Asaletin Bedeli
8 dk
Erman Kunter, hayatını Türkiye'den uzakta, Fransa'da sürdürüyor. Burada uğraştıklarına benzemiyor ama orada da farklı sorunlarla mücadele ediyor. Ancak, vazgeçmeye niyeti yok gibi.
Memlekette işini hakkıyla yapan halim selim insanların pek kadrinin bilinmediği malum. Vurdulu kırdılı, çalgılı çengili, tozu dumana katan tipler daha bir baş tacı ediliyor. Spor, bu şamatacı millî iradenin habire, üstelik döke devire tecelli ettiği alanlardan biri. Birileri haybeden zirve yaparken, birileri de sessiz sedasız işini yapmaya devam ediyor. Çoğu kez de uzaklarda bir yerlerde… Erman Kunter, bu tanıma uyan spor insanlarının en ilginçlerinden biri. Zira öyle mütevazılığa çok da gelmeyecek muhteşem bir özgeçmişe sahip. 1980’li yıllarda Beşiktaş formasını giymiş en etkileyici beş sporcunun listesini yapacak olsanız MetinAli-Feyyaz’ın yanına Efe’yle Erman’dan başka kimi yazabilirsiniz ki? Yani ben yazamam en azından, o yıllarda aileden Beşiktaşlılık terbiyesi almış kimse de herhalde yazmaz. Ki Fenerbahçe’de, Eczacıbaşı’nda yaptıklarından daha bahsetmedim bile.
Lakin herhalde ülkenin yapısına uymayan bir zarafet var Erman Kunter’in kariyerinde. Yoksa sonradan Avrupa Şampiyonası finali oynayacak kadroyu ince ince işleyip senelerce hizmet etsin diye bıraktığında, herhalde sonraki üç senenin yalnızca birinde Türkiye’de takım çalıştırıp, Fransa’ya gitmesi gerekmezdi. En kötü ihtimalle Fransa’da Cholet’yi şampiyon yaptığında, Eurochallenge finaline taşıdığında ve yılın antrenörü seçildiğinde birileri “Aman hocam!” deyip geri çağırırdı. Ben işin içinden çıkamadım açıkçası. Ne yaptım, Le Mans ile Strazburg deplasmanına geldiğinde hocayı yakalayıp kendisine sordum.
İnsan, çocukluğunda ailesinin yarıtanrı muamelesi yaptığı biriyle söyleşiye giderken -hele ki memleketin spor insanı standartlarında- karşıdakinin egosu tarafından pinpon topu muamelesi yapılmayı bekliyor. Neredeyse hiç yanıltmayan ama insana her seferinde acı veren, içgüdüleşmiş bir deneyim bu. Spor gazetecisinin ‘habitus’u diyelim. Yapacak bir şey yok.
Erman Kunter, takımın kamp yaptığı otelin lobisine indiğinde içimden -ne yalan söyleyeyim- bunlar geçiyor. Ne var ki karşımda daha ziyade ne soracağımı merak eden bir spor adamı buluyorum. Bakın bu ilginç, çünkü bu kariyerde biriyle söyleşi yaptığınızda başınıza genelde şu gelir: Karşınızdaki insan kendisine sorulacak bellibaşlı konuları çoktan mimlemiş, işine gelenleri ayıklamış ve bunlara kendi ‘resmî tarihi’ diyebileceğimiz bir anlatı biçmiştir. Bu dakikadan sonra herkese aynı hikâyeyi anlatır, ta ki o resmî tarih herkesin beyninde sabitleninceye kadar. Türkiye spor tarihinde bu şekilde yerleşmiş ne kadar çok mit olduğunu bilseniz küçük dilinizi yutarsınız. Erman Kunter de mesela Hilalspor’a 153 sayı attığı maçı bana bir buçuk saate yayarak uzun uzun anlatabilir, o arada benim soru sorma girişimlerime de pencereden içeri girmiş kara sinek muamelesi yapabilirdi. Yapmadı. Karşınızda bu dürüstlükte bir spor insanı bulursanız, aklınızın ucundan geçen her şeyi sormanız gerekir, zira her geçen gün keçiboynuzu tadı veren spor gazeteciliği mesleğinin, en ballı kısmı budur.
Durum böyle olunca, meseleye damardan girmek gerekiyor. Konuyu esastan görüşmeye “Niye Türkiye’de olmadı?” diyerek başlıyoruz.
“Ben bir sene antrenörlük yaptım. Ondan sonra zor bir sene geçirdik. Çok ciddi bir maddi sıkıntı vardı. Euroleague’de Top 16’ya kaldık, oraya kalan takımlar arasında belki en küçük bütçe bizimdi. Ama ben öncelikle ödemeleri düzeltip, baştan biraz küçülüp her şeyi düzene sokmak istedim. Fikret Orman’ın da aklında böyle bir organizasyon, böyle bir şema vardı. Epeyce borç da ödedik o sene. Futbolda da Önder Özen’le denedi onu, sportif direktörlük makamına çok inanıyor, işlerin öyle toparlanacağını düşünüyor. Biz önce Abdullah Sözer’le, daha sonra Hakan Özköse’yle, ki şu anda da şube sorumlusu o, düşünüp bir antrenör seçtik, genç oyunculara da faydalı olacağı düşüncesiyle Ahmet Kandemir’de karar kıldık. Sonra ben antrenörlüğe dönmek istedim. Aslında ben direktörüydüm oranın, 'Ben antrenörlüğe dönüyorum' desem büyük ihtimalle Beşiktaş yönetimi de kabul edebilirdi. Ama bana yakışmazdı. Ahmet Kandemir’in de başarılı olduğunu düşünüyorum, antrenörlüğe döneceğim diye bir sene önce getirdiğim birini yerinden etmek olmazdı. Ama dedim ya; ben antrenörlük yapmak istiyordum, o sırada Le Mans’dan böyle bir teklif geldi. Türkiye’de başka takımda çalışmayı da düşünebilirdim ama ben bir kulübün sportif direktörüyken kendimi başka takımın antrenörlüğüne aday göstermenin yanlış olacağını düşündüm. Beni tanıyanlar bilir, bunu zorlamadım da zaten. Buraya geldim, ama Türkiye’ye de dönebilirim. Olmayacak bir şey değil.”
Fransa Ligi’nde Le Mans orta sıralarda. Bizim söyleştiğimiz günün ertesinde lider Strasbourg’u deplasmanda yendiler (ki yeneceklerini söylemişti) ama yine de manzara pek Erman Hoca’nın kalkıp oralara giderken aklında olana benzemiyor.
“Le Mans’la anlaştığımda Beşiktaş’taki görevim devam ediyordu ve o kontratı bitirmem gerekiyordu, dolayısıyla buraya biraz geç geldim. O arada takım kurulmuş, transferler yapılmıştı. Neticede çok zorlandık, hâlâ da zorlanıyoruz. Ama sezon devam ediyor. Bu sene kimse bizden beklemezken Leaders Cup’ta final oynadık. Fakat o senenin başındaki eksiklik geçmiyor. Benim istediğim felsefede basketbol da oynayamıyoruz şu an. Ama önümüzdeki senenin görüşmelerini yapıyoruz yönetimle.”
Hani Korkmazgil “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” yazmış ya, Erman Kunter’in Le Mans macerası da biraz öyle sanki. Aslında antrenörlük yaşamı da biraz öyle. Bir yanda kendi basketbol prensipleri, diğer yanda kulüp yönetimlerinin realiteleri. Ama Kunter’in prensipleri dediğimiz de öyle kapris değil; aksine gayet diyalektik.
“Profesyonel yaşamda yarın ne olacağını bilemezsiniz, gider başka bir yerde çalışırsınız. Ama ben çarşamba günü önümüzdeki senenin transfer toplantısını yapacağım. Başkana da planlarımı anlattım, o da bu işin böyle yapılması gerektiğine hak verdi. İşte Türkiye’de onu yapamıyoruz biz. Bizde hep geçici, BBL’de kaç tane antrenörün önümüzdeki seneye kontratı var buna bakmak lazım, bence ikiyi zor geçer. Bir antrenörün kontratının minimum iki sene olması lazım. Ben Beşiktaş’a iki yıllık kontratla geldim, ikinci yılda maddi fedakârlık da yaparak sportif direktörlüğe geçtim, ama neticede iki yıllıktı kontratım. Bizde 1+1 opsiyon diye bir şey var. 1+1 dediğin şey bir senelik kontrattır, ben bunu anlarım. 1+1 iki eder ama opsiyon kimdedir, antrenörde midir; yönetimde midir? Genelde bu opsiyonlar kulübe veriliyor, sıkıntı çıkıyor. Böyle olunca ne oluyor; antrenör bir senede ne yapabileceğine, kimi transfer edebileceğine bakıyor, geçici bir başarı kazanmaya çalışıyor.” Çalışma prensibi böyle olunca, Beşiktaş’taki o meşhur macerayı da ona göre değerlendirmek gerekir. Zira eski başkanın sponsorluğunda milyonlarca dolar saçarak ulaşılmış bir şampiyonluğun ardından sponsorsuz bir takım devralıp Euroleague’de oynatmak kolay iş değil. Hele taraftarın beklentisi artmış ve içmesi gereken bir de acı ilaç varken.
“Beşiktaş’taki durumu yaşamayanlar bilemezler. Biz o sırada Euroleague oynuyoruz, üç ay maaş ödeyemiyoruz. Bu bir antrenörü çok yıpratır. Bir antrenör için şu şıkların yerine gelmesi lazım: Birincisi senin kurduğun takım olacak, ikincisi oyunculara söyleyecek bir şeyin olacak. Paralar ödenmiyorken ne söyleyeceksiniz oyunculara? O sene Euroleague bizi kurtardı, çünkü oyuncular oraya büyük bir vitrin gözüyle bakıyorlardı. Onlara da şapka çıkarmak lazım, büyük sıkıntılara rağmen kimsenin sesi çıkmadı.”
Bir de ‘Erman Hoca, Arroyo’yu istemedi’ meselesi var tabii...
“Biz ilk sene 400 bin dolarlık bir sponsor bulduk, bir sene öncesinin 6 milyon dolar geliri vardı ama Beşiktaş taraftarına da hak veriyorum. 12 milyon dolarlık bir takımdan, 2.5 milyon dolarlık bir takıma döndük. En pahalı oyuncumuz yıllık 400 bin dolar alıyordu. Bütçede kadın takımı da var. Herkes zannediyor ki Carlos Arroyo’yu ben gönderdim. Arroyo’nun kontratı ne kadar? 1.5 milyon dolara yakın. O paraya altı tane oyuncu aldık biz. Ama bunu taraftara anlatamazsınız. Takım bir önceki sene üç kupayı kazanmış, şampiyon olmuş. Bir de iyi başladık işin kötüsü. Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı aldık, Top 16’ya girdik. Ama sonunda zorlandık tabii, bir kapasite farkı var sonuçta. Yine de bütün çalışanlar bence çok büyük iş yaptık. Bir gün bile para nedeniyle antrenmana çıkmamak olmadı. Arkadaşlık içinde çözdük, bir sezonu bitirdik. Bence bu bütün neticelere bedeldir.”
Bir de o sezonun başında Galatasaraylı olduğu gerekçesiyle antrenörlüğü engellenen Cem Akdağ var. Cem Akdağ’ın Türkiye’de Kunter’in basketbol mantığına en yatkın hocalardan olduğunu bildiğimizden bu olay önemli.
“Cem Akdağ’ın kulübe gelmesi için ben öncülük ettim. Ben güçlü teknik kadroya çok inanıyorum. Ben milli takımdayken de Serdoğan (Ersözlü) ve Naci (Özonay) ile yola çıktık, biri Darüşşafaka’nın, biri Büyük Kolej’in antrenörüydü. Daha sonra Tolga (Öngören) ve Koray (Mincinozlu) geldi, biri Tofaş’ın, diğeri Galatasaray’ın başantrenörüydü. Cem de başantrenörlük yapmış, takıma büyük katkısı olacağını düşündüğümüz bir antrenördü. Ama Cem’in Galatasaray kongre üyesi olması nedeniyle bu olmadı. Ben çok istemiştim güçlü bir teknik kadro kurmayı. Büyük kulüplerde böyle bir sıkıntı var. Bunları aşmamız lazım.” Beşiktaş’ta çalışırken en sık yapılan eleştirilerden biri de takımın hedeflerini küçük tutmasıydı. Özellikle Euroleague’de Top 16’ya kaldıktan sonra yaptığı açıklamalar...
“Ben gerçekleri söylemek zorundayım. İnsanlar gerçekleri duymak istemiyor. Euroleague birinci tur kurası çekildi, ben 'En az dört maç kazanırız, Top 16’ya kalırız' dedim, herkes alay etti o zaman benimle, çok iyi hatırlıyorum. Cumhurbaşkanlığı’nı kazandık, beş maç alıp Top 16’ya kaldık, üç hafta önceden garantileyerek. Partizan’ı, Berlin’i, Rytas’ı yendik. Barcelona’yı ilk maçta çok sıkıştırdık, olmadı. Öyle gelip yıllardır işin içinde olan Barcelona’yı, CSKA’yı yenemiyorsunuz, büyük makinalar bunlar. Ama biz gruptan çıkınca insanlar bu sefer bizim takımı müthiş sandı. Baştan söyledik, insanlar alay etti bizle, gerçekleşince de bu sefer insanlar takıma fazla inanmaya başladı. Fransa’da da var bu ama daha az var. Le Mans’da biraz var mesela, Cholet’de hiç yoktu. Ama Türkiye’ye kıyasla çok çok az.”
Peki, mesele büyük kulüpler, özellikle futbolda popüler olmuş kulüpler mi? Fransa’da PSG ya da Marsilya yok diye, daha mı rahat çalışmak?
“Fransa’da da baskı var. Bizimse kaybetmeye tahammülümüz yok. Kimse kaybetmek istemez. Fakat Fransa’da, üç maç, beş maç üst üste kaybederseniz insanlar baskı kurarlar, Türkiye’de ise maçın devre arasında kuruyorlar. Bir de bizde ‘Sistemin neresi işlemiyor, nasıl düzeltiriz?’ diye bakılmıyor. İş doğrudan ‘Kim gitsin, kim gelsin?’ noktasına varıyor. Böyle çıkış bulmak imkânsız. Habire oyuncu değiştirerek bu iş olmaz. Biz hep kazanmak istiyoruz ama dünyada hiçbir takım hep kazanmamış ki. Kaybettiğiniz zaman oturur niye kaybettiğinizi incelersiniz. Bizde bu yok. Kaybetmeyi de bilmek lazım.”
Bir de milli takım konusu var kuşkusuz. Ve tabii Antibes’de yaşanan, Yiğiter Uluğ’un yazdığı o meşhur olay. Gruptan çıktıktan sonra yapılan kutlamada elindeki balon kadeh, ağzındaki puro mu çizdi acaba Erman Kunter’in Türkiye’deki kaderini?
“Bu benim hayat görüşüm. Sevinmesini de üzülmesini de bilmek lazım. Orada biz çok önemli bir şey yaptık. Antibes’de önemli bir grupta; İtalya, Bosna-Hersek, Hırvatistan arasında birinci çıktık. Eğer Aziz Bekir, İtalya maçında son topu kaybetmese İtalya elenecek, biz namağlup birinci çıkacağız. İtalya’ya yenildik, yine birinci çıktık ama o mağlubiyeti üst gruba taşıdık, çapraz eşleşmede ev sahibi Fransa’ya düştük. O olmasa çaprazda Rusya’ya çıkacağız ki o sene iki kere yenmiştik Rusları. Belki de olimpiyat oyunlarına gideceğiz. Ama çok doğaldır, o maçtan sonra bir kutlama yapıldı. Kutlama dediğim de öyle şampanyalar patlatmadık yani. Fakat hoş karşılanmadı. Daha sonra Turgay’la (Demirel) hiçbir büyük sorunumuz olmadı ama o olayın da ayrılmamda etkisi olmuştur herhalde. Sonuçta, orada oyuncular da yandaki lokalde bira içiyordu, kutlamak haklarıydı yani. Ama herkesin kendi dünya görüşü var. Yiğiter (Uluğ) o sırada bizim basın sorumlumuzdu, yazdığı şeyde doğruluk payı var."
Erman Hoca, Antibes’deki olayı dramatize etmeden anlatırken, asıl kendisini rahatsız eden mevzuya biz sormadan dönüyor. “Ben o takımla 1997’de çalışmaya başladım. 1998’de eleme grubu oynarken genç oyuncuları takıma monte ettik. Kimlerdi bunlar? Kerem Tunçeri, Mehmet Okur, Hidayet Türkoğlu. Sakatlıkları olanları da dahil ettiğin zaman Kerem Gönlüm var, Serkan Erdoğan var, Kaya Peker var, Muratcan Güler var, Orhan Güler var... Hatta şöyle söyleyeyim; Hidayet’i ben milli takıma aldığım zaman onun Efes’te on kişilik kadroya giremediği maçlar vardı. Ben onu İtalya’daki eleme maçında ilk beş oynattım. 1997’de ben bu oyuncuları almışım, 2012 olmuş, üzerine bir oyuncu konulamamış. Demek ki sistemde bir yanlışlık yapmışız. Ben 1999’da Türkiye Basketbol Federasyonu’na bir rapor verdim. Bu takıma yeni oyuncular katılması gerektiğini söyledim. Hedef olarak da 2001’de Türkiye’de yapılacak şampiyonayı değil, -o şampiyonada ilk dört hedefi koymuştumsonraki dört şampiyonada üst üste yarı final koymuştum. Onun yerine geri adım atıldı, ara açıldı, bugünlere geldik. Baktığın zaman Türkiye dışında düzenlenen hiçbir büyük turnuvada derecemiz yok. Bu bir plan-program işidir. Biz bunu uzun vadeye yayamadık. Evet 2001’de final oynadık. Ama 2003-2005-2007-2009-2011? Demek ki bir yerde yanlış yapmışız.”
Bu söyleşinin sonunda Erman Kunter’in neden Türkiye’de baş tacı edilmediğini anlayabiliyoruz. Ama asıl sorulması gereken soru şu belki de: Türkiye sporu neden Erman Kunter’in baş tacı olduğu bir iklime kavuşamıyor? Evet, La Noblesse Oblige hakikaten, Erman Kunter’i Fransa’da çalışmaya iten Türkiye’de bir türlü kabul ettiremediği prensipleri olabilir. Onun ama Türkiye’de, ama Fransa’da parlak bir kariyeri olabilirdi, var da zaten. Ama asıl biz Türkiye olarak, onu spor dünyamızdan mesafeli tutarak neler kaybediyoruz? Bu soru yağmurlu Strazburg sokaklarında kafamızı kurcalıyor, Erman Kunter’e başarılar dileyip vedalaşırken.