
Tutkusunun Peşinde
11 dk
Andrea Trinchieri'nin devam etmek için fazla sebebi yoktu. Profesyonel basketbol için yeteneksizdi, Harvard mezunu bir diplomatın çocuğu olarak da kolayca akademik kariyeri seçebilirdi. Yapmadı. Tutkusunun peşinden gitti.
Andrea Trinchieri'nin keyfi yerinde. Bundesliga'da son iki sezonu ALBA ve Bayern'in önünde şampiyon tamamlayan takımıyla memleketi Milano'nun 200 kilometre kuzeyindeki Trento'da kamp yapıyor. Stresten uzak, dağlara yakın. Hafta boyunca yapılan fizik-kondisyon idmanlarının sonuna gelinmiş. Ertesi gün yaz döneminin ilk ciddi hazırlık maçı Jasmin Repesa'nın Milano'suna karşı oynanacak. Cumartesi gecesi olmasına rağmen şehirde hareket yok, otelde de çıt çıkmıyor. Gece 2'de duman dedektörünün devreye girişi, başlı başına bir olay. Brose kafilesinin tamamı yataklardan kalkmış, koridor kıyamet yeri. Herkesin aklında aynı soru: Sigarayı kim içti?
Maç sabahı röportaj için otel bahçesine indiğimde koçun olan bitene karşı reaksiyonunu merak ediyordum. "Eğer bir oyuncunuzu sigarayla yakalamış olsaydınız..." diye söze girdim. Gerisini o getirdi.
"Hayattta en önemli şeylerden biri mesuliyet. Sorumluluk bilincine sahipsen, gerisi çok da mühim değil. Bu takım her gün birlikte çalışmak zorunda. Her gün. Hata yapabilirler, hepimiz hata yapıyoruz ama zamanı geldiğinde 'Ben yaptım' diyebilmeliyiz. Umarım sorumluluk alan, gözlerini kaçırmayan oyunculara sahibimdir."
50'li yaşlarına yaklaşan Andrea Trinchieri, artık olgunluk çağında. Brose'nin Bruce Springsteen'iyle Trento'da buluştuk.
Birkaç defa oyunculuk geçmişinizle alakalı gelen soruları, "Boş verin, gerçekten çok kötüydüm" diyerek geçiştirdiğinizi hatırlıyorum. Burada alan savunmasını bozan bir kötülükten mi, yoksa daha çok üçlük atamayan, serbest atış kaçıran, sürekli steps yapan bir seviyeden mi bahsediyoruz?
Eğer sahada yapamadıklarımı sıralamaya kalkarsam bu röportaj bitmez. Ayrıca, çok sıkılırsınız. Kötü bir oyuncuydum ve aklımdan geçip de eyleme dökebildiklerimin sayısı çok azdı. Buna rağmen, basketbola bir bütün hâlinde aşık olmuştum. Erken reaksiyon verme zorunluluğu, içgüdülerle oynanması, değişkenliği... Her detayı beni içine çekmişti. Oynayamıyordum ama bu tutkuya karşı koyamazdım. Akademik alanda ilerlemeyi düşünmedim bile. Basketbolda kalmalıydım. Bunu yapmanın bir yolu olmalıydı.
Harvard mezunu bir babaya sahip olmak tabii ki işleri kolaylaştırmadı...
Evet, özellikle başlangıçta çok zordu. Trinchieri ailesinin planı, oğullarını Harvard'a göndermekti ve eğer antrenörlüğü denersem bunun sonuçları olacağını söylediler. Onlara hak veriyorum; çünkü bir planım yoktu. "Ben istediğimi yapayım da, sonuçlarıyla sonra yüzleşirim" diyordum içten içe. Şanslıyım ki işe yaradı.
San Pio X Milano'yla başlayan antrenörlük serüveninizin kilometre taşları neydi? Seksenlerin meşhur genel menajeri Toni Capellari'nin sizi Olimpia Milano'ya çağırdığı günü nasıl hatırlıyorsunuz?
Antrenörlüğe 18 yaşında, piramidin en alt tabakasından başladım ve uzun süre orada kaldım. Takım arkadaşlarımın koçluğunu da yaptım, San Pio altyapısındaki çocukların da... Amatör kümede A Takım çalıştırdım. Serie D için mücadele ettim. Yıllar sonra, tüm bu tecrübelerin ardından, bir gün GM Cappellari geldi.
"24 saat çalışacaksın, takımın ihtiyacı neyse karşılayacaksın. Bir yerden başlaman gerek" dedi. Herhangi bir tereddüdüm yoktu ve bana verilen şansın farkındaydım. Ama... Onca zamandır antrenörlük yapıyor olmam Olimpia Milano'nun umurunda mıydı? Muhtemelen hayır. Ben, Hırvat bir anne ile Amerikan bir babanın çocuğuydum. İngilizce, Sırpça, Hırvatça konuşabiliyordum. Mesele buydu.
Peki ya sonrasında? Serie C ve Serie B tecrübeleri, rakip analizinde bugün geldiğiniz noktaya kaynaklık ediyor mu? Sanırım 2011 Cantu, bu alanda modern dönemin en iyilerinden biriydi...
Öyle miydi? Açıkçası farkında değilim. Biz antrenörler, atom parçalamıyoruz. Hataların oyununda hata yapmamaya çalışıyoruz. Önemli olan; her şeyi berbat ettiğimizde -ki daima ederiz- elini havaya kaldırıp "Ben yaptım" diyebilmek. Ben de açık fikirli olmaya ve devamlı yeni şeyler öğrenmeye gayret ediyorum. Olimpia'dan ayrıldıktan sonra alt lig takımlarında (Cremona, Caserta, Veroli) koçluk deneyimleri yaşamanın da elbette katkısı oldu.
Rakip analizi elbette uçsuz bucaksız bir konu. Tabii ki şimdi size iPad'den, dünyanın ne kadar değiştiğinden, eskiden sabah 3'te otoyola çıkıp dağıtımdan rakip takımın VHS kasetini almayı beklediğimden bahsedeceğim. Bunların hepsi yaşandı ki o dönem scouting’e inanmayan koç sayısı çok fazlaydı. "Takımımın kimliği belli. Rakibe göre neden yapıp yıkayım? Onlar hazırlansın" diyen sayısız antrenör hatırlıyorum. Saygım sonsuz. "Her yol Roma'ya çıkar" deyişini bilirsiniz. Başarıya ulaşmanın neden sadece bir yolu olsun ki? Sonuçta rakamlar oynamıyor. Oyuncular oynuyor.
Bu bağlamda geçmişteki başarılarını modern dönemde yineleyemeyen koçlara dair ne düşünüyorsunuz? Mesela Bozidar Maljkovic, hatta belki Efes dönemiyle Dusan Ivkovic... Neden adapte olamadılar?
Tehlikeli bir soru bu.
Ama yine de...
Hayat bazen böyle. Bahsi geçen koçların başardıklarını ellerinden alamazsınız. Basketbol ritim işi. Rutine ayak uydurmak gerekiyor, enerjiye ihtiyacınız var. Örneğin ben bu yıl 20 Aralık'tan önce 30 resmi maça çıkmak durumundayım. Fikstür acımasız.
Yeni sezona geçmeden önce; geçen yılki Brose'den aklınızı meşgul eden bir şeyler var mı merak ediyorum. Mükemmelliği arayış nasıl gidiyor?
Bazı maçlarda fizik açıdan ezildik. Ortaya koymak istediğimiz oyunun gereklilikleri malum; topu ve alanı paylaşmak istiyoruz. Fakat maçlarda gereğinden fazla sertliğe izin verilince iyi basketbol oynamak mümkün olmuyor. Burada hakemlerden şikayet etmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Sadece sertliğe izin tanınan, temasın fazla olduğu bir düzende felsefemizin fark yaratması çok zor. Bir bakıma kusursuzluğa hiçbir zaman ulaşamayacağını bilip bu uğurda mücadele etmek gibi.
İyi basketbol oynamanın sırrı ne?
Antrenmana gelmekten şikayet etmeyen bir oyuncu grubuna sahip olmak. Aksi mümkün değil. Oyuncular kendi limitlerini aşmak için çaba sarf etmeli. Antrenmana çıkıp "Bunu yapamam, benim iyi olduğum alan belli, ne biliyorsam onu vereyim koç" diyen oyuncularla yapamıyorum. Sabit fikirli olanlara toleransım yok. Kusurlu olsun, problem değil. Benim de kusurlarım var.
Brose'de daha ilk günden bize, "Sert oyna, sıkı oyna, son topa kadar oyna" felsefesinin dışına çıkacak bir şeyler lazımdı. Oyuncularıma standart düzenden daha farklı bir şeyler yapmamız gerektiğini anlatmaya çalıştım. Keskin, hassas, çok yönlü ve özel olmalıydık. Bir açıdan, olduk da...
Topa yön verebilen üç oyuncunun aynı anda sahada bulunduğu Brose sistemi, Zeljko Obradovic'in Panathinaikos'taki şablonundan (Jasikevicius-Diamantidis-Calathes) esinlendi diyebilir miyiz?
Tabii ki. Hiç şüpheniz olmasın, bundan utanmıyorum. Formül basit. Daima en iyiyi örnek alırsınız ve Zeljko en iyisi.
Zeljko Obradovic bir keresinde Maurizio Gherardini'yle uyumunu anlatırken, "Bazen yanına gittiğimde bir şey söylememe gerek kalmıyor. Bakışlarla anlaşıyoruz" ifadelerini kullanmıştı. Daniele Baiesi'yle sizin ilişkiniz de buna benziyor mu? Alman mantalitesi, Bamberg'deki iki İtalyan için ne kadar yardımcı?
Yüzde 200 benziyor. Hatta yanına bile gitmiyorum. Daniele gelip "Aklında böyle bir şey olabilir mi?" diyor. Ekstra uyumluyuz. Mesai yaptığımız her gün, bu ornizasyonu bir adım ileriye taşımak uğruna. Nasıl anlatayım; taşı kırmak için 10 kez vurursunuz bir şey olmaz, 20, 30, 40... Devam etmelisiniz. Çatırdayana kadar, vazgeçmeden. Almanya da bunun için ideal yer. Sabır, disiplin, düzen ve bira. Hepsi kimliklerinde var. Biraz gelenekçiler ama olsun. O kadar da olur.
Yunanistan'daki başarısızlık bununla mı alakalıydı? Düzen dışında bir yapı, sabırsızlık...
Milli takım koçluğu çok farklı. Oyunculara karşı kozunuz yok, zaman dar. Hele ki dışarıdan gelen biriyseniz yapabileceğiniz tek şey oturup dua etmek. Oyuncuların bireyselliği bir kenara bırakıp, takım oyununu her şeyin üstüne koyacağını hayal etmelisiniz. Çünkü takım içinde birden fazla patron olamaz. Çizgilerin kalın çizilmediği bir düzen işlemez, vesaire, vesaire... Benim durumumda takım kimyası oluşması mümkün değildi. Uzun bir sezonun sonunda yorgun-argın milli takıma katılan, sadece dört hafta vakit geçirebildiğim, üzerlerinde herhangi bir etki gücüm olmayan oyuncu grubuna ne yapabilirdim ki? Şartlar böyleyken şansım var mıydı? Sırf bu yüzden, Arjantin Milli Takımı'nı düşününce içimden ağlamak geliyor. Orada koçun soyunma odasına girip "Kurallar burada yazılı, patron da sensin Manu" dediğini hiç zannetmiyorum. Takım, kendi liderini kendi seçer. Atina'da böyle olmadı. Çoğu milli takımda da durum böyle. Beş tane lideriniz olamaz. 55 tane oyun çizecek vakit de bulamazsınız. Seviye zaten yüksek. Geriye kalan tek seçenek, takımın kendi yolunu bulması için dua etmek.
Benim hatalarım yok muydu? Tabii ki vardı. Ama hatalar genellikle elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışırken ortaya çıkmaz mı? Yugoslavya'da, "Ismarlayanı da bil, içeni de" diye bir söz vardır. Herkes içmek ister, kimse ödemek istemez. Bu da o hesap. Ben takımdan ayrıldıktan sonra Yunanistan ne yaptı? Avrupa basketboluna damga mı vurdular? Hiç zannetmiyorum.
Arjantin'den bahsetmişken... Olimpiyatı takip etme şansınız oldu mu? Basketbol harici ilginizi çeken bir hikâye var mıydı?
Michael Phelps; çünkü kazanabileceği her şeyi kazanmış birinin sporu bırakıp bu şekilde geri gelmesi akıl almaz bir hikâye. Kimse yalan söylemesin, herkesin aklından, "Phelps problemleri olduğu için geri dönüyor. Spordan sonraki hayatı benimseyemedi. Tek çaresi o sahneye yeniden çıkmaya çalışmak" benzeri düşünceler geçiyordu. Umursamadı, yıkıp geçti. Çılgın bir adam.
Sizde son durum ne? Cantu yıllarına göre Andrea Trinchieri daha durgun, daha mı oturaklı? Artık Ludovico Einaudi mi dinliyor?
Biraz daha az çılgınım. Ama hâlâ Bruce Springsteen dinliyorum. Fazla değişmiş sayılmam. Yine her güne, "Bugün akıllı hareket edeceğim" diyerek başlıyorum; yine 20 dakika geçmeden saçma sapan bir şey yapıyorum. Akıllı biri olma yönünde savaşım tüm hızıyla devam ediyor.
Şanslıyım ki tutkumu mesleğe dönüştürebildim. Yoksa ben ne yapardım?
3 Kelime
Gözlük: Toplamda 79 gözlüğüm var. Ama bu rakam her geçen gün artıyor.
Drazen: Kahramanım. Oyunu değiştirmeyi başarabilmiş az sayıda kişiden biri.
Bira: Bamberg'de 82 farklı bira evi, toplamda 120 bin kişiye yetecek kadar bira üretiyor. Hiç fena değil.
"Ağrıya, acıya, sakatlığa rağmen..."
Bu yaz olimpiyattan hemen önce Arjantin Milli Takımı kampını ziyaret ettim. Olağanüstü bir deneyimdi. Bu seviyede, takımını diğer her şeyin önüne koyan başka bir oyuncu grubu hatırlamıyorum. Ağrıya, acıya, sakatlığa ve ilerleyen yaşlarına rağmen birlikte oynamaktan o kadar keyif alıyorlar ki... Bir koç, daha fazla ne isteyebilir? Altın madalya? Tamam, o da var.