Amerikan Rüyası
10 dk
ABD Milli Takımı'nın uluslararası maceraları basketbol dünyasını da keskin biçimde değiştirdi. 1992'den itibaren...
Amerika Birleşik Devletleri, Çin'deki şampiyonaya doğal olarak favori apoletiyle geliyor. Ancak 1992'de ABD'li NBA oyuncularının uluslararası turnuvalara katılmaya başlamasından beri kâğıt üzerindeki en zayıf kadrolarıyla arzıendam edecekler. 2002'de perişan olup ancak altıncı bitirebilen, 2004'te Porto Riko'dan 20 sayı fark yiyen ve ancak bronz alabilen takımlar bile kadro kalibresi açısından bu ekipten daha üst düzey yetenekler barındırıyordu.
Bu yaz Çin'e gidecek ABD Milli Takımı'nda geçen sezon NBA'in en iyi beşlerine seçilen sadece tek bir oyuncu olacak. O da üçüncü beşte yer alan Kemba Walker. Şampiyona geneline baktığımızda turnuvanın en iyi iki oyuncusu ABD kadrosunda bile değil. O titrlere Giannis Antetokounmpo ile Yunanistan ve Nikola Jokic ile Sırbistan sahip. Elbette bu ABD'nin zayıf olduğu anlamına gelmiyor. En iyi iki oyuncuya sahip olmasalar da ABD öyle bir oyuncu fabrikası ki muhtemelen turnuvanın en iyi ilk 20 isminden 12'si ile sahaya çıkacaklar. Yani zirve değil ama takip eden en iyi isimler yine onlarda...
NBA oyuncularından oluşan ABD takımları yıllardır yıldız faktörüyle rakiplerini sürklase ederek kazanıyorlardı. Evet, arada 2008 ve 2014'te daha takım gibi göründükleri de oldu ama bu daha çok oyuncuların bireysel özellikleri ile alakalı. Yoksa koç veya kadronun turnuvalara yaklaşımı ile ilgili değil. Belki yegâne istisna 2008 olabilir. NBA oyuncularının gerçekten en ciddi hâlleri ile katıldığı, yıldız oyuncuların yeteneklerini sergiledikleri bir gösteriden çok takım hâlinde oynamaya gayret ettikleri turnuva olmuştu Beijing Olimpiyat Oyunları.
2002, 2004 ve 2006 hezimetlerinden sonra bu anlaşılabilir. Nitekim bir turnuva kaybedebilirsiniz. Ama üst üste üç turnuvada ABD'nin yenilmesi 'ciddiyetsizlik, şanssızlık, uyumsuzluk' gibi faktörlerle açıklanamayacak duruma gelmişti. 1992'de edindikleri 'Rüya Takım' lakabı iyice espri malzemesi hâline gelmişti. ABD de 2008'e 'Redeem Team' lakabı ile gitti. Yani, Kefaret Takımı. O ekibin diğerlerinden daha farklı bir kafa yapısında olmasının temel sebebi buydu. Ancak NBA oyuncularından kurulu ABD Milli Takımı'nın uluslararası macerasını kadronun yıldız potansiyeli ve ciddiyet seviyesi ile açıklamak yeterli olmaz. Rüya Takım serüveni gerek NBA gerekse dünyanın geri kalanı için ciddi basketbol değişimleri içeren bir yolculuk oldu.
Orijinal Rüya Takım, 1992 Olimpiyat Oyunları'nda yetenek ve atletizm farkı ile rakiplerini perişan etmişti. Kadroda kolejden gelen Christian Laettner ve sakat sakat oynayan John Stockton, Larry Bird, David Robinson, Clyde Drexler ve Chris Mullin'e, HIV teşhisi konan Magic Johnson'a rağmen sağlıklı olanların biraz kendini zorlamasıyla her maç güle oynaya kazanıldı. Koç Chuck Daly turnuva boyunca tek bir mola bile almadı. Düşünün durumu...
Evet, yetenek ve atletizm, Michael Jordan'ın kazanma hırsı ve Charles Barkley'in eşleşilemezliği ile birleşince zaten altın madalya için yeterliydi ama bu sadece sonucu belirledi. Turnuvanın basketbola etkileri çok daha kapsamlı oldu. Öncelikle dünyanın geri kalanı NBA'in sürati ve savunma sertliği karşısında ne kadar geride olduğunu birinci elden gördü. Genetik avantajlarından ötürü siyahi oyunculardan kurulu ABD'ye karşı eldeki insan malzemesine bakınca bu farkın kapanması imkânsızdı zaten. Bu nedenle başta Avrupa, dünyanın geri kalanı bunu nasıl alt edebileceğinin üzerine yoğunlaştı. Cevap da aslında ortadaydı. Eğer karşında aşamayacağın kadar büyük bir engel varsa etrafından dolaş.
Dünya basketbolu da NBA atletizmini aşmak yerine ondan uzaklaşmaya odaklandı. Nitekim dünyanın geri kalanının bir avantajı vardı ABD'ye karşı. Oyundaki amaç topu çemberden geçirmek olunca hoplayıp zıplayarak yukarıdan içine düşemedikleri çembere, keskin nişancı gibi belli mesafelerde topu gönderme konusunda daha erken çalışmaya başlıyordu beyaz oyuncular. Dünyanın geri kalanı 'NBA'in canavarları'ndan daha iyi şut atıyordu. Öyle ya, ABD'lilerin pek şut atmaya ihtiyacı yoktu. Topu potanın içine gömüyorlardı. Nitekim Yeni Kıta'da siyahlar arasındaki hâkim kültür de fiziksel özelliklerini öne çıkarmak üzerine kurulduğu için oyuncuların çoğu küçük yaştan potaya gitme, atlayıp zıplama üzerine kodluyordu oyunlarını.
1992 sonrası başta Avrupa takımları fiziksel olarak baş edemediği rakiplere karşı nasıl oynayacağı üzerine daha çok strateji geliştirmeye başladı. Alan paylaşımının temellerinin atıldığı dönem bu aslında. Basketbolda atışların isabetli olma oranı çembere yaklaştıkça arttığı için ezelden beri esas amaç topu çembere yaklaştırmak olmuştu. Mümkünse orada da en uzun oyuncuya topu verip yarım metreden topu çemberden geçirmesini sağlamak. Üç sayı bunu biraz değiştirse de o zamanlar değeri anlaşılamamış, o dönem kullanılan atışların yüzde 10'u bile üçlük olmamıştı. Şimdi matematik modellerle değeri anlaşıldıkça Avrupa'da tüm atışların yüzde 38'i, NBA'de ise yüzde 35'i üç sayılık atış olarak kullanılıyor ama o zamanlar bu bilinmiyordu. 1992'de yaşananlar matematik modeli olmasa da yaşam deneyimini getirdi ve ABD dışındaki takımlar daha fazla üç sayı atmaya, potadan uzak oynamaya, birbirlerinden uzaklaşarak alanı açmaya başladı. Nitekim ezelden beri kullanılan ama bir araç olan ikili oyunlar da bir anda hücumun merkezine kondu. Bire birde yenemediği rakipleri eşleşme avantajı ile alt etmek için en etkili yöntemdi bu. Bir anda her hücumun ya başlangıcı ya bitişi oldu.
Dünyanın geri kalanı teknik alanlardaki üstünlüklerini keskinleştirir, daha fazla şutör üretip bunları daha etkili kullanmanın yöntemlerini ararken NBA cephesinde değişen pek bir şey olmadı. Seksenlerde ve doksanlarda Reggie Miller, Chris Mullin, Larry Bird gibi birkaç özel şutör çıksa da ABD, basketbolu devleriyle ve korkunç atletleri ile oynamayı sürdürdü. 1992'nin ardından '94, '96 ve 2000'de de dünya şampiyonalarını ve olimpiyat oyunlarını kazandılar. Sadece 1998'de lokavt nedeniyle NBA oyuncuları gelmediği için bronzda kalmışlardı. Ancak özellikle 2000 Sydney'de görüldü ki NBA ile dünyanın geri kalanı arasındaki mesafe iyice kapanmıştı. Hatta yarı finalde Litvanya'ya karşı son topta Jasikevicius'un üçlüğü isabetli olsa NBA oyuncuları ilk uluslararası yenilgisini alacaktı. NBA'in en büyük yıldızları yavaş yavaş yaz tatillerinden ödün vermekten imtina etmeye başladıkça Rüya Takım'ın oyuncu kalitesi azalmaya yüz tutmuştu. Yine de ülke, NBA için B sınıfı olsa da dünya için hâlen en iyi oyunculara sahip olarak turnuvalara gitmeyi sürdürdü. Teknik ve stratejik olarak ara kapansa da, Avrupa çok büyük mesafe kaydetse de yıldız oyuncu farkı ile kazanmayı sürdürdü ABD. Ta ki 2002'ye kadar... NBA oyuncularının ilk yenilgisini kendi evi Indianapolis'te alması biraz ironik. Ancak o şampiyonaya hayli dağınık oyuncularla gelen, üstelik turnuvayı da tatil köyü eğlencesi olarak gören takıma ağır bir ders oldu bütün bunlar.
ABD önce grupta Arjantin'e ardından çeyrek finalde Yugoslavya'ya son olarak da beşincilik maçında İspanya'ya yenildi. Paul Pierce, Reggie Miller ve Baron Davis'in başı çektiği takım elbette ABD'nin en iyisi değildi ama 12 oyuncunun dokuzu All-Star olmuş ya da olacak isimlerdi. ABD bu yenilgiyi uyumsuzluk ve umursamazlığa bağlasa da esas tokadı iki yıl sonra her zaman daha çok önemsedikleri olimpiyat oyunlarında yedi. Atina 2004'te ABD, Allen Iverson ve Tim Duncan'ın başı çektiği, çaylak LeBron, Carmelo ve Wade'li kadrosu ile arzıendam etti. Ama modern oyundan çok uzak görünen, net şutörü bulunmayan, üç çaylağın komplike alan paylaşımlı hücumları anlamakta zorlandığı düzende çoğu zaman sudan çıkmış balığa döndüler. Daha turnuvanın açılış maçında kendilerine bağlı, neredeyse sömürge olarak gördükleri Porto Riko'dan 19 sayı farkı yiyince ABD'nin artık eskisi gibi dünyaya tepeden bakamadığı tescillenmişti. Uluslararası basketboldaki yakın mazilerinin en net lekesi de o turnuvada ortaya çıktı. ABD grupta Litvanya, yarı finalde de Arjantin'e yenilerek bronz madalyada kaldı ve basketbolunda 1992'den tam 22 yıl sonra yeni bir yapılanma olması gerektiğini herkes net şekilde kabul etti. Milli takım yönetimi koçluğa Mike Krzyzewski'yi getirip "İşi olmayan gelsin" mantığından çıkarak gerçek bir aday kadro ve milli takım programı belirledi. ABD'nin artık işi ciddiye alacağını o gün anladık.
Milli takım organizasyonu işin katılım ve ciddiyet meselesini halledebilir de esas değişim NBA'in basketbola yaklaşımında oldu. Nasıl 1992'de NBA, tüm dünyanın basketbol oynama şeklini değiştirmesini, adapte etmesini tetiklediyse 2004 de NBA'i büyük oranda tetikledi. Dünyanın en popüler ligi şutun, alan paylaşımının, bire birden çok ikili oyunun etkilerini kabul etti. "Biz bir numarayız, oyuncu farkımız yeter" anlayışından uzaklaşmayı nihayet başardılar. Veya zorlandılar da demek gerekli belki... Elbette 2000'lerin ilk yarısının oyuncu kalitesi açısından NBA'in en fakir yıllarına tekabül ediyor olması da etkili ama bu sadece değişimi hızlandıran bir öğe olmuştur, belirleyen değil.
Nitekim değişim en çabuk dile ve tanımlara yansır. Doksanların ilk yarısında NBA için 'Avrupalı' dendiğinde akla gelen karşılık yumuşak, temastan kaçan, yavaş ve illa şut kovalayan şeklinde belirlenirken, 2000'lerin ortasından itibaren bu tabirin karşılığı fundamentali güçlü, şutör, akıllı olarak değişti. Bir zamanlar küçümseme içeren tanım artık övgü hâlini aldı. Yine de Krzyzewski'nin ilk deneyimi pek de iyi gitmedi. Tarihin en kötü koçluk örneklerinden birini sergilediği 2006 Dünya Kupası yarı finalinde Yunanistan'dan aynı tepe ikili oyununu belki 40 defa yiyerek yenildiler ama bu, değişimin son halkasıydı. ABD iyi bir yapıyla ve ciddiyetle bile kazanamayabiliyordu. Stratejik olarak geride kaldıklarını net olarak fark ettiler.
Sonrasında NBA'in değişimi ortada. Bugün basketbola hâkim olan tempo ve alan paylaşımı oyununun tetiklenmesinde Mike D'Antoni'nin Phoenix Suns takımları kadar hatta daha fazla olimpiyat oyunlarının etkisi var. Keza ABD genelinde deli gibi hoplayıp zıplamaya ve birbirlerine fiziksel üstünlük sağlamaya çalışan gençler arasında şutun ve fundamental bilgisinin önemini göstermek açısından da katalizör oldu uluslararası turnuvalar. Ve elbette karar vericiler için de... 1992 nasıl dünyada basketbolun gidişine yön verdiyse 2002-2004 süreci de bu defa Pasifik'in diğer yanındaki bakış açısını değiştirdi.
Bugün gelinen noktada NBA oyuncuları belki de farkı 1992'deki kadar açmış durumdalar. Çünkü artık onlar doğal atletik üstünlüklerini teknikle birleştirmeyi başardılar. En az rakipleri kadar bilerek oynuyor, rakipleri seviyesinde şut atıyor ama bunu atletizm sayesinde daha hızlı yapıyorlar. Nitekim 2008'de kurulan ve ABD Milli Takımı'nın onurunu kurtarmak için hemen bütün yıldızların dâhil olduğu Redeem Team, Beijing'de altını aldı almasına ama o bile, final karşılaşmasında İspanya'nın altın jenerasyonuna karşı zorlandı. Sonrasında ABD oyuncuları ve NBA takımları uyum sağladıkça makas iyice açıldı. 2010, 2012, 2014, 2016, 2018... Her turnuvada ABD'nin kadro kalitesi ve ciddiyeti biraz daha düştü ama NBA oyuncuları iyice adapte olduğu için galibiyetler zorlaşmadı.
Şimdi tarihin en zayıf kadrosuna sahip ABD. Ama belki de teknik anlamda Avrupa'yla arayı kapatmış ve bazı açılardan öne geçmiş durumda. Popovich'in başantrenör olarak ilk turnuvası olması nedeniyle ciddiyetin yüksek olmasını, hiçbiri gerçek yıldız olmayan oyuncuların özverili oynamasını bekleyebiliriz. Keza takımın merkezinde dört Boston Celtics oyuncusu olması da kadroya bir kimlik kazandırabilir.
Çin'de turnuva öncesi favori yine ABD olacak. Ama bu defa yıldız faktörüyle değil. Basketbolundaki modernleşme, takım yapısı ve ciddiyetiyle şampiyon olacak olabilirse... Dünyanın geri kalanından ne kadar çok şey öğrenmişler değil mi?