Arafta Üç Devre

11 dk

Sylvester Stallone ile Pele’yi buluşturan Zafere Kaçış filmi, aslında ağır ve yüklü bir tarihin izlerini taşıyor. Tüm gerçekler, bildiğimiz gibi olmasa da...

Futbol fena halde hayata benzer mi bilemem ama sinemaya benzediği kesin. İkisinde de bir takım insanla gerçekte var olmayan kurmaca bir gösteri, performans yaratırsınız. İkisinde de bir yönetmen ve teknik ekip vardır, bir de oynayan ekip... Film oynar, maç oynanır. Futbol maçları günümüzde bir televizyon programına dönüştüğüne göre maçların da ‘oynadığından’ söz edebiliriz… Sonuçta ikisi de seyredilir; ikisi de sıkıcı ya da nefes kesici olabilir.

Benzeyen her şey gibi, bir yerden sonra zıtlıklar içerir sinema ve futbol. Sinemada ekip kendiyle yarışır, futbolda ise hem kendiyle hem de rakiple.

Bir filmin başı sonu bellidir ve perdeye yansıdığı andan itibaren değiştirilemez.

Futbolda ise maçın her anında senaryo sahada yazılır ve tekrarı olmaz. Böylece senaryo yazarlarını kıskandıracak hikâyeler çıkar 90 dakika sonunda. Belki de bu yüzden bir futbol maçını özgün heyecanıyla perdeye aktarabilen filmlerin sayısı çok azdır.

Bundan mı bilmem ama ‘futbol üzerine yapılmış iyi film’ olarak aklımda hep Zoltan Fabri’nin Cehennemde İki Devre’si (Ket Felidö a Pokolban, 1961) kaldı. (Son yıllarda buna Looking For Eric ve The Damned United’ın katıldığını belirtmeliyim.)

1. Devre: Cehennem

İki Devre’yi yıllar önce Sinematek’te izlediğimi hatırlıyorum.

Gerçekliğin yeniden kuruluşuna özen gösteren Fabri’nin derdi, sosyalizmin sorunlarının dışında, kendi toplumu ve özellikle tarihiyle ödeşme çevresinde döner genellikle.

İki Devre’nin ekseninde de böyle bir ödeşme yer alır… Film Nazi işgalindeki Ukrayna’daki bir Macar zorunlu çalışma kampında geçer. 1944 İlkbaharıdır ve uzaktan Sovyet uçaklarının sesleri duyulur. Zulmün ve sefaletin hüküm sürdüğü kamptaki mahkûmlar, Komünistlerden, Yahudilerden ve kişisel nedenlerle devletle başı derde girmişlerden oluşur. Başlarında da Macar subaylar ve askerler yer alır.

Kampın bağlı olduğu Alman subaylardan biri, Hitler’in doğum gününde mahkûmlarla Alman askerler arasında bir futbol maçı oynanmasını talep eder.

Film boyunca Almanları sondaki maç dışında çok az görürüz. Asıl çelişki Macar gardiyanlarla Macar mahkûmlar arasındadır. Gardiyanlar içinde sadist, aldırmaz, birbirinden farklı tipler vardır. Mahkûmlar arasında da dayanışmadan söz edilemez. Hayatta kalabilmek için birbirlerinin ayakkabılarını çalmakta tereddüt etmezler.

Bu ortamda takımı kurmakla, sıradan bir suçtan buraya düşen ünlü futbolcu; ‘Dio’ lakaplı Onodi görevlendirilir. Dio için futbol, ‘kutsal bir oyun’dur ve takım iyi futbolculardan kurulmalıdır. Takımın daha iyi beslenmesini ve zorunlu çalışma yerine idman yapmasını ister.

Mahkûmlar için futbol, iyi yemek demektir. Siyasi mahkûmlar içinse bu ancak bir kaçma vesilesi olabilir. Daha radikal ya da ayrıcalıklardan yararlanamayan kesim içinse takımda yer alanlar ‘yalaka işbirlikçiler’dir.

Olaylar Macarlar arasındaki çelişkiler üzerinden gelişirken futbol takımı idman sırasında kaçış girişiminde bulunur ama yakalanır. Onları ölüm beklemektedir; ama maçtan sonra.

Maç, aslında filmin son yarım saatinde yer alır. Ortam çok gerçekçidir, maçın seyri de... İlk yarıyı Almanlar 3-0 önde bitirir. Ama ikinci yarı mahkûmlar kıpırdanır. Filmin komik unsuru Yahudi Steiner silkinir. Macar mahkûm izleyiciler yavaş yavaş tezahürata başlar. Maçın seyri ve rejisi de değişir. Artık geri dönüş efsanelerinin gerçeküstü sahnelerine, çalım üstüne çalım atıp Maradonavari kaleye gidişlere tanık oluruz. Maçın faşist giysili İtalyan hakemi de futbol tutkunu olmalıdır ki gerçekten gördüğünü çalar.

Macarlar beraberliği sağladığında artık her yer “Yaşasın Macarlar!” tezahüratıyla inlemektedir. Alman komutanın Macar sevgilisi, golü kutladıktan sonra kızgın komutana dönerek “Ama canım, bu bir oyun, değil mi?” diyecektir. Sonunda o son dakika golü gelir. Film zaten İngiltere’de Son Gol adıyla gösterilecektir. Galibiyeti kutlamaya koşan futbolculara ateş açılır ve hepsi cansız yere yığılır…

Bu yazı için bir kez daha izlediğimde filmin yine zihnimde bir destansı kahramanlıktan çok, acıklı bir insanlık dramı tadı bıraktığını söylemeliyim.

1961’de çekilmiş olan filmde, önce harika takım Macaristan’ın 1954 Dünya Kupası finalini trajik biçimde, 2-0’dan 2-3 Batı Almanya’ya kaybedişinden izler aradım ama bulamadım.

Zoltan Fabri, ondan sonra gelen yönetmenlerin aksine İkinci Dünya Savaşı’na kadarki Macar tarihinde kalmaya niyetli gibiydi. Şair Attila Jozsef’den “Ah Avrupa! Üzerinde ne çok sınır var. Her sınırda da ne çok katil” alıntısıyla başlayan İki Devre, “Yaşasın Macarlar!” nidalarıyla bitiyor, belki de istemeden sınırların üzerinden bir kez daha geçiyordu. Bu, filmin de Macar Sosyalistlerinin de açmazıydı.

Futbol; din, dil, ırk, sınıf ayrımı olmadan herkesi aynı heyecanda birleştiriyordu ama takımlara bölünmüş olmak üzerinden, özellikle ulusal maçlarda milliyet ve milliyetçilik yeniden üretiliyordu… Bu yaz Fransa’da, ‘çok sınırlı Avrupa’nın futbol üzerinden kendini ifade etmesini yeni çeşitlemeleriyle bir kez daha yaşayacağız.

2. Devre: Cennet

İki Devre, ikinci kez karşıma 1981 yapımı Zafere Kaçış’la (Escape to Victory) çıkacaktı.

Sinema dünyasından Sylvester Stallone ve Micheal Caine, futbol dünyasından da Pele, Bobby Moore, Ardiles, Deyna gibi ünlüleri bir araya getiren film, yönetmen John Huston’ın çizgisine yakışmayacak bir klişe kahramanlık destanıydı. İki Devre’ye de hiçbir atıfta bulunmuyordu.

Bu kez iyi kalpli bir Alman yüzbaşı, İngiliz savaş esirleri kampında West Ham’ın ve İngiliz Milli Takımı’nın oyuncusu John Colby ile karşılaşır. Colby karakteri, filmde başka bir adla yer alan ‘6 numara’ Bobby Moore’dan esinlenilmiş gibidir. Centilmen Binbaşı’nın aklına -nedenseesirlerden kurulacak bir takımla, güçlü Alman takımının maç yapması fikri gelir. Bunu öğrenen üstleri, -nedense- bir propaganda aracına dönüştürmek için maçı Paris’in ünlü Colombes Stadı’na alırlar.

Aslında, esir kampında herkesin keyfi yerindedir. Giysilerinin üzerinde bir toz, bir leke bile yoktur. Zaten filmde, jenerik öncesindeki kaçış denemesi dışında kimse ölmeyecek, maçtaki sakatlanmalar dışında kimsenin burnu bile kanamayacaktır. Futbol aşkı ağır basan Colby öneriyi kabul eder.

Öteki kamplardan Doğu Avrupalı oyuncu ister. Almanya o ülkeleri kendi toprağı saydığı için, bu insanları ‘esir kampları’na değil, toplama kamplarına koymaktadır. İsteği, -nedense- kabul edilir.

İngilizler halinden memnunken Amerikalı Sylvester Stallone kaçmayı aklına koymuştur. Kaçışını kolaylaştırmak için takıma girmek ister ama klişe bu ya, her Amerikalı gibi futboldan hiç anlamıyordur. Sonunda ABD’de elle oynanan tutma oyunları popüler olduğu için kalede kendine yer bulur.

Maç günü Naziler, o zamana göre pek modern kılıklı Fransızların tribünleri hıncahınç doldurmasına -nedense- izin vermiştir. Ayrıca esir takıma “Allies” (Müttefikler) demekte -nedense- sakınca görmezler.

Beklendiği gibi Almanlar, Stallone’nin gariplikleri yüzünden 4-0 öne geçerler. Esirler, devre arasında Fransız direnişçilerin canları pahasına yarattıkları kaçma imkânını teperler ve oyun aşkına sahaya dönerler. Pele’nin çizdiği söylenen pozisyonlar sayesinde maçı beraberliğe getirirler. Bazı sahnelerin komikliğine karşın ikinci devre maça dönen Pele’nin attığı beraberlik golü hakikaten güzeldir.

Filmin yıldızı kaleci olunca, maçın/filmin doruğu da son gol değil son kurtarış olur. Hakemin yarattığı penaltıyı, Stallone futbol kurallarını altüst ederek kurtarır. “Zafer, zafer!” diye ortalığı inleten seyirciler sahaya girer ve futbolcularla birlikte stadı terk eder. Sanki Nazi İmparatorluğu orada yıkılmıştır… Böyle bir filmden çıkarılacak çeşitli sonuçlar olabilir.

Son jenerikteki New York Cosmos’a teşekkürün hatırlattığı üzere, o sıralar ABD’de yatırım yapılan futbolu Amerikalılara destansı kahramanlık klişeleri üzerinden anlatmak… Afganistan işgaliyle birlikte ‘yumuşama’dan yeniden Soğuk Savaş’a dönmüş bloklar arası ilişkilerde Sovyetlere karşı ABD öncülüğünde bir birleşik Avrupa heyecanı yaratmak…

Afganistan işgali karşısında ABD ve müttefiklerinin 1980 Moskova Olimpiyat Oyunları’nı boykot ettiği dikkate alındığında, Zafere Kaçış’ta Nazilerin yerine Rusları koyabiliriz pekâlâ. Filmde Doğu Avrupa ülkelerinden oyuncu alınıp zamanın müttefiki SSCB’ye hiç değinilmemesi dikkat çekicidir bu bakımdan. Filmin belki en olumsuz yanı, klişe bir eğlencelik düzeyine indirdiği ve iki tarafın da sadece bir propaganda aracı olarak gördüğü futbola ve futbolseverliğe yaptığı haksızlıktır.

Futbolun reklam estetiğine kurban edilmesi bu filmle başlamıştır denebilir. Kısacası, bu filmden zevk almanız için futboldan hiç anlamamanız gerekir. Futboldan anlıyorsanız, sinemada iyi futbol filmi yapılamayacağına inancınız pekişir.

3. Devre: Araf

Hakikat er geç ortaya çıkar… Her iki filme de esin kaynağı olan gerçek olaylar, History of Football: The Beautiful Game (2002) belgeselinin ‘The Dark Side’ bölümünde karşıma çıkacaktı. İngilizce Wikipedia’nın ‘The Death Match’ maddesinde de bu ‘meşum maç’la ilgili çok ayrıntılı bir makale yer almakta.

Özetlersek; söz konusu maç, 9 Ağustos 1942’de Kiev Zenit Stadı’nda, Alman uçaksavar birliği takımı Flahelf ile eski Dinamo Kiev ve Lokomotif Kiev oyuncularından kurulu Start adlı Ukrayna takımı arasında oynanır. Ukraynalılar, işgal altındaki ülkelerinde ekmek fabrikasında çalıştırılmaktadır. Karşılaşmayı 5-3 Start kazanır. Maçın hikâyesi, Almanlar Ukrayna’dan çekildikten sonra Sovyet basınında yer alır ve kısa zamanda yazılan roman ve senaryolarla bir ‘direniş destanı’na dönüşür ve bu versiyonun sonunda İki Devre’deki gibi ‘ihaneti değil zaferi seçen’ futbolcuların hepsi öldürülür. Resmi yorum Brejnev döneminde ve hatta Putin döneminde de sürdürülür, 2012’de Mayulkov’un çektiği Maç adlı Rus filminde tekrarlanır.

Ölüm Maçı’nın üzerindeki sis perdesi, 1991’den sonra tanıklıklarla ve belgelerle aralanır… Evet, Start diye bir takım vardır ama bu takım hem Almanlarla hem de öteki takımlarla bir dizi maç yapmış, çoğunu da kazanmıştır. Söz konusu maçı 2 bin kişi bilet alarak izlemiş, ilk golü Almanlar atmış ama Start devreyi 3-1 önde bitirip maçı da 5-3 kazanmış ve maçın haberi, tıpkı öteki maçlarda olduğu gibi Almanların izniyle gazetelerde yer almıştır. Evet, Start takımından bazı futbolcular sonraları toplama kamplarına atılmış ve beşi oralarda öldürülmüştür ama bunun maçla ilgisi yoktur. Sovyet propagandası, ölenleri maçla bağlayıp kahraman ilan ederken hayatta kalanlar gözlerden saklanmıştır.

Maç Sonu: Hakikat ve Efsane

Kabul, futbol duyguların yeniden üretimidir ve takımların tarihleri efsanelerle sarmalanarak ilerler. Ne var ki hakikatlere dayanmayan efsaneler, yalan propagandadan öteye gitmez. Bir toplum hakikatlerle yüzleşebildiği ölçüde içten ve ortak efsaneler yaratır.

İki Devre, Zafere Kaçış ya da Ölüm Maçı… Hepsinin ötesinde saf bir hakikat var bence: 9 Ağustos 1942 günü Zenit Stadı’na çıkıp 90 dakika boyunca top peşinde koşturan futbolcuların duydukları heyecan ve maç, futbol, hayat, aşk, ülke, dünya üzerine içlerinden geçenler…

Bunlar hiçbir romana, filme sığmaz. Onun için de romanlar yazılır, filmler çekilir durur.

Socrates Dergi