
Auteur
11 dk
Marsilya, 1980'lerin ikinci yarısında çıkışa geçti ve 1990'lara Avrupa'nın zirvesinde girdi. Tahtı ele geçirdiklerinde ise başrolde; yazan, yöneten ve kazanmak için her şeyi göze alan bir başkan vardı…
Çağa ayak uydurup 2012'den itibaren internet üzerinden yayına geçen But! dergisi, bir şekilde Fransız futbol tarihinde yerini almıştı. 1969'da gazeteyi kuran Marcel Leclerc'in Fransız futbolundaki izleri bu girişimle sınırlı değildi. 1965'te ikinci ligdeyken başkanlık koltuğuna oturduğu Marsilya'ya yetmişlerin başında üst üste iki şampiyonluk yaşatmış fakat sonu pek de şatafatlı olmamıştı. Kulübün parasını basın şirketleri için kullandığı ortaya çıkınca başkanlıktan oldu. Leclerc 1974'te kulübün başına geçen sinemacı Fernand Meric ise büyük transferlerle şehri ayağa kaldırmaya devam etmiş, Brezilya'nın 1970 Dünya Kupası'ndaki efsane kadrosunun iki kanat oyuncusu Jairzinho ve Caju'yu (Paulo Cezar) şehre getirmişti. Ama 1976'daki Fransa Kupası dışında bir başarı kazanamadılar. Daha da kötüsü 1979-1980 sezonunda küme düştüler...
Paris doğumlu Bernard Tapie, batmakta olan şirketleri satın alarak para kazanmayı hedefleyen bir girişimciydi. Sağlık ürünleri zinciri La Vie Claire'i aldığında tarihler 1980'i gösteriyordu. Bu, aynı zamanda onu spor âlemine sokacak ilk adım oldu. 1984'te La Vie Claire takımını kurdu, Greg LeMond ve Bernard Hinault'nun zaferleriyle bisiklet tarihindeki yerini aldı. 1986 ise dünya çapında şöhretin fırsatını ayaklarına getirecekti. Marsilya Belediye Başkanı Gaston Defferre'in önerisiyle Marsilya futbol takımının başkanı oldu. Kulüp, 1984'te tekrar 1. Lig'e çıksa da pek istenilen yerlerde değildi. Tapie, bir nevi iflasın eşiğinde bir şirketi daha devralmıştı.
1986 yazında işe koyulur koyulmaz dikkatleri çekti. Fransız futbolunu ayağa kaldıran isimlerden Michel Hidalgo, futbol direktörü olarak göreve geldi, onun milli takımda yardımcılığını yapan Gerard Banide de yeni antrenör oldu. Transferlerde de geri adım atılmadı; Büyülü Kare'nin sihirbazlarından Alain Giresse, milli santrfor Jean-Pierre Papin ve Federal Almanya Milli Takımı'nın savunmacısı Karlheinz Förster, Marsilya Limanı'na yanaşan yıldızlardı. Sezon ortasında ise Bernard Genghini bu listeye eklenecekti. İki sezondur ilk 10'a dahi giremeyen Marsilya, 1986-1987 sezonunu ikinci bitirdi ve Fransa Kupası'nda da finale çıktı. Tapie, Marsilya taraftarından şovmenliğine karşılık alacağını sezmiş ve musluğu kapatmamıştı. Ertesi sezon Klaus Allofs ve Abedi Pele takıma katıldı. Kupa Galipleri Kupası'nda yarı finale kadar çıksalar da ligde şampiyonluktan uzaklardı. Belki de tek teselli, Papin'in Fransa Ligi gol krallığına beş sezon üst üste koyacağı ambargonun başlamasıydı…
Yıldız, daha çok yıldız!
Tapie, yeni sezon öncesi bir diğer yerel yıldız Eric Cantona'ya sözleşme imzalatıp ritüelini yerine getirmiş ama futbolseverleri şaşırtan bir hamle de yapmıştı. Futbolu birkaç sene önce bırakan ve antrenörlük deneyimi olmayan eski Marsilya kalecisi Gerard Gili'yi takımın başına getirdi. Gili'nin sakin ve oyuncularla iyi geçinme üzerine kurulu stili Tapie'nin ilk hedefine ulaşmasını sağlayacak ve Marsilya'nın şampiyonluk zincirinin ilk iki halkasında Gili'nin emeği olacaktı. Tapie, 1989 yazında yeni hedefi belirleyip Avrupa'da kupaya göz dikti. 1989 Yazı, Marsilya halkı için yeni heyecanlar demekti: Didier Deschamps, Enzo Francescoli, Manuel Amoros, Chris Waddle, Carlos Mozer ve 'ihtiyar yetenek' Jean Tigana mavi-beyaz formayı sırtlarına geçiren isimlerdi. İkinci şampiyonluğa ulaşan takım, yarı finalde Benfica'ya elenerek Şampiyon Kulüpler Kupası'na veda etmişti. Doksanlar hem kulüp hem de Tapie adına her açıdan birkaç misli daha vurucu geçecekti.

Chris Waddle ve Jean-Pierre Papin
Uzun süre spor âlemini elinde tutan Adidas, eski prestijinden uzaklaşmaya başlamıştı. Tapie, kokuyu almıştı. 1990 yazında Adidas'ı satın alarak büyük uluslararası işlerinden birine imza attı. Almanya ile ilişkisi bununla sınırlı kalmadı. Basile Boli ve Dragan Stojkovic ile yerel-beynelmilel transfer geleneğini sürdürmüş, takımı da İtalya'da Dünya Kupası'nı kaldıran Almanya'nın antrenörü Franz Beckenbauer'e emanet etmişti. Fakat bu beraberlik uzun sürmedi. Yeni yıla girilirken ligde alınan sonuçlar Tapie'nin canını sıkmıştı. Kaiser'i kovmak kolay değildi. O da çözümü buldu: Beckenbauer direktör olarak sezonu tamamlayacak, Raymond Goethals ise antrenör olacaktı. Ligi bir kez daha kazandılar. Dahası Şampiyon Kulüpler Kupası'nda finale kadar çıktılar. En unutulmazı ise son iki sezonun Avrupa şampiyonu Milan'la olan eşleşmeydi. Waddle, yıllar sonra bile Paolo Maldini'nin hafızasından silinmeyecek bir performansa imza atmıştı. Yarı finalde ise İtalya şampiyonu Napoli ve Real Madrid'i eleyen Spartak Moskova'yı sürklase etmişlerdi. Waddle-Papin-Abedi Pele üçlüsü etkileyiciydi ve ekibin bitirici elemanı Papin, kendisine Ballon d'Or'u getirecek bir sezon geçiriyordu. Finalde Kızılyıldız'a penaltılarla yenilmeleri ise bu yolculuğun beklenmeyen sonuydu. Yine de Tapie'nin yönetim modelinde taşlar yerine oturmuştu.
"Kulaktan kulağa yayılan söylentiler, entrikalar, psikodrama…" Marcel Desailly, otobiyografisinde 1992'de ayak bastığı Marsilya'nın işleyişini böyle özetliyor ve genel direktör Jean-Pierre Bernes'yi patronun 'Big Brother'ı olarak tanımlıyordu. Ona göre Tapie'nin Marsilya'sı bir şantiyeydi ve bir gün Tapie gittiğinde her şey çökecek, yok olacaktı. Tapie'nin çevresindeki Korsikalı mafya kılıklı garip adamlar, ödenmeyen primler, kaos yaratarak kaosu çözme hamleleri ve Bernes'nin oyunculara davranışı ile hayatının kâbusa döndüğünü anlatan Desailly, bir taraftarın tepkisi sonrasında hislerini şu sözlerle noktalıyordu: "Keşke yeni gelenlerin Bernes ile karşı karşıya gelmekten duydukları kaygıyı bilseydi. Ama Marsilya halkı hiçbir şey bilmiyordu." Zaman zaman patavatsızlığa varan açıksözlülüğüyle nam salmış Goethals da Tapie'nin kendinden izler bulduğu yönetici modeliydi. Üstelik Tapie'nin soyunma odasına inip oyunculara maç konuşmaları yapmasına da müsamaha gösteriyordu. Nitekim Beckenbauer'in başına gelenler bir sezon sonra Tomislav Ivic'in, ondan bir sene sonra da Jean Fernandez'in başına gelecek, hepsi birkaç ay görevde kaldıktan sonra direksiyonu sportif direktör Goethals'a kaptıracaklardı. İlk büyük zaferde de onun imzası olacaktı…
Tapie, birçok açıdan neredeyse aynı dönemde futbola âlemine girdikleri Silvio Berlusconi'yi anımsatıyordu. O da Silvio gibi gençken şarkıcı olmak istemişti, o da antrenörüne sık sık taktik veriyordu, ikisi de politikanın içindeydi (Tapie, 1992-1993 arası Şehircilik ve Kalkınma Bakanı'ydı) ve birbirleriyle iyi anlaşıyorlardı. O kadar iyiydi ki araları, sadece birkaç büyük takımın oynama izni olan bir Avrupa Ligi planları bile vardı. İki dostun takımları 1993'te sahaya Avrupa kupası için çıktığında ise favori Milan'dı. Marsilya, ligde fena gitmese de Avrupa'da bir önceki final yolu performansını çok da gösterememişti. Üstelik takımın yıldızı Papin'i de sezon öncesi Milan'a satmışlardı. Rudi Völler ihtiyar kurt olarak sahne alıyordu ve Alen Boksic belki de kariyerinin sezonunu oynuyordu ama iki sene önceki ihtişamdan uzaktaydılar. Yine de Tapie, Berlusconi'yi alt edecekti. Basile Boli'nin kafası, Fransa'ya ilk Kupa 1'i getirecek; Marsilya, 26 Mayıs 1993'te ilk Şampiyonlar Ligi'nin şampiyonu olacaktı. Tapie, gözyaşları içinde sahadaydı. Birkaç gün sonra PSG'yi yenerek Fransa'da da şampiyon olduklarında hedefine tamamen ulaşmıştı…

Kaos
1 Temmuz 1993… Polis, Marsilya'nın FontRomeu'deki kampına baskın yaptığında büyük bir şok yaşanmıştı. Milan maçından altı gün önce ligde Valenciennes ile oynadıkları maçta şike yapıldığı iddiası polisleri Pireneler'e getirmişti. Marsilyalı Jean-Jacques Eydelie, Bernes ve Tapie'nin "Milan maçından önce çok da zorlamasınlar" 'ricasıyla' harekete geçmiş ve Nantes'ta oynadığı dönemden takım arkadaşları Jorge Burruchaga ve Christophe Robert'e para teklif etmişti. Bernes, bu olayın Parislilerin bir komplosu olduğunu dile getiriyordu. Marsilya taraftarı da 'büyük' yöneticilerine inanmıştı. Kaptan Robert, bu teklifi Jacques Glassmann'a çıtlatmasaydı belki planları işleyecekti. Glassmann, önce parayı reddetmiş sonra da durumu antrenörlerine anlatmıştı. Robert'in teyzesinin bahçesinde gömülü bulunan para olayın fitilini yaktı. UEFA, mahkemenin kararını beklemeden Marsilya'yı Avrupa kupalarından men etti. Federasyon da kulübün ikinci lige düşürülmesi ve 1992-1993 şampiyonluğunun alınması kararını çıkardı. Bernes ve Eydelie, mahkemede Tapie'yi sorumlu gösterdiler. Bernes birkaç maçta daha bu yola başvurduklarını itiraf etti. CSKA antrenörü Gennady Kostylev ve Rangers santrforu Mark Hateley de kendilerine para teklif edildiğini yıllar sonra söyleyeceklerdi. Daha da ironik olan, antrenör Goethals'ın Standart Liege'i çalıştırırken, Barcelona ile oynanacak Kupa Galipleri Kupası Finali'nden önce Waterschei futbolcularına benzer bir teklifte bulunduğu iddiasıydı. Tapie, 1995'te hem şike hem de kulüp hesaplarında dolandırıcılık suçlarından yargılanıp iki yıl hapis cezası alsa da sadece altı ay içeride kaldı. Marsilya başkanlığı ile beraber siyasi hayalleri de suya düştü. Glassmann ise aynı yıl FIFA Fair-Play Ödülü'ne layık görüldü.
Marsilya'nın 'saha dışı' hamleleri para işleriyle de sınırlı değildi. Cezasız kalan birçok doping söylentisi de cabasıydı: Eydelie, 2006'da yayımlanan otobiyografisinde Milan maçından önce Völler dışında bütün oyunculara doping iğnesi vurulduğunu iddia ediyordu. İrlandalı santrfor Tony Cascarino da Marsilya günlerinde sık sık o iğnenin tadına baktığını belirtiyor ve performansını etkilediğini söylüyordu. Desailly ise Kaptan kitabında PSG maçından önceki 'hap' gerginliğini anlatıyor ama Cascarino'nun aksine bir etkisinin olmadığını yazıyordu. Christian Authier'nin Futbol A.Ş. adlı kitabında ise Aralık 1988'de oynanan Nice deplasmanında doping kontrolü için belirlenen Eric Di Meco ve Bruno Germain'in maç bitmeden oyundan alınıp apar topar Marsilya'ya gönderildiği hikâyeden bahsedilmekteydi…
Tapie'nin Marsilya'sı futbolseverlerin ağzında garip bir tat bıraktı. Yıldızlar, güzel futbol, SaintEtienne'den sonra Avrupa'da rekabete giren bir Fransız takımı… Bir yandan da kanıtlanmış ya da cezası verilmese de 'ayyuka çıkmak' deyiminin az kalacağı kötü şöhret… Geçtiğimiz ayın başında Tapie, hayata veda ettiğinde de bunun izlerini gördük. Desailly bile onun hakkında iyi konuşmaya çalışsa da kitabını okuyanlar durumun aslında çok da öyle olmadığını biliyordu. Ona isyan edebilen isimlerden Boli, "Antrenörden daha fazla konuşan tek başkandı. Antrenör taktik konuşmasını yapar, sonra Tapie, oyuncularla son maçlarıymış gibi konuşurdu" diyordu. Cascarino ise Tapie'nin Netflix için iyi bir belgesel konusu olabileceğini yazıyor, çok gol kaçırdığı bir maçın devre arasında Tapie'nin sinirle üzerine gelerek "Sana kaç para verdiler!" tepkisi gösterdiğini belirterek şike konusundaki 'hassasiyetinin' altını çiziyordu. Cenazesinde de Marsilya taraftarı eski başkanlarına saygılarını eksik etmedi. Durumu en güzel özetleyenlerden biri de cenazedeki konuşmasıyla Marsilya Başpiskoposu Jean-Marc Aveline oldu: "Tapie bir aziz değildi. Aksine iktidar koridorlarında en tepeyi de gördü, hapishane hücresinde en dibi de. Yine de bu şehri sevdi çünkü şehir de ona benziyordu: Popüler ve özgür, gururlu ve asi, aynı zamanda şefkatli ve şiddetli."