Hayatta Beyzboldan Önemli Şeyler de Vardır
3 dk
Paul Auster ve J. M. Coetzee'nin spor konuşurken akıllarına takılan sorunun özü şudur: "Niye televizyonun başından kalkamıyoruzdur?"
Paul Auster ve J. M. Coetzee, Şimdi ve Burada ismiyle yayımlanan mektuplarında sayfalarca spor konuşur. Akıllarına takılan soru şudur: Spor müsabakası izlemenin vakit kaybı olduğunu düşünüyorlarsa, bu alışkanlık daha az kitap okumalarına ve yazmalarına neden oluyorsa niye televizyonun başından kalkamıyorlardır? Coetzee bunun etik bir mesele olduğunu düşünür: Olağanüstü bir âna, bir çeşit başyapıta, örneğin Federer’in backhand volesine tanıklık etmekle; bu mucizeyi gerçekleştiren kişiyle birlikte insan türünün parçası olmaktan gurur duymakla alakası vardır bunun. Auster de katılır ona (özellikle Federer konusunda) ama maç izleme sevdasının sadece etikle (bütünün parçası hissetmekle) değil, aynı zamanda estetikle de ilgili olduğunu düşünür. Auster’e göre her performansta kendine özgü bir meziyet, bir estetik güzellik vardır. Belki de çocukluktan bu yana beyzbolun hem izleyicisi hem de icracısı olduğundan; küçük performanslarla büyük performanslar, küçük düşlerle büyük düşler arasındaki gizli rabıta da zihnini meşgul eder.
Auster’in, senaryosunu yazıp Wayne Wang’le birlikte yönettiği Duman da (Smoke, 1995) küçük düşlerin mekânında açılır. Auggie’nin (Harvey Keitel) tütün dükkanının müdavimlerinin her biri, New York Mets’in niye yenildiğine dair bir teoriye sahiptir; biri yönetimi suçlar, diğeri beyzbolcuları. Tam o sırada, karısı yakınlardaki bir çatışmanın ortasında kalarak hayatını yitiren Paul Benjamin girer dükkana. İki dakika önce tuttukları takımın performansını dünyanın en önemli şeyiymiş gibi tartışan adamlar, yanları başında yok olan bir hayatın gerçekliğiyle yüz yüze gelirler. Didaktiklik yerli yerindedir; Duman’ın kardeş filmi niteliğindeki Blue in the Face’te (1995) denileceği üzere “Hayatta beyzboldan önemli şeyler de vardır.”
Ama Auster, Brooklyn mahallesinin bu kendi hâlinde insanlarının daha çok birbirleriyle atışma aracına çevirdikleri spor tutkularını önemsiz bir aidiyet meselesi olarak görmez. Yerel takımla kurulan bağ, öyle ya da böyle kişinin hayata bakışını da şekillendirir ona göre. Blue in the Face’te Lou Reed’in canlandırdığı karakter, Dodgers’ın 1957’de Brooklyn’den Kaliforniya’ya taşınmasını bir çocukluk travmasıymışçasına anlatır. Karaktere göre bu olay, Brooklyn’de yaşayan çoğu insanın derin bir sinizme sahip olmasının nedenlerinden biridir. Dodgers’ın Kaliforniya’ya taşınması sadece bir lokasyon değişikliği değildir; Brooklyn Dodgers, Los Angeles Dodgers olmuştur artık. Brooklyn sakinleri takımlarını kaybetmiştir. Mets’i ya da Yankees’i tutamayacaklarına göre, beyzbol hayatlarından tümüyle çıkmış gibi hissederler. Üstelik bunları dile getiren kişi, beyzbol seven biri de değildir! Tüm umursamazlığıyla, 35 yıldır aklında New York’tan gitme düşüncesinin olduğunu söyleyen Lou Reed’dir.
Peki Auster’in beyzboldaki Federer’i kimdir? New York Üçlemesi’nin parçası olan Hayaletler romanında Blue karakterinin Ebbets Field stadında büyülenerek izlediği, Blue in the Face’te adlı adınca bir hayalet olarak karşımıza çıkan Jackie Robinson tabii ki... 1947’de, Auster’in doğduğu yıl Brooklyn Dodgers’ta kadroya girerek Amerikan beyzbol tarihinin ilk Afrikalı-Amerikalı oyuncusu olan Jackie Robinson... Auster, Robinson’ın takıma girerek ligdeki ırk ayrımına son verdiği Dodgers’ın parçası olmayı, mucizevi hareketlere imza atan insan ırkının parçası olmaya yeğler belki de. Robinson’ın hayaleti, Blue in the Face’te tütün dükkanının sahibi Vinnie’yi, Dodgers’ı (artık olmayan) Ebbets Field’de izleyerek büyümüş insanların buluştuğu bu mekânı satmaktan vazgeçirir. “Hayatta beyzboldan önemli şeyler de var” cümlesini de Robinson’ın dilinde işitiriz. Daha önemli olan; küçük düşlerle büyük düşleri iki sokağın köşesinde buluşturan, Robinson’ı izlemenin anısını taşıyan bu mekândır.