
Amerikan Kâbusu
5 dk
Bir zamanlar NBA’i kendine yuva yapması beklenen Robert Swift, nasıl oldu da uyuşturucu satıcılarıyla aynı evi paylaşan bir adama dönüştü?
LeBron James, Kevin Garnett, Kobe Bryant, Tracy McGrady gibi isimler NBA'e girdiklerinde liseden henüz mezun olmuşlardı. Olgunluğun son eşiği olarak görülen üniversite hayatı ve basketbolunu atlamış, direkt profesyonel olmayı seçmişlerdi. İçlerinden bazıları tarihin en iyi oyuncuları arasına girdi. Fakat yine de bu konu, 1990'ların başından 2000'lerin ortasına kadar tartışılmaya devam etti. Sonunda, liseden NBA trenine atlamanın doğru bir yol olmadığında fikir birliğine varıldı ve 2006'da çıkan kuralla birlikte lige giriş yaşı 19'a çekildi.
Bir zamanlar Robert Swift de bu dalganın temsilcilerinden biriydi. Beyaz teni, yorgun bakışları ve kızıl saçlarıyla adını duyurduğunda henüz reşit değildi. O dönem, lise koçu tarafından profesyonel basketbola uygun görülmüyordu. Swift, bu telkinlere ve hatta University of Southern California ile söz kesmesine karşın NBA Draft'ına girdi ve ilk tur 12. sıradan Seattle Supersonics tarafından seçildi. Ancak şans bulması kolay olmadı. Bulduğunda da diz sakatlıkları ve menisküs yakasını bırakmadı. Dört sezonda toplam 97 maça çıktı ve 4.3 sayı, 4.0 ribaund ortalamalarıyla oynadı. Bir zamanlar takımının ilk beş pivotu olacağı düşünülürken artık Kevin Durant ve Russell Westbrook'un omuzlarında yükselen bir ekibin dipnotu olmuştu. Yılmadı, ligde takım bulamayacağını anladığında ise eski koçu Bob Hill'in peşinden Japonya'ya gitti. Tokyo Apache formasıyla kısa sürede iyi işler yaptı ama bu sefer de Tohoku depremi ve tsunamisi onu buldu. Takım dağılınca Swift'e de eve dönmekten başka çare kalmadı.
Gerisi hep karanlık. Bir zamanlar "Ne yapabilir?" sorularıyla geleceği merak edilen Swift, o andan itibaren artık "Ne oldu sana?" sorularının öznesi olmaya başladı. Bu, spor yazarı Chris Ballard'ın Eylül 2016'da Sports Illustrated dergisi için yaptığı Robert Swift röportajının da ana sorusuydu. Elindeki her şeyi kaybeden, alkol ve uyuşturucu bağımlısı olan, evine haciz gelen ve bir uyuşturucu satıcısıyla yaşamaya başlayan Swift'e bu soruyu yönelten ilk kişi, onu tutuklayan bir polis memuruydu. Sonra da Ballard...
Aynı soru, Amerikan rüyasında madalyonun bir de öteki yüzü olduğunu hatırlatıyordu. Swift, imkânsızı kovalayarak NBA'e geri dönmeye uğraşıyordu. Ballard ise hem bu genç adamın düşüşünü inceliyor hem de ona yardım etmeye çalışıyordu. İkili farklı yerlerde konuşuyor, Swift'i en son meteliğe kurşun atmış hâlde bulan Ballard, ona yemek ısmarlıyordu. Yıllardır sadece olumsuz haberlerle genç adamı hatırlayan medya ise bu röportajdan etkilenmişti. Swift, hayatındaki yanlışların kaynağının kendisi olduğunu ifade ediyor ve bir dirilişin işaretlerini veriyordu. Bu, bir başka "Kendini iyi hisset"
öyküsüydü. Ama Ballard bu sona o kadar hevesli değildi; karşısındaki adamın hayatını iyi okumuştu ve onu aydınlıktan karanlığa, devamında da karanlıktan aydınlığa giden bir yüz olarak görmüyordu. Bu öykünün hâlâ, beyazlarından çok siyahları vardı.
Belki de Swift'in hayatından çıkarılması gereken mesaj bu. Elbette NBA rüyasını yaşatmak için çalışan bu adamı bir gün yeniden ligde görebilme umudu bile güzel. Ama unutulmaması gereken bir şey var. Profesyonel spor hâlâ gençlerin sağlıklı bir şekilde büyüdüğü bir yapı değil. Çok fazla para, rekabet ve şan şöhret söz konusu. Deneyimsiz birçok genç, onların her bir hareketini yorumlamaya meraklı milyonlarca insanın olduğu bir arenaya atılıyor ve ayakta kalmaya çalışıyor. Başarabilenlere verilen karşılık, gösterilen ilgi veya ödenen para, devasa ölçüde oluyor. Peki başaramayanlara? Onlar da yavaş yavaş kayboluyor hatta bazen üçüncü sayfalara konu oluyorlar.
Robert Swift gibi isimlerin düşüşü genellikle ‘ibretlik’ sıfatıyla anılır, hayatları da münferit vaka olarak ele alınır. Oysa esas istisnai olan, LeBron ve Kobe gibilerin öyküsüdür. Başaramayanların yıkıcı yenilgileri, kazananların parıltılı zaferleri kadar yer bulamaz. Oysa tam tersi olmalıdır; kişi başına düşen Amerikan rüyasından daha çok, Amerikan kâbusu vardır. Dergilerle, kitaplarla, filmlerle bu gerçek gizlenir, herkese aynı mesaj verilir: "Yapabilirsiniz, hayal edin, gerçekten yapabilirsiniz." Oysa bazen yapamazsınız. Hayatınızın şansı elinize bir kere geçer ve treni kaçırdığınızda geri dönüş şansı olmaz. Swift de bu treni çoktan kaçırmış olabilir. Ama en azından, hâlâ hayat trenini yakalama şansı var. Belki de bununla yetinmek gerekir.