle sağ ayağımla giriyorum. Topuzumu sola dolayıp saçımı sağa döndürürüm.

Ülkeler arasında gördüğün en ilginç totem hangisiydi?

Macar bir sporcu var, benim boyutumda kocaman ayıcığıyla geliyor ve yarışmadan sonra ayıcığın kafasından aşağı bir şişe su döküyor.

İşe yarıyor mu bari? Yaramıyor ki sen şampiyon oluyorsun.

(Gülüyor) O senyor kategorisinde, 26 yaşında. Bence yarıyor, epey başarılı bir sporcu.

Dünya şampiyonu olduğunda hangi an, “Evet bu işi başardım!” dedin?

Yarışmadan sonra soyunma odasına gidip ağladığımız an. “Başardım!” hissi verdi.

Türkiye’ye döndükten sonra şaşırdığın bir telefon aldın mı?

Bunu anlatayım. Bayramın ikinci günü, biz yine antrenmandayız...

Onu söylemene gerek yok!

(Gülüyor) Bayramın birinci günü el öptük, antrenmana gittik. İkinci gün de antrenmandayız. Gürkan Hoca da hep şaka yapar, “Bak Cumhurbaşkanı arıyor, sizi şikayet edeceğim” diye. O gün telefonu çaldı, bir baktık hoca hazırolda. Biz de hâlâ şaka zannediyoruz. “Ya tamam öğretmenim, Cumhurbaşkanı ile konuşuyorsunuz” diyoruz. “Ayşe Begüm gelir misin?” dedi, ilk kez ‘Ayşe Begüm’ dedi bana. Normalde, ‘Ayşe’, ‘Bacı’, ‘Ablacım’... Telefonu aldım, bir baktım cumhurbaşkanıyla konuşuyorum. Ama atlama masasına tutunmuşum, egzersizlere devam ediyorum, bir yandan da “Sayın Cumhurbaşkanım” diyorum.

Ailenin seninle ilgili hiç böyle hayalleri var mıymış?

Annem ve babam sporcuymuş. Annem atletizm ve basketbolla, babam futbolla uğraşmış ama 20’li yaşlarda bırakmışlar. “Kızımız sporcu olsun, bu konuda ilerlesin” demişler ama dünya şampiyonluğunu kesinlikle beklemiyorlardı.

Bir yerde pazarda tekstil ürünleri sattıklarını okumuştum...

Evet evet, pazarcılık yapıyorlardı. Dünya şampiyonu olduktan sonra cumhurbaşkanıyla bir telefonlaşma oldu, ondan sonra belediyeye girdiler ikisi de.

Akhisar nasıl bir yer? Oranın en ünlü siması sensin herhâlde.

Mesela arkadaşlarımla bir yere gidip oturduğumuzda bana tuhaf tuhaf bakanlar oluyor. Tanıyorlar ama herhâlde inanamama durumu oluyor. Güzel bir yer. Açıkçası Manisa’dan daha çok seviyorum, Manisa’da daha çok vakit geçirmeme rağmen. Hem doğup büyüdüğüm, okuduğum yer hem de daha sempatik geliyor.

Bu başarının en güzel taraflarından biri de böyle küçük bir yerde gelmesi.

Evet. İstanbul’u zaten ayrı bir ülke olarak değerlendiriyorum. Ayrı bir havası var. Geldiğim zaman jet lag olmuş gibi hissediyorum kendimi.

Ne kadarda bir geliyorsun buraya?

Haftada bir de oluyor, ayda bir de... Genellikle röportajlar, çekimler için geliyorum. Bugün de sabahtan bir çekim vardı, şu anda da bu güzel röportajı yapıyoruz. (Gülüyor)

Merak ettiğin bir yer var mıydı gelmeden önce?

Topkapı Sarayı’nı merak ediyordum çünkü ödevlerimiz oluyordu ve bana hep Topkapı Sarayı’nı veriyorlardı. Orayı gezdim. O zamanlar antrenmanlar haftanın iki-üç günüydü, yedi gün değildi. Yoksa öyle bir izin alamazdık. Mesela buraya geldim, akşam antrenmana gireceğim.

Dinlenmek için ne yapıyorsun?

Uyumak! Ama haftanın bir günü dinlensem ertesi güne ödevlerim birikiyor. Geçen dönem 92’ydi ortalamam, bu dönem yoğunluktan o kadar yüksek gelemeyecek.

Boş bir günün olsa ne yapmak istersin?

Eğer önceki gün antrenmanım varsa dinlenirim.

Yine antrenmanı düşünerek cevap veriyorsun yani...

(Gülüyor) Eğer önünde arkasında antrenman yoksa, yoğun tempo içerisinde değilsek, kesinlikle gider çatır çatır gezerim. Arkadaşlarımla alışveriş yapmak isterim. Ben moda tasarımıyla da ilgileniyorum. Yarıştığım mayoları tasarlıyorum. Günlük hayatımda giydiğim kıyafetleri de...

Okuldaki hayatın nasıl? Dünya şampiyonu bir sporcusun ama aynı zamanda genç bir öğrencisin.

Okul tabii ki antrenmandan farklı bir ortam. Orada daha hanım hanımcık bir insan gibi durduğum için arkadaşlarım spordaki hâlimi gözünde canlandıramıyorlar. Bazen antrenman videolarımı izletiyorum, “Aa bu sen misin, nasıl yapıyorsun?” diyorlar. İlginç geliyor onlara.

Orada normal bir öğrenci olarak kabul ediliyorsun anladığım kadarıyla, dünya şampiyonu diye farklı gözle bakmıyorlar sana.

Aynen öyle. Sadece hitap şekilleri değişti. Ayşe Begüm yerine, ‘Dünya Şampiyonu Ayşe Begüm Onbaşı' oldu. (Gülüyor)

Hocaların da mı öyle?

Hocalar zaten isim kullanmayı bıraktılar, ‘Şampiyon’ diye hitap ediyorlar.

Socrates Dergi