Anneme Dair

8 dk

Bir spor dergisinin içinde olduğumuzun farkındayım. Ancak kaybettiğim annemi anlatmak üzere, birkaç sayfalığına anlayışınıza sığınmak istiyorum.

1993 yılının diğer herkes tarafından unutulmuş, sıradan bir sabahı. Her zamanki gibi erkenden uyanıp, babam işe gidince annemin yanına yatmışım. Bir telefon çalışıyla salona koştum. Garip bir ses, annemi istedi. Teyzemin ağlayan sesiymiş, tanıyamadım. Telefonu aldığı gibi annem de ağlamaya başladı. Ne olduğunu sorduğumda beni yatak odasının aynalı dolabına yasladı ve sakinleşmeye çalışarak anlattı: "Bu gibi şeyler senin yaşındaki çocuklara söylenmez ama sen olgun bir çocuksun. Anneannen öldü, artık bu eve gelmeyecek." Ölümle böyle tanıştım.

Telefonun çalmadığı diğer sabahlarda, annem hep benim, elimde misketler, Ercan Taner'e benzetmeye çalıştığım sesimle uyandı: "Falko, pası Okan'a, Okan'dan bir çalım Oğuz'a, Hakan Şüküüüür ve gooool. Kaleci Engin çaresiz…" Hayatımdaki diğer birçok şey gibi Galatasaray'a duyduğum sevgi de annemdendi. Aslında öyle çok da ilgilenmezdi ama Fenerbahçeli babama karşı beni kendi yanına çekmişti. Pazardan aldığı bez formayla başlayan süreç, sonraki yıllarda yaptığımız küçük alışverişler ve Darüşşafaka'da gittiğimiz basketbol maçlarıyla devam etti. İkinci lig maçlarını bile pürdikkat izliyor, futbolcu kartları biriktiriyor, sokakta eskiden rahatlıkla karşılaşabildiğimiz futbolcuları gördüğümde yanlarına gidip Galatasaray'a gelme sözü alıyordum. Büyük Beşiktaş Çarşısı'nın içindeki Estetik Kuaför'de sık sık gördüğüm Şifo Mehmet, bana bu sözü en çok veren isimdi. Tutmadı tabii.

Bu işlere haddinden biraz fazla kafa yorduğum için bir süre sonra babam futbolun sesine tahammül edemez hâle geldi. İlkokul birinci sınıfın ilk günlerinde, öğretmen hepimizden haftanın en sevdiğimiz gününü seçip nedenini yazmamızı istemişti. Ben, en sevmediğim günü yazmış ve şöyle açıklamıştım: "Pazar gününü sevmiyorum çünkü babam evde ve maç izlememe izin vermiyor. Diğer her gün benim için aynı." Veli toplantısında bu kâğıdı babama göstermişler, çok üzülmüş; annem sır olarak söylemişti ve bir süre çaktırmadan babamın gönlünü almaya çalışmıştım. Yaşım ilerledikçe babamın, benim asla olamayacağım kadar olağanüstü bir adam olduğunu anladım ama belli bir yaşa gelene kadar benim için sadece annem vardı. Televizyonda maç, Şirinler ya da onun izlediği Yalan Rüzgârı yoksa pişti, elli bir, kızma birader ya da Mario oynuyor, cumartesi günleri önce satranç kursuna, ardından yeni açılan Park Orman'ın havuzuna, son olarak da Princess Hotel'in sinemasına gidiyorduk. Eve arkadaşları geldiğinde onu hiç rahat bırakmıyor ve her çocuğun yaptığı saçma sapan şeyleri yapıyordum. Karşılığında da bir araba dayak yiyordum.

Hakikaten, annem beni çok dövdü. Bazıları gerçekten çok haksızdı, bunları unutmayacağım diyordum ve unutmadım da. Bugün garip gelebilir ama o yıllarda normaldi valla. Aşağı yukarı bütün arkadaşlarım dayak yiyordu. Ama bu konuda en iddialı olanlardan biriydim diyebilirim. Hiç öyle saçını süpürge eden, fedakâr, aman oğlum canım oğlum diyen klasik annelerden değildi annem. Saçını süpürge de etti ama canı istediğinde etti. Tekrar çalışmaya başladığı 1996 yılına kadar bütün zamanını benimle geçirdi ama canı istediği için geçirdi. Canı benimle oynamak istemediğinde, beni zorla ve binbir yalanla erkenden yatırıp Mario'yu en yakın arkadaşı Tahire'yle oynadığını da bilirim; ilerleyen yıllarda "Aman hiç beni evlilik falan uğraştırma, bir gün gelip evlendim de", "Bana güvenip çocuk yapacaksan ben hiiiç bakmam, haberin olsun" dediğini de...

Toplum dayatmalarını, kimin ne diyeceğini hiç önemsemeden başına buyruk yaşadı. Olduğu kadar tabii. Yoksa gerçek anlamda bir 'deli kadın'dı. Beyoğlu'nda geçen çocukluğunu özlemle anan, içinde bir çeşit Aysel Gürel yaşatan biriydi ama o bohem hayatı daha çok zihninde canlı tutabildi. Bir sanat eğitimi yoktu ama sanatçı ruhluydu. Salata yapar, tablo gibi süslerdi. Şiirleri vardı; bazısı duygusal, bazısı mizahi. Ben kendimi bildim bileli her akşam rakısını doldurduğunda, Beyoğlu Büyükparmakkapı Sokak'a geri döndü. Kendini bulduğu bir diğer yer, suydu. Yüzmeyi onun kadar seven birini görmedim. Sabahtan akşama kadar yüzebilir, bu konuda Michael Phelps'e bile ilham kaynağı olabilirdi. Ne yaptıysa duyguyla, tutkuyla yaptı. Başta para ve teknoloji, duyguları seyrelten her şeye mesafeli oldu.

Annemin hayatı, her şeyden çok da inatla geçti. Başta 38 sene büyük aşk yaşadığı babam olmak üzere hemen her şeyle inatlaştı. Birçok konuda tarafını babama göre belirlediğini hissederdim. Babam siyah diyorsa, genelde onun seçimi beyazdı. Canının istemediği hiçbir şeyi kabul etmedi. 13 ay önce, kendisine üçüncü evre akciğer kanseri teşhisi konduğunda da ilk işi hayatla inatlaşmak oldu. Anormal içtiği sigarayı azaltmadı bile önceleri. Tedavi olmayı bir noktaya kadar reddetti. Tedavi başladığında, babamla birlikte lokantamıza gidip çalışmayı sürdürdü. Kemoterapi alırken "Nanik" fotoğrafı çektiriyor, peruğuyla ilgili şakalar yapıyordu. Bir an geldi, kabullenmek zorunda kaldı. Hâlsizleşmişti. Alışverişe benimle gelmek istiyor, kısa süre sonra yoruluyordu. Kanser tedavisi çok yolunda giderken geçirdiği mikrobik bir rahatsızlık mahvetti onu. Çok istediği tatil için hazırladığı çanta, hastane çantası oldu. Temmuz sonunda hastaneye yatırdık. Doktorlara göre ameliyat çok riskli, ilaç tedavisi ise işlevsizdi. Son çare olarak yapılmasına karar verilen ameliyattan bir gün önce, doktor ona kaburgalarını alabileceğini söylediğinde bile önce ağladı, ardından "Ne var canım, dansçılar kendileri aldırıyor, ben de hastaneden çıkınca dansçı olurum" diye dans figürleri yapıp kahkahalar attı. Ameliyat sabahı ona takılan varis çoraplarıyla uçuk kaçık manken pozları verdi. Çok ama çok komik bir kadındı.

Doktorlarının karamsar şekilde girdikleri o ameliyatı da atlattı. Bir süre sonra taburcu oldu ama ciddi bir kısmı alınan akciğerinde enfeksiyonlar bitmeyince hastaneye geri döndük. Annemin aklı hâlâ tatildeydi. Yaz bitmişti, "Kıbrıs'ta hâlâ deniz mevsimiymiş, çıkınca gider miyiz?" diye soruyordu, sözler veriyorduk. Sonra giderek kötüleşti. Çektiği nefes problemleri artınca, tatil hayallerinin yerini oksijen bolluğunun olduğu Kaz Dağları aldı. Tatil sözlerimizin ucuna onları ekledik, kötü bir sonu aklımızın ucundan geçirmeden "Gideceğiz" dedik. Her gün, her gece; babam, ben, teyzem, aile dostlarımız el eleydik annemle. O başına buyruk, hiçbir şeyi kabullenmeyen kadının, mecburen de olsa yüzleştiği zorluklara karşı verdiği mücadeleye hayran olduk. Ona o günlerin acısını çıkarttırmaya yemin ettik. Hayatta hiçbir şeyi bunun binde biri kadar istememiştik. Olmadı. Bu şansı bulamadık. Bir tatil süresince de olsa, normal hayatımıza geri dönemedik. Gencecik annemi kaybettik.

Sezen Aksu'ya "Sezen" demeyi ağzına yakıştıran nadir insanlardandı annem. Çünkü Sezen Aksu, hakikaten de onun hiç tanışmadığı çok yakın bir dostu gibiydi. Şarkılarını değil de kendisini daha çok severdi sanki. Ben de hep benzetirdim ikisini ve hatta Sezen Aksu'ya bir şey olsa onun da acısından öleceğini düşünürdüm. Boğazındaki aparatlardan dolayı bir süredir konuşamayan annemin elime tutuşturduğu son kâğıtta, "Sezen gelse istemem" yazıyordu. Bir de "Geçen iyiydim, yine öyle olsam…"

Kötü bir insanın büyük bir şiirinde geçen "Acı duymak ruhun fiyakasıdır" dizesini çok sever ve doğru bulurum. Hüznün çekiciliğine kendimi teslim etmekten hiçbir an kaçmışlığım yoktur. Ama hayatta yüzleşmekten kaçınılacak kadar can yakıcı acılar da varmış. Bu acıyı yaşadığımız andan beri, hemen her şeyin aklıma getirdiği aynı yola çıkan düşüncelerden kaçıyorum. Kaçamadığım bir tek şey var. Annemle babam, 18 yaşlarındayken, babamın DJ'lik yaptığı diskoda tanışmışlar ama annem babamın ona doldurduğu karışık kasetlerdeki pop şarkıların çoğunu küçümsermiş, bana anlatırdı. Ruhu rock'çı ya! Annemin en sevdiği şarkı ise, ta o günlerden beri, King Crimson'ın Epitaph'ıydı. Ona gerçekten de çok yakışan o şarkıyı susturamıyorum zihnimde.

Tabii çıldırtıcı bir gerçek daha var. Ben annemle vedalaşmak için hastaneye giderken metrobüste kalktığım koltuğu kapmaya biri koşuyor, bir aile tıpkı bir zamanlar bizim yaptığımız gibi küçük rahatsızlıklar için dâhiliye kapısında oturup sırasını bekliyor, köpekler yolda giden arabalara saldırıyor, arkadaşlarım internette çeşit çeşit paylaşım yapıyor, biz dergi çıkarıyoruz. Evet, insanı çıldırtacak kadar anlamsız ama gerçek: Hayat devam ediyor. Gidenlerin gidişi, bu sonsuz döngüyü durdurmaya yetmiyor. Sadece kalanlara, elinden geldiğince unutturmamak, anlatmak, yaşatmak gibi bir misyon yüklüyor. Onu tanıyan herkes, birbirinden habersiz, "Onun hepimizden farklı, kendine göre bir dünyası vardı ve onu hakkıyla yaşadı" diyor, hüngür hüngür ağlarken aynı anda bir anı anlatıp gülüyor. Şanslıyım ki ben de Feray Altınordu ile çok yakın otuz sene geçirdim ve umarım ki kalan yıllarımda hatırasını yaşatmanın ona yakışır bir yolunu bulabilirim…


47. Sayı
Şubat 2019


Socrates Dergi