
Anlamadan Maç Anlatan Adam
6 dk
Konsol oyunlarıyla başlayan ilişki, El Classico’ya kadar uzanmıştı. Sırada Londra derbisi var. Kaan Sezyum’un kaleminden…
Futbolla yakınlaşmam, Pro Evolution Soccer 3’ün çıktığı 2003 yılına denk geliyor. O zamana kadar ne ayağıma top değmiş ne de bir topa kafa atmıştım ama fiziksel olarak değil de konsol oyunu olarak yakınlaşmıştım işte. İlk, orta ve lise yıllarımda o bahçede maça alınmayan, toptan korkan çocuktum. Zaten müzikle uğraştığım için bütün boş zamanlarımda top oynamak yerine davul çalmaya çalışıyordum. Üniversite yıllarıyla birlikte işsizlik oranım da artınca ev arkadaşımın oynadığı oyuna sarmak zorunda kalmıştım. Tabii ondan önce, Amiga zamanlarında, evinde Amiga olan arkadaşlarımızla Sensible Soccer oynardık ama gerçek topla tanışmam 35 yaşıma kadar gerçekleşmedi... Futbolla alakam hiç olmadı, babam beni hiç maça götürmedi, stadyumdaki ortamlar da hoşuma gitmiyordu. Adam adama, hem de o kadar adamla bir şeyler yapmak çok da heyecan verici değildi sanırım. Stadyuma sadece yıllar önce İstanbulspor’un Sergen Yalçın’ı ilk oynattığı zamanlarda gitmiştim (rakip bir Fransız takımıydı sanırım). Ondada Cem Uzan, “Davulcu lazım” diye bir komut vermiş ve nedense İstanbul’daki tüm bateristleri toplamış, biz de maça gidip davul çalmıştık. Maç bitince de dolarla ödeme yapmışlardı. Kemiksiz 175 dolar almıştım, yanılmıyorsam...
Playstation’la başlayan futbol ilgim arada İngiliz liginin maçlarıyla ya da Real Madrid- Barcelona maçlarının şifresiz yayınlandığı yıllarda az çok devam etti ama hiçbir zaman bir takımın taraftarı olamadım. Kadrosu sürekli değişen bir ekibin nesini desteklemem gerektiğini pek anlamıyordum. Düşünsenize; Metallica her albümde başka kadroyla müzik yapıyor ve her seferinde de Metallica tişörtüyle konsere gidiyorsunuz... Neyse, herkesin zevki kendine sonuçta.
Futbola bu kadar uzak bir insan olmama rağmen, dergiden “Abi güzel maç var, onu izle, bize yaz” dediklerinde açıkçası “Ya maç hakkında ne yazacağım, adamlar karşılıklı oynuyor, 90 küsur dakika sonra da olay sonuçlanıyor, üzerine ne yazılabilir ki?” diye düşündüm. Çoğu gencin kullandığı “Sınav kâğıdı dolu görünsün diye maç anlatma” klişesi, benim için tamamen farklı bir deneyimdi. Hayatımda hiç kimseyle herhangi bir maç hakkında konuşmamış biriydim sonuçta...
Neyse, elime bir link, kullanıcı adı ve şifre verdiler, açtım maçı. Arsenal ve Tottenham’ın, Kuzey Londra Derbisi’ni izlemeye başladım. Arsenal’in teknik direktörünü bir şekilde tanıdım. Baktım, gerçekten de 1996’dan, yani benim üniversite yıllarımdan beri bu takımda. PES 3 oynarken de Arsenal’i alırdım. O dönemki kadrosu bir şekilde yılan gibiydi.
Maç hakkında ne yazacağımı tam bilemediğimden elimde kalem-kağıt not almaya başladım. Maçın ilk 10-15 dakikası, gerçekten ekrandan başka bir yere baktırmayan yüksek bir tempoyla geçti. İçeri gidip su alacağım, alamıyorum, her an bir şey olabilir gibiydi. Durduk yerde heyecanlandım. İçimde herhangi bir taraftarlık kırıntısı olmadığı için de güzel futbolun temposuna kapılmış, gözlerimi ekrandan alamıyordum. Premier Lig’in kamera açıları da güzeldi. Hava yine leş. İngiltere’den ne hava bekliyorsun zaten? Sahanın tepesinden herkesi PES’te gibi gösteren kameranın objektifi su lekeleriyle dolu ama olsun.
İzleyicilere baktım, İngilizler medeni gibi oturmuşlar. Maçın ilerleyen dakikalarında ayağa da kalktılar tabii ama stadyumda oturan izleyici görmek beni şaşırttı. Siz alışıksınızdır, şaşırmıyorsunuzdur ama birasını içen insanlar filan da gördüm galiba arada? Bizde stadyumda Iron Maiden konseri bile olsa bira yerine en fazla sıcak kola içebiliyorsunuz sonuçta.
Arsenal’de Mesut Özil varmış. Mesut bildiğin Alman gibi. Adı dışında çok da yerli ve milli bir davranışını göremedim. Kaliteli bir oyuncu olduğu her halinden belliydi. Tabii Arsenal’in kalesinde bilgisayar ekranlarından en sevdiğim oyuncu olan Petr Cech vardı. Oynadığım her oyunda muazzam özellikler yüklenmiş bu eski toprağı (şimdi baktım da adam benden altı yaş gençmiş) izlemek, kafasındaki özel top radarının nasıl çalıştığını görmek çok zevkliydi. Gerçekten de Cech, maçın bence en pırlanta oyuncuları arasındaydı. Tabii onun dışında Kane, Özil, Sanchez de -ki kendisini Friends’teki Joey Tribbiani’ye benzettim- bence çok temiz oynuyorlardı.
Dakika 33’e geldiğinde arkadaki reklam panolarına tutulmaya başladım. Bahis sitelerinin kayan reklamlarına bir süre bakınca sanki tribünler de kayıyor gibi görünüyordu. Bir de hakemin kolundaki EA Sports arması dikkatimi çekti nedense. Bilgisayar oyunları da artık eskisi gibi ‘oyun’ olmaktan çıkıp iyice simülasyona dönüşüyordu. 90’lı ve 2000’li yıllarda esip gürleyen PES serisi, tahtını FIFA’ya kaptırmıştı.
Maçta nefis iki gol vardı. Bir noktadan sonra (40’lı dakikalar) Tottenham biraz yıldı, Arsenal iyice bunaltmaya başladı. Tottenham daha çok ve etkili pas yapsa da Arsenal daha tehlikeli ve üstün görünüyordu. 67. dakikaya geldiğimizde artık onca süre spor izleyip hiç hareket etmediğimi fark edip temizinden 20 şınav çektim... 83. dakikada Özil oyundan çıkarken bir 20 daha...
90 dakikalık kitlesel bir hipnoz izledim sanırım. Londra’dan İstanbul’a kadar uzandı heyecanı. Bir maç böyle heyecan yaratıyorsa bir de takım tuttuğunuz zaman nasıl kafalar yaşıyorsunuz, az çok anlayabiliyorum artık.
Belli ki bu da yaşattığı duygularla bir bağımlılık yaratabilir. Her bağımlılık gibi, insan hep daha fazlasını istiyor sanırım.