
"Antrenmandayım"
20 dk
Bir reklam filmi repliğiyle popüler kültüre yön verecek kadar büyük yıldızdı İbrahim Kutluay. Tesadüftür ki aslında kariyerini de o repliğin gerçek anlamına borçluydu. Antrenmana her daim 'ilk gelip son çıkan' 12 Dev Adam ve Fenerbahçe'nin eski kaptanı, Socrates'e konuştu...
Yakın dönemde kulüpler bazında büyük başarılar elde eden Türk basketbolu; buna karşın oyuncu yetiştirmek veya Avrupa'nın elit takımlarına oyuncu ihraç etmek konusunda gelişim kaydedemedi. Hatta belki de geriye gitti. Yurt dışında Euroleague şampiyonluğu yaşamış tek oyuncumuz, İbrahim Kutluay'la eski günleri yâd ettik...
Çocukluğunuzda futbolun basketboldan önce geldiği doğru mu?
11-12 yaşına kadar, evet. Şaşkınbakkal'daydı evimiz, hep futbol oynardık; kimimiz Karl-Heinz Rummenigge olurdu, kimimiz Michel Platini... 10 numaralara karşı zaafı olanlardandım ben. Maradona ve Zico hayranıydım. Babam da her gün maç yaptığımı görmüş, ilgimi fark etmişti. Fenerbahçe'deki yönetici arkadaşları vasıtasıyla Dereağzı'ndaki futbol seçmelerine kaydettirdi beni. Kum sahada oynayarak takıma girdim.
Sonra ne oldu?
Nasıl diyeyim... Futbolun şartları zor geldi biraz. Babama "Ya senin çocuk epey boy attı. Basketbolu niye düşünmüyorsunuz?" diyormuş arkadaşları. Basketbolla falan hiç alakam yok, futbolu da seviyorum ama öyle uçan kaçan bir oyuncu olamayacağım belli. En sonunda kulüp içinde branş değiştirttiler bana...
Basketbolda hemen dikkat çektiniz mi?
Yok ya. Top sürüyorum, turnike atıyorum. Bu kadar. "Eşsiz bir yetenektim" dersem komik olur; takıma seçildim çünkü Fenerbahçe'nin o dönemki basketbol okulu pek rekabetçi değildi. Seçmelere belki on, hadi bilemedin on iki kişi başvurmuştur. Hatta o günden şöyle bir anım var; kaderin cilvesi işte, ben böyle idmanlara çok önem vereceğim diye kafama koymuşum. Babam arabasıyla götürecek beni idmana, antrenör de Çetin Yılmaz. Bizi görecek, eleme yapacak ve takımı belirleyecek. Araba mı bozuldu, bir şey oldu da sorun çıktı; sabah 10'daki antrenmana yetişemedik. 10.15'te oradaydık. İçeriye girdim, idman başlamış... "Hey, sen! Yeni gelen çocuk. Sahanın etrafında biraz koş bakayım" dedi Çetin Yılmaz. Koşmaya başladım ama bir yandan gözlerim yaşlı, hıçkıra hıçkıra depar atıyorum. Ağlıyorum, bir yandan hocaya bakıyorum. Yirmi dakika falan geçti, çağırdı beni: "Gel bakalım, bir sağ turnike at" dedi. Attım. "Sol turnike?" diye yüzüme baktı, aldım topu... Alakam olmadı. "Sen en iyisi koşmaya devam et" diyerek yolladı beni. Aradan bir yarım saat daha geçti; ben ağlıyorum, sürekli koşuyorum... Antrenman bitti, yine çağırdı Çetin Hoca: "Yarınki antrenman kadrosunu sayacağım" dedi. On kişiyiz. Topla oynayabilen dokuz kişi sayıldı. "Hadi sen de gel bari İbo" tonunda da son kontenjan bana verildi. Havalara uçtum. Daha ilk idmana da geç kalmanın etkisiyle, iyice kafama koymuştum: Herkesten daha çok çalışacaktım.
Müstahdemler sizi kovalarmış...
Bayramda idman yapmak istediğim için çok kızarlardı mesela. Akşam antrenman biterdi; ben şut çalışırdım, şalteri kapatırlardı. Gidip bir daha açardım, bir daha kapatırlardı... Dedim ya, herkesin gerisindeydim ben. Yeteneğim sınırlıydı. Sabahın köründe gelip kapıyı herkesten önce açtırmasam, takım idmanının ardından gece salonda kalmasam, nasıl fark yaratabilirdim ki?
Ağırlığa önem verdim lise yıllarıyla birlikte, tabii ki dozajında kalarak. Geriye kaçarak şut atmayı çok seviyordum, öyle bir stil edinmiştim. Bilhassa sırtım ve belim kuvvetlendikçe bunu daha iyi yapmaya başladım; topu da bloktan kaçırmam kolaylaştı. Şutu kolla atıyorsunuz ama mekanizma aslında bacaktan başlıyor, belden alınan kuvvetle devam edip kolla bitiyor. Bacak, karın ve kalça kuvveti aslında sizi en üst seviyeye çıkaran. Antrenmanları çeşitlendirmeye çalışırdım; örneğin haftada iki gün ağırlıksa bir gün mutlaka atletizm, diğer gün tırmanma ve depar... Yoksa, günde bin şut atıyorsunuz zaten. Antrenman sonrası, otomatik, rutin o. Esas olay, eve gittiğinizde yemeği yemeye çalışırken çatalı yerden kaldırıp kaldıramamak... İyi idman belki ağrı çektirir ama canı acıtan pişmanlıktır. Ben pişman olmak istemedim.
Daha ilk günlerden başlayarak takıntılı hâle geldiğiniz rutinler yok muydu? Bilhassa şutörler hassas değil midir bu tür konularda?
Tabii. Her şey hissiyat. "Yüzde yüz doğrusu şöyle yapmaktır" diyemez kimse. Ben 'giren şut' sayardım mesela. 500 tane diyelim; antrenmanı bitirmek için yüzdeli sokmanız lazım. Artı/eksi oyunu oynardım kendi kendime. Kaçırdığımda eksi bir oluyordum; üst üste yedi tane attığımda sekizinciyi kaçırırsam altıya geriliyordum... İyi hissettiğim günlerde eksi iki yapardım; yediden beşe inerdim. Perde çıkışına hazırlık olsun diye şutu koşarak atardım ve mutlaka yanımda dengemi bozacak birini isterdim.
Hüsnü Çakırgil zamanında bir hikâye anlatmıştı bana; onun oğlunun doğumu, sizin de Fenerbahçe formasıyla ilk maçınıza çıkmanıza vesile olmuş...
Eczacıbaşı maçı, antrenör Çetin Abi... 17 yaşındayım, A Takım'la idmanlara çıkıyorum. Hüsnü Çakırgil, Kemal Dinçer ve Çetin Abi; biz birbirimize yakın otururduk. Yine Çetin Abi'nin beni eve bıraktığı günlerden birinde, koçun yanından ayrıldıktan kısa süre sonra ev telefonu çaldı. Açtım, Çetin Abi. A Takım antrenörü evi arayınca panik oluyorsun ister istemez... "İbrahim" dedi, "Hemen Hüsnü'nün evine gidiyorsun, formasını alıyorsun. Abinin çocuğu oldu. Yarınki maçta sen oynayacaksın" dediğini duymamla koşarak Hüsnü Abi'ye gitmem arasında saniyeler vardır. Zili çaldım, kalbim küt küt atıyor. Panik içinde "Tebrik ederim abi" dedim, kaptım formayı. Döndüm eve. 12 numara... Giyiyorum; aynaya bakıyorum, çıkarıyorum, tekrar giyiyorum. En sonunda formayla birlikte uyudum. Ertesi gün de çok iyi oynamıştım. Benden mutlusu yoktu.
1990'lardaki Fenerbahçe basketbolunu nasıl anlatırsınız? On yıllık periyotta, iki farklı dönemde kurulmuş, çok ses getiren kadrolar var...
1993-94'teki ilk rüya takım; Ömer Büyükaycan, Conrad McRae, Kenny Miller, Levent Topsakal, Harun Erdenay, Hüsnü Çakırgil... 1907'liler Derneği yönetiyordu basketbol şubesini. Büyük yatırım yaptılar. Antrenör ikilisi olarak Necati Güler-Cihansever Yeşildağ ikilisi tercih edildi ama üzerlerindeki baskı gerçekten çok fazlaydı. "Fenerbahçe'ye iki değil, üç top lazım" diyenlerden tutun, daha sezon başlamadan "Bu takım savunma yapamaz" yazanlara kadar... Cihansever Yeşildağ, bir röportajında "150 yersek 151 atarız" demişti artık dayanamayıp.
Nitekim sezona kötü girdik ve yönetim Galatasaray maçından sonra antrenör değişikliğine gitti. Hırvatistan'dan Faruk Kulenovic'i getirdiler. Tuhaf bir adamdı, sadece altı oyuncuyla oynardı maçları. Ben o dönem kendimi göstermeye çalışıyorum, çok formdayım falan, nafile... Her gün gelip, "İbo sen çok iyi oyuncu olacaksın" diyor ama katiyen oynatmıyordu beni. Mesela sezon ortasında takıma Sam Williams diye bir yabancı katılmıştı; antrenmanda karşılıklı oynuyoruz, ben o kadar formdaydım ki Williams, Kulenovic'in yanına gidip "Niye oynatmıyorsun bu adamı?" diye çıkışmıştı. Yine oynatmadı tabii.

1998-99 Fenerbahçe Basketbol Takımı
Nasıl çözüm buldunuz?
Gitmeyi düşündüm. Hatta bir Türkiye Kupası finali vardı, Efes'le oynadığımız... Son bölüme 12 sayı farkla önde girmemize rağmen kaybetmiştik. "Sahada olsam şunu yapardım" demekten içim içimi yiyordu. Sam Williams, "ABD'ye gitmek ister misin?" diye sordu bana. Pek ciddiye almadım, moral vermeye çalışıyor diye düşündüm, "Tabii, tabii" dedim. Birkaç gün geçmeden bana NCAA'de burs ayarlamıştı. Fenerbahçe'de A takım kadrosunda olsam da elden harçlık dışında bir şey almadığım için gitmemde bir engel yoktu. Tam niyetlendim...
Harun Erdenay, Ülker'e transfer oldu...
Evet. Harun, ki benim her şeyiyle örnek aldığım oyuncudur, 1994 yazında Ülker'e geçince bana yer açıldı. Kulenovic'in yerine Murat Didin geldi. Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda ilk beş başladım ve şampiyon olduk. Bir önceki sene sükse yapan takımın yarısı kadar konuşulmuyorduk ama kadroda yine Mitch Smith, Kevin Rankin gibi kaliteli yabancılar vardı. Efes'e karşı play-off'ta 2-0 geriye düşmüştük, seriyi 3-2 çevirdik. Benim için harika bir yıldı. Kariyerim ondan sonra da Henry Turner-Dallas Comegys ikilisiyle daha da yukarıya çıktı.
Henry Turner'la rekabet eder miydiniz?
Hem de nasıl... Panionios üzeri NBA yapıp buraya gelmişti. Her antrenmanda onun karşısına çıkmak benim için çok büyük şanstı. Dallas Comegys gibi bir oyuncunun varlığı turnikeleri daha yüksekten bırakmayı alışkanlık hâline getirmemde etkili olmuştur. Henry bana çok kızardı, sert geçerdi idmanlar. Düşünüyorum da takımın oyun kurucuları Erdal ve Altar, peygamber sabrına sahiplermiş. Henry'yle ben yarı sahada iki tarafa dağılmış vaziyetteyiz; bir taraftan ben bağırıyorum "Altar! Ver şu topu" diye, diğer taraftan Henry "Buradayım" diyor. Güya ikimiz de boşuz...
1998-99 sezonuna, yani NBA'deki lokavtla birlikte Mahmoud Abdul-Rauf, Marko Milic, Zan Tabak üçlüsünün takıma katıldığı yıla geçersek, yine çok para harcanan ama başarının gelmediği bir dönem... Neler hatırlıyorsunuz?
Kariyerimdeki ilk Euroleague sezonu. Daha önce Avrupa Kupası oynadık tabii ama ilk kez Kupa 1'deyiz. Zan Tabak, Conrad McRae, Marko Milic, Tamer Oyguç, Serdar Apaydın, Levent Topsakal... Fakat yine ilk 'Dream Team'deki gibi yaz dönüşü herkes formsuz gelmiş takıma, fiziksel olarak kimse iyi durumda değil. Sezonun başıyla sonu birbirinden tamamen farklı zaten; Alexander Lokhmanchuk ve Goran Kalamiza'yla falan bitirdik o sezonu.
Euroleague sayı krallığı için son haftaya kadar Dejan Bodiroga'yla çekişmeniz de biraz Shaquille O'Neal ile David Robinson'ın 1994'teki rekabetini anımsatıyor, o meşhur Cibona Zagreb maçını anlatabilir misiniz?
TAU, Zalgiris, Varese, Real Madrid... Her takıma 30-35'lik maçlarım var o yıl. Belki de kariyerimin en iyi yılıdır. Cibona deplasmanı da normal sezonun sondan bir önceki maçı. Dejan son iki haftaya girilirken müthiş maçlar oynamış, böyle üst üste 26-26-30 atıp benim önüme geçmişti. Son hafta öncesinde onu yakalamak için 25 mi atmam lazım, öyle bir şey... Çok hırslı çıktım Zagreb deplasmanına, ilk yedi-sekiz dakikada 11 sayı attım. İlk periyodun sonlarına doğru tam böyle turnikeye giriyorum, Nikola Prkacin'in geldiğini gördüm. Bir fake attım, zıpladı, dizi kaşıma geldi. Yere düştüm, her yer kan... Soyunma odasına götürdüler. Kaybedeceğim sayı krallığını, "Hemen dikin" falan diyorum ama o dönem şartlar malum, uyuşturacak iğne bile yok. "Hastaneye gitmemiz lazım" dediler, ısrar ettim. Dört kişi ellerimden ve ayaklarımdan tuttu; ağzıma da havluyu verdiler, uyuşturmadan dört dikiş attılar. Bayılacak gibi oluyorum, havluyu ısırıyorum... Beşinciyi attırmadım.
Döndüm sahaya, devre olmasına dört dakika var. Adrenalin doluyum. Devre bittiğinde 25 sayıyı bulmuştum. Maçı 41'le bitirdim ama gözüm davul gibi, acayip şişti ve çok da serbest atış kaçırdım. Son bir-iki dakika kala çemberi çift görüyorum, faullerde ortaya atıyorum topu. Chucky Atkins vardı ya, son topta şutu atmıştı da öyle kazanmıştı Cibona. Zan Tabak'ın çok rahat alabileceği bir ribaunddu, süre bitsin diye tokatladı, sonra basketi yedik. Sayı krallığını aldım da çok mutsuz olmuştum öyle kaybettik diye.
Fenerbahçe tarihinin en özel galibiyetlerinden biri de sezonu şampiyon tamamlayacak Zalgiris'i daha ilk maçtan 15 sayı farkla yenmekti...
Marko Milic ve Mahmoud Abdul-Rauf da mükemmel oynamışlardı o maç. Ama o günden en çok bu bizim Marko'nun soyunma odasından ikinci yarıya çıkarken sırtıma attığı yumruğu hatırlıyorum. Hem şaka yapmayı seven bir çocuk hem de eli çok ağır... Ciğerim ağzımdan çıkacak gibi olmuştu.
Bahsi geçmişken Phil Jackson'ın, "Abdul-Rauf, Stephen Curry'den önceki Stephen Curry'ydi" diye bir sözü vardır... Onun Fenerbahçe'deki kısa dönemi neden beklentiyi karşılayamadı? Gerçekten takım içinde büyük sorunlar yaşar mıydı?
Garip tikleri vardı. Kendi içinde büyük sorunlar yaşadığı belliydi, basketbola tam anlamıyla konsantre olamadı. Oynamak istediğinde tutmanız imkânsızdı. Ben hayatımda topu elinden bu kadar hızlı çıkaran bir oyuncu görmedim, bilmiyorum. Belki Curry'den bile daha hızlıdır. Birlikte antrenman yaparken, diyelim ki karşısında duruyorum, göremezdim topu.
Peki, 1998-99 sezonundan sonra takımdan ayrıldığınızda İslam Çupi'nin, "İbrahim zaten kerhen oynuyordu" yazması canınızı acıtmış mıydı? Efes'e kiralanmanızla başlayıp AEK transferinize kadar devam eden süreçte Mahmut Uslu'nun ve diğer birçok Fenerbahçe yöneticisinin de ağır ithamları oldu size...
İslam Abi çok büyük Fenerbahçelidir, söz söylenmez sözü üstüne. "Kulübe ihanet etti" yöneticilere ise bir önceki transfer dönemini hatırlatmak isterim. Avrupa basketbolunda hâlâ eşi benzeri görülmemiş bir tekliftir TOFAŞ'ın yaptığı... 7,5 milyon dolar bonservis teklif ettiler. Muadili bugün bile yok. Aziz Yıldırım yeni seçilmişti, yönetim kurulunun baskısına rağmen "İbo, Fenerbahçe'nin evladıdır. Türkiye'de başka takıma satmam" dedi. 12 milyon dolar yazdı bonservisime. O zaten "Satmayacağım" demek. 1998'de kim, nasıl versin bu paraları? Neyse, Fenerbahçe'de kaldım yeni sözleşme imzalayıp. 1998-99, belki bireysel olarak kariyerimin zirvesiydi ama ligi dördüncü bitirmiş, play-off'ta final bile görememiştik. Artık şampiyonluk için oynamak, Euroleague'de Final Four adayı olan bir takımda forma giymek istiyordum.
Efes Pilsen de hep Final Four hedefiyle sezona başlayan bir takımdı. Koraç'ı kazandıktan sonra hep daha yukarıya oynamış, sadece ASVEL fobisini yenememiş... Ben bir yıl önce tarihin en yüksek bonservis bedelini kulübüme getirmişim, reddedilmiş; bir sene sonra da 1 milyon dolar kiralama bedeliyle Efes'e geçiyorum, bundan neden suçluluk duyayım ki? 7,5 milyon dolara salon bile yapabilirdi Fenerbahçe. Tercih etmediler. Ben üzerime düşeni yaptım.
Efes ve AEK geçişlerinde pişmanlık duymuyorsunuz yani?
Hayır. Efes'teki tek sezonumda Final Four gördüm. Organizasyon Selanik'teydi, belki ev sahibi sayılabilecek Panathinaikos'la eşleşmemiş olsak daha da ilerleyebilirdik. Hedefim o seviyede kalıcı olmaktı. Efes'i başlangıç olarak gördüm, sezon bittikten sonra menajerim Tolga'ya (Tuğsavul) "Sadece Avrupa'dan gelen teklifleri değerlendir" dedim. Derdim para olsa, Türkiye'de kazanabileceğimin yüzde 40'ından azına AEK'e gitmezdim.
O dönemlerde NBA takımlarıyla denemelere katıldığınızı biliyorum; AEK'e gitmeden önce, örneğin Pat Riley'yle Miami'de ne konuşmuştunuz?
1990'ların sonunda ilk olarak New Jersey Nets ile şansımı denedim, sonra Miami'ye geçtim. Hatta, Pat Riley tribünde idmanı takip ederken bana bire bir çalışmayı yaptıran Erik Spoelstra'ydı. Spoelstra'nın üzerinden şutu atıyorum ama sonuçta NBA atletizminde değilim, orada beşe beş idman yapamamanın eksikliğini hissetmiştim. Riley idmandan sonra yanıma gelip "Türkiye'deki maçlarını takip ediyorum, çok iyi şutörsün" gibisinden bir şeyler söylemişti...
AEK'teki ilk basın toplantınızda, gazetecilerden "Bu transferde hiç tereddüt yaşamadınız mı? Atina'da oynamanıza Güney Kıbrıs'ın tepki göstermeyeceğini mi düşünüyorsunuz?" gibi pek çok soru gelmiş. Kardak Krizi'nin üzerinden beş yıl geçmemişken dönemin atmosferi sizi endişelendirmemiş miydi?
Çok düşündüm. Başka teklifler de vardı; AEK'i seçtim çünkü Duda Ivkovic bana çok ilgi gösterdi, "Takımın liderliğini sana vereceğim" dedi. Bir Türk'ün Yunanistan'da iddialı bir takımın lideri olması bambaşka kapılar açar diye düşündüm. En nihayetinde sportif anlamda ne kadar erken başarı elde elde ederseniz o kadar çabuk benimseniyorsunuz. Bana orada 'İbo Paşa' deseler de ilk günümden itibaren oranın kültürüne uyum sağlayıp bir Yunan gibi yaşamak için çok çaba sarf ettim. Dönemin Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu'dan aldığım 'Barış ve Dostluk Ödülü' çok gururlandırmıştı beni.
AB statüsünde oynama hakkını elde etmeniz de olay olmuştu; Yunan Parlamentosu'na verilen soru önergeleri, federasyonun tepki amaçlı maçları 15 dakika geç başlatması...
AİHM'e giderek aldık bu izni. Federasyon beni altı hafta kenarda oturtmuştu ama zamanında Sergey Bazarevich'e bu hakkı tanıdıkları için benim durumumda emsal teşkil etti. Ivkovic çok bastırmıştı, zaten daha bir yıl önce Saporta'yı Yunanistan'a getirmiş, çok güçlü bir figür... "İbo, izin vermezlerse de yabancı oyuncu statüsünde oynatacağım seni, merak etme" diyerek moralimi yüksek tuttu.
Panathinaikos'a geçişinizde ne gibi faktörler etkiliydi? AEK'in mali problemler yaşaması; Ivkovic'in yakın arkadaşı Zeljko Obradovic'e, "Bak biz sıkıntıdayız. İbo'yu sana vereyim" gibi bir telefon etmesini beraberinde getirmiş olabilir mi? Ya da o yıl PAO'ya karşı kupa finalinde MVP seçilecek kadar iyi oynamanız...
AEK'le anlaşmam üç yıllıktı. Önümüzdeki sezonla birlikte maaşımı karşılayamayacaklarını söylediler, ben de arayışa girdim. Ettore Messina'nın çalıştırdığı Kinder Bologna'dan teklif geldi. Ciddi olarak düşündüm ama Yunanistan'da kalmak istiyordum. Bir de Panathinaikos taraftarının önünde OAKA'da oynama düşüncesi ilgimi çekiyordu. Hatta şöyle bir şey oldu, bahsi geçen o kupa finalinden sonra soyunma odasına gidiyorum. Rahmetli Thanasis Giannakopoulos, Panathinaikos Başkanı, koluma girdi. Kol kola yürüyoruz, diğer elinin parmaklarıyla beni ve kendini işaret ederek, "Seni gelecek sene alıyorum. Kimseye söz verme. Panathinaikos'ta forma giyeceksin" demişti. Sezon bitti, Panathinaikos şampiyon oldu, iki gün sonra da geldi o teklif.

2002'deki Euroleague finalinin sonucunu düşünürsek, Kinder yerine Panathinaikos'u tercih etmek de akılcı bir karar olmuş sanki...
Altıncı his mi denir, bilmiyorum. Ama çok etkilenmiştim Panathinaikos ve Zeljko Obradovic'ten. Aslında 2001 Avrupa Şampiyonası'nın olduğu yaza denk geldiği için benim yoğun bir dönemimdi, milli takım kampında telefonla konuşabilmiştik Zeljko'yla. Atina'ya imzaya gidemedim, GM Manos Papadopoulos geldi buraya. Kamptan izin almışım, evde oturuyoruz Manos'la. Kontratı çıkarttı, nereden baksan 100 sayfa... Şöyle bir göz gezdiriyorum; alacağım maaşı, birçok şeyi biliyorum ama primlerle alakalı hiçbir fikrim yok.
Normalde, bonuslar kademe kademe olur. Play-off yarı finaline şu kadar, kupaya bu kadar, Final Four'a şu miktar... Panathinaikos'ta prim sayfası bomboş. Tek bir madde var: Euroleague şampiyonluğu. Yerel ligde 50 kupa almışsın, önemli değil. Tek başarı kriteri Avrupa'daki en büyük kupa. Yani, kontrattan bile farkını belli ediyor PAO. Bu da Zeljko'nun yarattığı bir aura.
Obradovic'le ilk sezonunuzda hâlihazırda Ivkovic'le çalışıp geldiğiniz için daha yumuşak bir geçiş olmuş muydu?
Duda sakin ve daha babacandı ama evet, faydası oldu. Zeljko, oyuncusunu daha çok provoke eden ve detayları önemseyen bir koç. Birçok antrenör, molada "Şurada niye yardıma gelmedin? Alan paylaşımını burada yapamamıştın" falan derken Obradovic bunları hiç önemsemez. Geçmişle uğraşarak vakit kaybetmez; gelecekte önlem alması gereken şeylere yoğunlaşır, bench'te oyunda olmayanlara bağırması da bu yüzden. Eğer Mehmet yerine Ahmet girecekse oyuna, Ahmet'i hazır tutmak önemli. "Hata sahada oluyor, niye bench'e bağırıyor bu adam?" diyenler biraz da buna odaklanmaya çalışmalı. Ben mesela hep zor şutları sokmaya çalışır, bunları yapabildiğim için kendimle övünürdüm; Panathinaikos'ta bunları yapmama hiç gerek kalmadı. Hayatımda en boş şutları hep Obradovic'in takımlarında buldum çünkü kime ne zaman, nerede top geleceği belliydi.
Yani, nereden bakarsak bakalım, Obradovic takımlarında el üstü şut atmaya teşebbüs etmek ciddi bir risk tabii...
Bir keresinde acayip bağırmıştı bana. EuroBasket 2001'den döndüğüm zamanlar, özgüvenim tavan. Bir pozisyonda içeriye gittim, önümde iki kişi var. Attım, basket oldu. Kıpkırmızı şekilde, "Hayır, hayır, hayır... Burada, bu atışı yapamazsın. Burası ne AEK ne de Fenerbahçe. Panathinaikos'ta oynuyorsun. Bak etrafına" diyerek Bodiroga, Rogers ve Middleton'ı gösterdi. "Bunlardan iyi olduğunu mu sanıyorsun? Söyleyeyim, değilsin" dedi. "Biri doluysa öbürüne, öbürü doluysa diğerine vereceksin" diye çıkıştı. Sezon başı çok zor geçerdi; eve gittiğimde bazen düşünürdüm, "Avrupa sayı kralı olmuşum, bir ton başarı kazanmışım ama doğru bildiğimi yapamıyorum. Ya bu adam anlamıyor basketboldan ya da ben..." Çok geçmeden gerçek ortaya çıkıyor: O kişi, yani basketboldan anlamayan taraf, tabii ki Obradovic değil.

Bologna'daki 2002 finalini biraz detaylandıralım istiyorum; kâğıt üzerinde belki de tarihin en iyi Euroleague takımı, finali kendi evinde oynuyor, çift haneli farklarla öne geçiyor ama... Panathinaikos nasıl geri dönebildi?
Zeljko'nun büyük maçlarda sürpriz yapmayı sevdiğini herkes bilir. Lazaros Papadopoulos da birbirine yakın boylarda kurulu beşlerle başlayan iki takımın düellosunda, Zeljko'nun sürpriz kartıydı. Devrenin sonuna doğru farkın 14'e çıktığını hatırlıyorum, o sıralarda ben arka arkaya beş sayı atınca Obradovic'in maçtan önce "İbrahim, biliyorum bu senin ilk finalin. Ama bize kupayı getiren de sen olacaksın" deyişi aklıma gelmişti. Çünkü maç öyle bir akıyor ki yarı sahada top hep bana dönüyor, çoğunlukla da boş atıyorum. "Allah Allah niye böyle dedi ki bu adam? Niye benim finalim olacak?" diye düşünürken hakikaten oyunun oraya gittiğini görmüştüm. Neyse işte. Sekiz sayı farkla geride kapattık ilk yarıyı, Zeljko soyunma odasında panik yapmamamızı ve pota altında Papadopoulos'u bulmamız gerektiğini söyledi. "Biz yaklaştıkça, onlar stres yapacak" dedi. Öyle de oldu. Son bölümde öndeydik; Dejan yine penetre etti, bana çıkarttı topu, Sani Becirovic'in önüme çıkmaya çalıştığını gördüm. Fake kullandım, Becirovic saha dışına çıktı. 40-45 saniye kalmıştı bitime. Attım üçlüğü, orada bitti maç. Zeljko'nun dediği gibi, hakikaten benim finalim olmuştu. Yarı finaldeki Maccabi maçında üçüncü faulü erken almasam belki MVP de olacaktım. Dejan her iki maçta da aynı standartta olduğu için haklı olarak o seçildi.
Ülker'le Türkiye'ye geri dönüşünüzü ve 2004 yazındaki Türkiye-ABD hazırlık maçlarını konuşacak olursak...
Saygısızlık etmek istemem ama PAO'dan sonra Ülker biraz dar gelmişti bana. Lütfen yanlış anlaşılmasın; Panathinaikos'tan ayrıldıktan sonra her takıma karşı böyle hissetmek normal. 2004'te de bir şans yakaladım, ABD Milli Takımı, olimpiyat öncesi son provayı bizle yapacaktı. İki gün arayla iki maç oynayacaktık; Tim Duncan, Allen Iverson, Stephon Marbury ve ilk sezonlarını geride bırakan LeBron-Carmelo-Wade üçlüsü de Abdi İpekçi'ye gelmişlerdi. LeBron bir yerde gözümü çıkarıyordu hatta... Formdaydım, iyi şut attım. Şaşırtıcı; zira Bogdan Tanjevic sahada sıcak oyuncu olmasını sevmez, şut atanı kenara alır, ona rağmen bir maçta yedi üçlük atmıştım. Birinci maç 19, ikinci maç 26 sayı... Hoca Tanjevic değil de Obradovic olsa 40'ı bulurdum herhâlde.
Neyse, maç bitti, gece kulübüne gittik. Reina'da başta Larry Brown olmak üzere ABD heyeti için özel gece düzenleniyor. Biri geldi, "Konuşmamız lazım" diyerek fısıldadı kulağıma. "Kimsiniz?" diye sordum, "Philadelphia 76ers'ı temsilen buradayım" cevabını verdi. "O zaman Laila'ya geçin, geliyorum" dedim. Laila'ya gittik. 76ers koçu Jim O'Brien başladı konuşmaya: "Iverson'ı bu sene oyun kurucu oynatacağız, şutör iki numaraya ihtiyacımız var, sizi takımda görmeyi çok isterim..." Biraz da uykuluyum, "Peki, bakarız" dedim. Gece yattım, sabah telefon çalıyor; 76ers diye düşünüyorum ama...
Kim arıyor? Nate McMillan mı?
Yok, Howard Schultz diye bir adam. Cümleyi aynen söylüyorum: "Merhaba, ben Howard. Starbucks zincirinin sahibiyim. Nişantaşı'nda açılışımız var, gelebilir misiniz? ABD-Türkiye maçını tribünde izlemiştim. Sizinle tanışmak istiyorum. 11'de Valikonağı'nda olun lütfen." Kalktım, gittim. Onu çok heyecanlandırdığımı söyledi. Teşekkür ettim, ayrıldım.
Aradan üç-dört gün geçti, menajerim Tolga aradı: "NBA'den resmi teklif var. Seattle Supersonics seni istiyor. Yapalım bu işi." Tam diyorum Seattle nereden çıktı, kafama dank etti. Meğer bu Howard, SuperSonics'in de sahibiymiş. "Tamam" dedik ama bu sefer de Ülker'deki kontrat sorun... 31 yaşındayım, NBA'i görelim diyoruz ama bırakmak istemiyor Orhan Özokur. Ülker'in talebiyle de SuperSonics teklifi arasında 500 bin dolar var. "Cepten ödeyeceğiz" dedim, 350 bin dolar nakit verdim, bende bir de Ferrari vardı, 150 bin dolar da galeride ona saydık. Ferrari mevzusu gazeteye çıktı; çok kızdı Murat Ülker, "Ne biçim kulüp yönetiyorsunuz" diye... Tekrar girmeyeyim şimdi oralara ama öyle hallettik işte.
SuperSonics iki yıldır yüzde 50'lik galibiyet yüzdesinin altında, play-off'u kaçıran bir takımdı. 2004-05'te kadro ya da koç değişmemesine rağmen...
Bir anda millet her attığını sokmaya başladı. Hatta ben oraya gittim, sezon öncesi maçlarını oynuyoruz, nasıl kötüyüz... Ray Allen, Rashard Lewis, Vladimir Radmanovic, kariyer sezonundan çıkmış Ronald Murray, antrenmanlarda falan dökülüyor herkes. Nate McMillan heyecanlı, "Seni böyle kullanacağım İbo, şöyle yararlanacağız senden" falan filan; hakikaten hazırlık kampında da dediği gibi kullandı beni. Sorun, Ray Allen'ın kontrat yılında olmasıydı ve sezon başlarken "Ray'i bu yıl göndermemiz lazım. Şu hâldeki takımda kalmak istemez. Biraz tempo yapalım" dendi. İlk maçta Clippers'tan 30 sayı fark yedik, sonra herkes açıldı. Son şampiyon San Antonio'yu 20'ye yatırdık; ilk maçtan sonraki 14 maçın 13'ünü aldı takım. Ray, 45 dakika sahada kalıyor. Rashard inanılmaz. Ben antrenör olsam kovarım zaten kendimi. Takımda çok şutör vardı; benim pozisyonum da doluydu. Ray böyleyken nasıl şans bulacaktım ki?
Ray Allen'ın rutini nasıldı? Ona eşlik eder miydiniz?
Takımdaki en iyi arkadaşımdı. Rutini enteresandır; diyelim ki maç 19'da, takım 16-16.30 gibi otelden çıkar normalde, Ray ise 13'te salonda olurdu. Bir buçuk saatlik bireysel idman yapar, sonra dinlenmeye çekilir, takım salona vardığında masajdan ya da saunadan çıkmış olurdu. Şut yarışması yapardık; arada Rashard da katılırdı. Her yönüyle inanılmaz bir profesyoneldi Ray; vücuduna çok iyi bakardı ve deli gibi bacak çalışırdı. Yardımcı koç Dwane Casey'yle de aram çok iyiydi; "Bak gel, İbo'yu Ray'le birlikte deneyelim" diye ısrar ederdi McMillan'a. Bireysel idmanlarımı Casey'yle yapardım. Ama şanssız bir dönemdi; keşke 25-26 yaşında gidebilseydim.
Avrupa'ya Panathinaikos formasıyla geri döndüğünüzde 2005'teki Efes Pilsen serisinde çok tepki çektiniz. TürkYunan ilişkilerinde bu kez kutuplaştırıcı tarafmışsınız gibi bir kamuoyu oluştu; hakem kararları sebebiyle uzun süre gündemde kalan ilk maçtaki tutumunuz sorgulandı bilhassa...
Efes'ten bazı kişilerin, hatta isim vereyim Engin Özerhun'un, gereksiz yere gerginlik yaratması sebebiyle olay farklı noktalara gitti. "Bir Türk oyuncu nasıl Yunan takımında Türkiye'ye karşı oynar?" denildi, köpürtüldü de köpürtüldü...
Peki serinin ikinci maçında Abdi İpekçi'de eski sevgiliniz Demet Akalın'ın sesiyle "Unuttum, huyunu suyunu, boyunu posunu" çalması, tribünlerin buna eşlik etmesi sizi etkilemiş miydi? Normal rotasyon sürenizin çok altında kaldınız...
Obradovic, "İbrahim, buradaki ortamda yıpranma. Boş ver. OAKA'daki maça hazır ol" diyerek oynatmadı beni. O maçta kötü değildim, koçun kararıyla süre almadım sadece. Sahada değildim. Yoksa, tribünlerden şarkı çalınmış, çalınmamış; ne fark eder? Aksine bu tür saha dışı etmenler benim için ekstra motivasyon kaynağıdır. İpekçi'de olay başkaydı. 'Yunan takımındaki Türk' denip hedef gösterildiğim için Zeljko beni korumak istedi. Hatırlarsanız Atina'da tribünlerdeki tahriğe karşı da Obradovic'le birlikte gidip "Yapmayın, etmeyin" diye müdahale ettik. Efes kafilesine soyunma odasına kadar eşlik eden yine bendim. Şarkıymış falan, hikâye. Niye demoralize olayım ya ben? Bırakın moralimin bozulmasını, gülümsedim.
Yine Yunanistan günlerinizde çekilen Telsim reklam filminden pişman mısınız? Özel hayatınız iyice gündemdeyken reklamdaki "Antrenmandayım" repliğiniz çok popüler olmuştu... "İmajım kötü yönde etkilendi" diyor musunuz?
Ali Taran'ın projesiydi. Espriliydi bence, bir sorun görmüyorum. Amacına ulaşan bir reklam oldu, çok ilgi gördü. Benden önce Fatih Terim de Floransa'da o projenin kapsamında bir reklam çekmişti; teklifi geçtiklerinde Fatih Hoca'nın yaptıklarından bahsettiler ama senaryodan haberim yoktu. İşin derinliğini, senaryonun gittiği yeri sette öğrendim. Bir çıktım, etrafımda kızlar, telefon geliyor: "Antrenmandayım" diyorum. Neyse, geçti gitti... Yani, evet bir dönem gençler gelen her telefonu bu replikle açıyordu ama eğlenceli bir işti ortaya çıkan. Problem yok.
Birkaç yıl önce '79 Jenerasyonu' dosyasını hazırlarken konuşmuştuk; 2001'de Avrupa ikincisi olan 12 Dev Adam, gelecek dönem için Kerem Tunçeri, İbrahim Kutluay, Hidayet Türkoğlu, Mirsad Türkcan ve Mehmet Okur gibi bir beşe sahipti ama bu beşliyi neredeyse hiç bir araya getiremedi... Bu size ne hissettiriyor, sorumluluk duyuyor musunuz?
Herkes kadar. Keşke daha çok bir arada kalabilseydik. Eğer farkında olmadan birilerini kırmışsam özür dilerim. Ama insanların şunu anlaması lazım; çok farklı bir dönemdi o, bir varoluş mücadelesi içindeydik. Gençtik, herkesin egosu vardı ve yanlışlar yaptık. Altyapı turnuvalarından başlayarak, yirmi yıllık periyodun farklı dönemlerinde hep birlikte olan bir gruptan bahsediyoruz. Nasıl yıpranmasın? Bugün basketbolda bireyselliğe daha hoşgörülü yaklaşılıyor ama o dönemin koşulları çok farklıydı. Üzülerek söylüyorum ki 2006 Japonya dışında kapasitemizin üzerine çıktığımız bir turnuva yok. 2001 ve 2010'da başarılı olduk; potansiyelimizi gösterdik. Ama İspanyollar jenerasyonlarının suyunu çıkarana kadar zirvede kalmaya devam ederken biz potansiyelimizi hiç kullanamadık. Niye bu noktaya geldik? Neden 2002-2010 arası hiçbir şey elde edemedik? Spor kültürünü neden geliştiremedik? Ben de şapkamı önüme koyuyorum, koymuyor değilim.

Rahmetli Doğan Hakyemez, "İbrahim'e karşı bir cephe demeyeceğim ama davranış farklılığı vardı. Diğer oyuncular İbrahim kadar medyatik değillerdi. Maçlarda İbo'nun fotoğrafları takımın geri kalanından daha büyük basılıyordu. Ben gazete gazete dolaşıp herkesin fotoğraflarının eşit boyutlarda olmasını sağlıyordum" demişti bana... Farkında mıydınız bunun?
Olayın magazinsel boyutunu kontrol edemezdim. Evet, göz önünde olmam yadırganıyordu ama dünyanın kuralı bu. Kendimi geri çekebilir miydim? Doğrusu bu muydu? Bilmiyorum... Olduğumdan farklı biriymiş gibi davranmadım. Basketbolumu oynamaya çalıştım. Elbette hatalar yaptım ama her daim yüzde yüzümü verdim. Antrenmana hep ilk gelen, son çıkan oldum; 18 yaşında da, 35 yaşında da... Kötü oynadığım, yetersiz kaldığım bir sezon söyleyemez kimse. Rakamlar ortada. Dolayısıyla evet, ön plandaydım ve bakın şimdi NBA'e, herkes diğerinin önüne geçmeye çalışıyor. Çünkü bu bir pazarlama işi. Eğer büyümek istiyorsan en öndekini aşağı çekmekten ziyade neden onun gibi olmaya çalışmıyorsun? Neden bu denenmiyor?
Bu jenerasyondan yaşça büyük olduğunuz için milli takımda daha çok saygı görmeyi, takımın abisi gibi konumlandırılmayı bekliyor muydunuz?
Durup dururken ortaya çıkacak bir şey değil saygı. Karşılıklı bir şey. Şunu söyleyebilirim; ben hiçbir zaman Hidayet'in, Mehmet'in ya da Kerem'in daha popüler olmasından endişe etmedim. Etmem de... Tam aksine, ne kadar çok göz önünde olurlarsa pazar o denli büyür. Basketbol daha çok tanınır.
Tanjevic'in bu başarısızlıkta rolü neydi?
En büyük hayali basketbol dünyasına birer tane Gregor Fucka ve Dejan Bodiroga daha hediye etmekti. Türkiye'de bunun savaşını verdi, Cem Dinç falan çağrıldı milli takıma... Bu esnada jenerasyonlar, turnuvalar geçti. 2010 Dünya Şampiyonası'na hazırlanırken, "İlk beşimdeki dört oyuncu 2.10 veya daha üzerinde olacak" diyordu. Olmadı. Onun döneminde hiçbir EuroBasket'te başarı kazanamadık. 2010'a rağmen, "Tanjevic başarılıydı" diyemem.
Tanjevic değil de başka bir koç olsa 2009'da basketbolu bırakmayıp 2010 kadrosunda olur muydunuz?
Muhtemelen. Olay sadece milli takım değil zaten; ben basketbolu da Fenerbahçe'de bırakmak istiyordum. Tanjevic beni kadroda düşünmediğini söylediğinde on, hadi bilemedin on beş dakika konuştuk. Bugün Fenerbahçe'nin altyapısından yetişmemiş oyuncuların tavanda formaları asılı. Benim değil.
Peki, Zeljko Obradovic altyapısından yetiştiğiniz kulübe imza atıyorken, daha önce onunla birlikte çalışmış tek Türk oyuncu olarak onun yanında olmayışınızı yadırgadınız mı? Formanızın tavanda asılı olmamasıyla aynı sebepten ötürü mü uzak kaldınız yeni dönemde?
Ben forması asılan arkadaşlarıma, "Neden oradalar?" demiyorum. Ama benim formamın tavanda olması bugünlerde altyapıda oynayan çocuklar için bir motivasyon kaynağıdır. Bu bağlamda sorumluluğun ne tamamen yönetime ne de Tanjevic'e ait olduğunun farkındayım... Ama önemli değil, olmadı işte. Sonuçta Fenerbahçe'de bırakamadım basketbolu.
Neyse. Aştım bunları. Önemli olan, taraftarın kalbindeki yerim. Fenerbahçeli olduğumu, tribünden yetiştiğimi cümle alem biliyor. Futbol maçı için sabah Atina'dan Kadıköy'e gelirdim. günübirlik. Benim kimliğim bu. Fenerbahçeliyim. Gönül isterdi ki eski takım arkadaşım Alvertis gibi, kendi kulübümde sürekli Euroleague şampiyonluğuna oynama şansına sahip olsaydım da hiç ayrılmasaydım. Ama maalesef, Fenerbahçe o zamanlar bir Panathinaikos değildi ve ben her zaman en iyisi olmak için çalıştım. Yetmezdi. Yetinemezdim.