
Avangart
15 dk
Martin Schiller, 39 yaşında, Zalgris'in başantrenörü. Esasen Viyanalı bir avukatın oğlu kendini "kuzeyli bir Alman" olarak tanımlıyor. Birkaç yıl önce memleketinde iş bulamadığı için uzak diyarlara gitmek zorunda kaldı. Ve her şey değişti...
Avrupalı bir basketbol antrenörünün Kıyamet Günü, G-League'de koçluk yapmak olsa gerek. Düşünün, NBA basketbolunu "Yeterince ciddi değil. Normal sezon maçları ne amaçla oynanıyor?" diye sorgularken kendinizi bir anda şartların on kat daha kötüleştiği bir yerde buluyorsunuz. Oyuncu, antrenör, yönetici... Hemen hemen herkes bulunduğu yeri bir basamak ya da NBA'e geçiş olarak görüyor. Rotasyonlar önceden belirlenmiş. Hangi oyuncunun ne kadar oynayacağı üst kademenin kontrolünde ve bir de üzerine size diyorlar ki: "Hey, sen. Kenarda biraz sessiz ol. Çok sesin çıkıyor."
Martin Schiller'in seçim şansı yoktu. Eğer Almanya'dan teklif alabilseydi, G-League'e adımını atmayacaktı ama işte hayat, siz planlar yaparken başınıza geliyor. Avrupa'da iş bulamayan Schiller, G-League kariyeri de hayli kötü başlamasına rağmen iki sene içinde 'Yılın Koçu' seçilecek gelişimi gösterdi. Kendini de bir anda kıtanın en değerli koltuklarından birinde, Zalgiris'te buldu. Ve kimbilir, belki de yıllar sonra G-League ile Avrupa arasındaki buzları kıran kişi olarak onu hatırlayacağız...
Koç, ailenizin geçmişini düşünerek; çok erken yaşlarda farklı kültürlerle iç içe olma imkânı bulmak ne gibi sonuçlar doğurdu? Babanızın avukatlık firması sebebiyle fazla yer değiştirmek psikolojik açıdan zorlu muydu yoksa bunu bir dünya vatandaşı olma yolunda ilk adım gibi mi kullandınız?
Belki benim için 'dünya vatandaşı' tabirini kullanmak biraz iddialı olabilir ama annem ile babam kesinlikle bu sınıftalar. Annem, uzun yıllar boyunca okullarda ve kütüphanelerde çalıştı; aslen Britanya vatandaşı ve çocukluğunu Tazmanya'da geçirmiş. Uzun yıllar Avustralya tarafında... Daha sonra Güney Afrika'ya yerleşiyor ve orada çalışmaya başlıyor. Babam ise uluslararası avukatlık firmasında çalışan bir Avusturyalı. Meraklı, gezgin... Daha hukuk okuduğu dönemlerde Güney Afrika'ya gidiyor ve annemle orada tanışıyorlar. Babam mesleğinde ilerledikçe seyahatler artmış. Güney Afrika sonrası Viyana'ya yerleşiyorlar; ardından ben dünyaya geliyorum ama Viyana'da çok kalamıyoruz, bu kez İsveç'e geçiyor aile. Anaokuluna İsveç'te gidiyorum, yedi yaşında ise temelli olarak evim diyeceğim Hamburg'a taşınıyoruz. Yine babamın iş değişikliğinden ötürü...
Kendinizi Avusturyalı değil de bir Alman olarak tanımlıyorsunuz yani?
Evet. Viyana sadece doğduğum yer. Ben kuzeyli bir Almanım. Gençliğimi tamamen Hamburg'da geçirdim. Eşim Katja ve ailesi de buralılar. Çocuklarımız Ida, Milou, eşimin ailesi, benim ailem, arkadaşlarımız... Hep bir arada olabildiğimiz tek yer Hamburg. Daima böyleydi.
Yine de... Basketbol? Viyana ya da Hamburg'un pek de ihtisas yaptığı bir alan sayılmaz.
Bu ilginç bir nokta, evet. Ben de futbolla başladım. Almanya'da sokakta oynuyorsanız aksi çok mümkün değil ama ben 1982'liyim, o yüzden 1993'te Almanya'da düzenlenen EuroBasket'in bizim jenerasyonda önemi büyüktür. Svetislav Pesic'in koçluğunu yaptığı; Chris Welp ve Henning Harnisch liderliğindeki takımda adamım Kai Nürnberger'di. Welp'e kilit asistleri yapardı. Hatta hatırlayanlar olacaktır, NCAA'de Southern Illinois'da oynadıktan sonra ülkeye o dönem yatırımcıların değişmesiyle birlikte adı Galatasaray Köln olan BSC Köln ile dönmüştü.
Neyse çok uzatmayayım... Önce futbol vardı, sonra tenis. Thomas Muster'i çok severdim. 80'lerin ikinci yarısından itibaren başarılı olmuş, Roland Garros'u kazanmıştı. Basketbol, hayatıma yakın bir arkadaşımda gördüğüm bir beyzbol modeli Boston Celtics şapkasıyla ve hafta içleri saat 23.30'da yayımlanan NBA Action'la girdi. Yanılmıyorsam sekiz yaşındaydım; Larry Bird Magic Johnson rekabetinin son yıllarıydı... Deli gibi NBA Action izleyerek oyuna aşina oldum, Kenny Anderson ile Rod Strickland'ı çok sevdim, bir kulübe yazıldım; gerisi tarih...
Aumühle'yi biz daha çok Otto von Bismarck'ın evi ve mozolesiyle biliyoruz ama bu topraklar aynı zamanda Martin Schiller'in de dünya basketboluna kazandırılmasını sağladı...
Bu bağlamda hayli önemsiz bir gelişme. Fakat doğru. Aumühle, Hamburg'a yaklaşık otuz dakika mesafede bir kasaba. Çevredeki kulüpler TSV Reinbek ile TSG Bergedorf'tu. Reinbek'te başladım, kısa süre sonra Bergedorf'a geçtim. 2000'de genç takımın kaptanlığına kadar yükselmiştim ve daha sonradan hakemlik yapan Boris Schmidt antrenörümüzdü. Almanya'da gençler şampiyonu olduk. Böbürlenmek istemem ama iyi bir basketbolcuydum; boyum pek uzamadı, atletizm açısından da özel yeteneklere sahip olmayınca gruptan elendim. 17 yaşındayken profesyonel olma hayallerim bitti.
Antrenörlüğe geçişi nasıl yaptınız? Köln Spor Akademisi mezunu olduğunuzu biliyorum ve biraz Christoph Daum, biraz da Türkiye'den okumaya giden teknik direktörler sebebiyle Köln'deki akademi burada hayli popüler...
JAAA! DAUM! Ne kadar çılgınca bir hikâye değil mi? Almanya'dan dışlanışı, Türkiye'ye gidip her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalması ve belki bugün bile devam eden saygınlığını geri kazanma çabası... Eşsiz. Köln'den mezun olduğunu biliyorum; zaten çok kişinin yolu buradan geçti ama yaşlarımız yakın olsa onu özellikle yakından tanımak isterdim.
Köln'deki akademi meşhur; malum, WADA'nın da kullandığı okula ait olan doping merkezi, federasyonlarla olan antrenörlük lisans anlaşmaları, üniversitenin hep gündemde olmasını sağlıyor. Benim için gidiş yolu basitti. Profesyonel olamıyor ve yine de basketbolun içinde kalmak istiyorsanız iki yol var: Antrenör veya gazeteci olmak. Köln'de okurken tezimi de bu fikirle verdim.
Neydi teziniz?
2004 yılında BBL'deki (Almanya Basketbol Ligi) tüm antrenörlerle röportaj yapmayı içeren bir çalışmaydı. Başlığı maalesef havalı değil ama yine de söyleyeceğim: "Fast break ve BBL."
Koç bir anlamda geleceği görmüşsünüz ama, lütfen öyle demeyin...
Bunu hak ettim. Devam ediyorum... Tezin çok faydası oldu çünkü o periyotta trenle tüm Almanya'yı dolaşıp ligdeki antrenörlerle tanıştım. Chuck Eidson önderliğinde play-off yarı finali yapan Giessen'in antrenörü Stefan Koch, bu isimlerden biriydi. Birkaç sene sonra telefonum çaldığında "Artland'da asistanım olur musun?" diyecek kişi de ondan başkası değildi...
Artland'a gelmeden önce antrenörlük başlangıcınızı biraz daha detaylandıralım istiyorum...
RheinEnergie Köln'ün altyapısı ve ikinci ligde mücadele eden Düsseldorf Magics'te yardımcı antrenör olarak çalışma fırsatım oldu. Ortamı gördüm, tam anlamıyla başlangıç değildi. Daha üniversitedeydim. 2005'te diplomayı alınca yetiştiğim kulüp TSG Bergedorf'un başına geçtim. 23 yaşındaydım, takım bölgesel ligdeydi ve çok profesyonel bir tecrübe sayılmazdı. 2007'de Raoul Korner'den gelen teklifle işler değişti.
Viyana'nın yaklaşık 200 kilometre batısındaki Wels...
Gerçek başlangıcımdı. Raoul gibi disiplinli biriyle profesyonel antrenörlüğe adım atmıştım. Hayatımı bu işle kazanabileceğimi ilk kez Wels'te gördüm. Çünkü babam üniversitede kalmamı, öğretim üyesi olarak devam etmemi istiyordu ama ben sahada kalabileceğimi hissettim. Raoul'le birlikte yakaladığımız çalışma ortamı, Avusturya'da ikinci sezonumuzda gelen şampiyonluk, beni ikna etti.
2009'daki şampiyonluktan sonra EuroCup elemelerine katılım hakkı kazanınca kurada Beşiktaş'ı çekmişsiniz... Hatırlıyor musunuz?
Mire Chatman'lı takım. Hatırlamaz mıyım... Avusturya'da kazanmıştık ve büyük bir etki yaratmıştı o galibiyet. Rövanşı kaybettiğimiz için EuroCup elemelerinden EuroChallenge'a düşmüştük, orada da hiç favori olmadığımız grupta son sekizi averajla kaçırmıştık... Ne heyecandı ama! Wels'in tarihindeki ilk ve tek Avrupa tecrübesiydi. Raoul o sezondan sonra Hollanda'dan teklif aldı, ben de Almanya'da çalışmak istedim. Birkaç sene önce üniversite tezim için röportaj yaptığım Stefan Koch'un yanına, Artland Dragons'a gittim.

Martin Schiller (en sağda) Wels'in aynı yıl içinde kazandığı U14 ve U16 şampiyonluklarını kutluyor.
Eski adıyla QTSV yani Artland Dragons için Chris Fleming'in neredeyse sıfırdan yarattığı bir kulüp demek sanırım yanlış olmaz. Onun ayrılışı sonrası göreve gelen Thorsten Leibenath biraz hayal kırıklığı yaratmıştı ama Stefan Koch'la play-off istikrarı geri kazanıldı... Ne anlatırsınız o döneme dair?
Chris'le başlayayım. Benim için çok özel biri. Hayatımda gördüğüm empati kabiliyeti en yüksek insan. Oyuncuları, yöneticileri, taraftarları, antrenörleri, gazetecileri... Hepsini etrafına toplayabilme ve her bir paydaşa kendini değerli hisettirebilme yeteneğine sahip. Quakenbrück takımı olan Artland'ı ikinci ligden alıp BBL'de şampiyonluğun kıyısına getirmesi, Almanya Kupası'nı kazanması, ardından Brose'de 15 kupa kaldırması... Çok etkileyici bir CV bu.
Biz, evet, üst üste iki yılda da play-off'u kaçıran Thorsten'ın ardından geldik. Dürüst olmak gerekirse o da biraz Chris'ten kalan başarı baskısını hissetmişti. Kariyerinin başındaki Tyrese Rice'ı transfer ettik ilk sezonda. Staff çok iyiydi; Tyron McCoy diğer yardımcı koçtu ve Stefan'la birlikte üç yıl üst üste hep üst sıralardan play-off yaptık. Ardından aramıza Pedro Calles eklendi ama Stefan o yılın sonunda Würzburg'a gidince Tyron başantrenör oldu. Ligi dördüncü bitirdik ama sonraki sezonda maalesef kulüp finansal zorluklar sebebiyle ligden çekilme kararı aldı. Pedro, Vechta'ya geçti. Tyron ise Tübingen'e...
Kulüp ligden çekilse de 2015 yazı sanırım sizin için bir dönüm noktasıydı; Almanya Milli Takımı'nda Chris Fleming'in yanına terfi etmek bir yana, Ludwigsburg'da John Patrick'le çalışmak da epey öğretici olmalı...
John Patrick hayata farklı perspektiften bakan bir adam. Antrenörlüğü de böyle, muhabbeti de... Özgünlüğünü de kurduğu takımlardan, oynattığı basketboldan görebiliyorsunuz. Oyunu tam sahada oynamayı tercih edip topa baskıyı asla ihmal etmiyorlar ve John'la en azından iki sezon çalışmış oyuncuların bir sonraki takımlarında hep istekli birer savunmacı olarak kalmaya devam ettiklerini görürsünüz. Ludwigsburg, risk almaktan çekinmeyenlerin adresi. Çaylak mısınız? Temel oyun bilginiz zayıf mı? Sorunlu bir karakter misiniz? Problem değil. John Patrick sizin için burada. Ona güvenin, o da sizi en azından EuroCup, kuvvetle muhtemel EuroLeague oyuncusu yapsın.
Messina x Majerus
Yıllar boyunca üzerine en çok mesai harcadığım antrenör Ettore Messina'dır. En çok ondan etkilendim. Madrid'deyken antrenmanlarını izlemek için oraya gitmiştim; ki çok iyi bir dönem geçirmiyordu ama antrenmanları sadece takip etmedim, yaşadım âdeta. Rick Majerus'un My Life on a Napkin: Pillow Mints, Playground Dreams, and Coaching the Runnin' Utes kitabı da beni etkilemiştir. Malum, Alex Jensen de o Utah takımının kaptanıydı...
2017 yazında artık başantrenörlük zamanınızın geldiğini hissedip Ludwigsburg'dan ayrılma kararı aldığınızda, hiçbir Alman kulübünden koçluk teklifi alamamanız şaşırtıcı değil miydi? Giessen işini istemenize rağmen neden siz değil de Ingo Fryer tercih edildi, bir teoriniz var mı?
Almanya'da antrenörlerin başına gelen hiçbir şeye şaşırmıyorum. Çünkü bizim sistemimiz oyuncuları korumak üzerine, antrenörleri değil. Koçlar için hiçbir kuralımız yok. İspanya böyle değil. Türkiye böyle değil. Ergin Ataman'ı görüyorsunuz... BBL'de her şey oyuncular ve organizasyon odaklı. 6+6 yabancı kuralı var; iyi güzel, peki koçlar ne olacak? EuroLeague'de en son çalışmış Alman koç kim?
Herhalde Dick Bauermann'dır...
Örnek yok. Çünkü bir yatırımdan söz etmek mümkün değil. 2017 yazında ben işsiz kaldıktan sonra Utah Jazz'de Quin Snyder'ın yardımcılarından Alex Jensen sayesinde G-League koçluğu için aday olabildim. Geçmişte G-League'de çalışmış olan dostum Alex, "Martin, on antrenör aday bu işe. Uzun bir mülakat süreci olacak. Ona göre hazırlan" demişti. Düşünün, ülkemde iş bulamıyorum ama NBA takımları arasında geçerliliğim var.
Utah'ın G-League takımı Salt Lake City Stars için yaptığınız mülakatları, süreci biraz anlatır mısınız?
Jazz yöneticileriyle önce telefonda görüştük, sonra görüntülü toplantılara katıldım. Üç ya da dört safhayı bu şekilde geçtik. Sonra uçak biletimi ve kalacak yeri ayarlayıp beni Utah'a davet ettiler. Orada oyuncularla iletişimimi, antrenörlüğümü gördüler. Yüz yüze röportajlara katıldım, Quin Snyder sürece dahil oldu ve ne mutlu ki beni seçtiler. Başıma gelen en iyi şeydi.
Neden böyle dediniz?
Çünkü bir basketbol antrenörünün koçluğa başlayabileceği en iyi yer G-League. Oraya gitmeden önce bunu kesinlikle bilmiyordum. Her Avrupalı koç gibi büyük önyargılarım vardı. NBA'i küçümser, "Gerçek basketbol bu değil" derdim. G-League'le alakalı ise... Aman tanrım. Orada icra edilen sporun basketbol olmadığından emindim. Herkes kadar küstahtım; kıtamda antrenörlük yapmak istiyor ve doğrunun tek olduğuna inanıyordum. İşin aslı hiç öyle değilmiş.
"Ataman'ı yıllardır takip ediyorum"
Ergin Ataman çok iyi bir antrenör. Ben onu Carlos Arroyo, David Hawkins ve Pops Mensah Bonsu'lu Beşiktaş takımından beri yakından takip ediyorum. Pick&roll fenomeni bir takımdı. Kusursuza yakın alan paylaşımıyla üçlük çizgisinin ilerisinden başlatırlardı ikili oyunları. Ataman'ın orada da üç farklı top yönlendiricisi vardı, şimdi Efes'te de Larkin-Micic Simon ile aynı tablo söz konusu. Kesinlikle şampiyonluğun en büyük favorilerinden biriler.
Neler öğrendiniz? Yaptığınız mukayeseler, çıkarımlar neler?
Öncelikle idmanlar çok farklı. Avrupa'da bile çift idman kalmadı ama NBA kuralları gereği, bir sezon içinde en fazla iki kez çift idman koyabiliyorsunuz. Çalışma gününe göre hesaplanmış şekli tüzükte var. G-League için de aynısı geçerli. Sezon öncesi kampın on gün. Oyuncuların kilolu gelmişse yapacak bir şey yok, bununla yaşamayı öğrenmen gerekiyor çünkü G-League'de lige hazırlık diye bir kavram yok. Ligin kendisi hazırlık. Biz pandemiden önceki sezonda 51 maç yapmıştık. Takvime baktığımda 53 idman yaptığımızı gördüm. "Martin, sen de çok idman yaptırıyorsun" diyorlardı. Ayrıca... Maçların 48 dakika olması insanların tahmin ettiğinden çok daha belirleyici. Savunmadaki odak noktasını çok etkiliyor. Dirsek denilen serbest atış çizgisi civarı bölgede bir savunma eksikliği gördüğünüzde veya ikili oyunda top tarafından yardım gelmiyorsa bir durup nefes alın. Oyunun geometrisi, yoğunluğu farklı. Koçların başarı ölçütlerinden biri, Avrupa'ya oranla altı mola daha fazla kullanıldığı ve toplamda 16 molaya ulaşıldığı için ATO'lar; yani mola çıkışlarında çizilen kenar setleri. Pozisyon başına bulduğunuz sayıyla değerlendirmeye tabi tutuluyorsunuz. Ben Salt Lake'e geldikten sonra çıktığım ilk sekiz maçı da kaybettim. İlk sezonumda elli maçın 34'ünde yenildim. Kimse de beni kaybettiğim maçlarla sorgulamadı. Oyuncu gelişimi, Utah felsefesine uygunluk, ATO'lar... Bunlar konuşuluyordu. Düşün, ilk başantrenörlük deneyimimde 150 maç üst üste kovulmadan koçluk yaptım. Kim bu lükse sahip? Avrupa'da biraz iddialı bir takımda sezona ilk on maçın dördünü kaybederek girin de ne oluyor hep birlikte görelim...
Quin Snyder'ın sürece dahil oluşundan bahsettiniz, onunla iletişiminizi biraz anlatır mısınız?
Quin çok karizmatik ve zeki bir koç. Bu iş için doğmuş. Özel bir ilişkimiz olduğunu da hissediyordum... Salt Lake'teki ilk günlerimden birinde beni sahaya götürmüş ve aramızda şöyle bir konuşma geçmişti
— Martin, sana G-League'le alakalı bildiklerimi anlatmamı ister misin?
— Hayır Quin. Teşekkür ederim.
Buna çok gülmüştük. Quin Snyder'la basketbol konuşma fırsatını basit bir G-League sohbetiyle heba etmek istemiyordum; ve tabii ki haftalar sonra aslında Quin'in bu sohbeti neden yapmak istediğini anlayacaktım ama olsun... İkili oyun savunmasıyla alakalı uzun uzun sohbet etmiştik, bugün hâlâ orada verdiğim "Hayır" cevabının ilişkimizin pozitif başlamasında rolü olduğunu düşünürüm. Üç sene boyunca da Georges Niang, Tony Bradley, Royce O'Neale, Grayson Allen, Miye Oni, Nigel Williams-Goss, Jarrell Brantley, Juwan Morgan, Naz Mitrou-Long ve şu an hatırlayamadığım birçok oyuncu JazzSLC arasında mekik dokudu. Oyuncuların gelişimleriyle alakalı sayısız görüşme yaptık. Normal şartlarda fark yaratan bir oyuncunuzu kaybetmek istemezsiniz ama G-League'in dinamikleri farklı. Emir komuta zincirine saygı gösterin, meseleleri büyütmeyin, kalıcı olursunuz. Eğer isterseniz tabii...
Zalgiris'e de taşıdığınız 'maç öncesinde oyuncularla birlikte ısınma' ritüeli nereden geliyor? Tamamen yardımcılarınıza bırakmamanızın özel bir sebebi var mı? G-League'deki maçlar öncesinde de ısınmaya çıkıyordunuz...
Çok zor bir şey mi bu? Yani dışarıdan büyük bir yük üstleniyormuşum gibi mi gözüküyor?
Hayır ama özgün olduğu kesin...
Birlikte çalışmak için zaman yok. 12 günde ortalama iki idman yapabiliyoruz ve sürekli maça çıkıyoruz. Bireysel idman inisiyatifi oyuncuda. G-League'de bazı düzeltmeleri maç önü ısınmalarında yapardık, burada da geniş bir teknik ekibimiz olmadığı için yine sahaya iniyorum.
4 numaralar benim sorumluluğunda. Hem bireysel hem grup hâlinde şut idmanı yapıyoruz. "Ne saçma, oyuncuları maç önü yarım saatlik ısınmayla mı geliştireceksiniz?" diye düşünenler olabilir ama çok maç yapıyoruz. 500 dakika oradan, 1000 dakika buradan derken bakmışsınız Malcolm Gladwell'in meşhur ettiği '10 Bin Saat Teorisi'ne gidiyor. Çıkarım yani ısınmaya, sıkıntı yok. İncilerim dökülmez.
Koçluk felsefenizi nasıl tarif edersiniz?
Savunmayı bir özsaygı meselesi olarak görüyorum. Alan savunmasına inanmıyorum, hele ki Avrupa'da... Bu şerefsizler oyunu çok iyi biliyor. Adam adama savunma takım için gurur meselesi olmalı; çünkü zaman zaman yetenek eksikliğinden kaçmak mümkün değil. Bunu da ancak savunmayla örtebilirsiniz. Hücumda sahayı olabildiğince genişletmek istiyorum. Kendi sistemimi çift uzunla oynarken ve buradan ikili oyunları kurgularken görmüyorum. Post-up'a katiyen inanmıyorum ve Avrupa-ABD arasındaki elit takımlar arasında temel farkın post'a top inme sıklığı olduğu kanaatindeyim. Anadolu Efes ve Milano, ligin en başarılı takımlarından ikisi ama hiç post-up oynamıyorlar. Barcelona lider, oynuyor. Fenerbahçe oynuyor... Ama kimlerle? Kanat oyuncularıyla. NBA'e baktığınızda uzun temelli post-up'ın tamamen öldüğünü görürsünüz. Mesela ben bir gün çok bilmişlik yapıp Utah takım toplantısında Derrick Favors'ın neden 4 numaradan post-up oynamadığını sorguladığımda analiz ekibinden birkaç istatistik geldi. NBA'de son 15 senede sahanın sol tarafı, yani sağ elli oyuncuların post-up için beklediği bölge, en düşük yüzde ile şut kullanılan bölge hâline gelmiş durumda. Açık ara... Bu yüzden artık spacing ve tempolu oyun, post-up'ı istisnalar haricinde büyük oranda yener. Neyi, nerede oynadığınız belirleyici. Mesela G-League'den örnek verirsek; orada pick&pop oynamak istiyorsan tek çaren bunu 5 numarayla yapmak. Herkes adam değişiyor çünkü. EuroLeague'de tamamen adam değişme savunması yapmak için dar bir havuzdan, çok güçlü oyuncular çıkarman gerekli. Post-up oynamasan bile post up savunman gerekeceği için; Nikola Kalinic, Edgaras Ulanovas ya da Dyshawn Pierre gibi oyunculara ihtiyacın var. Çünkü sen oyna ya da oynama, karşı taraftaki koç oynuyor. Andrea Trinchieri oynuyor. Zeljko Obradovic oynuyor. EuroLeague'de kadronuz özellikle kanatlarda güçlü oyunculardan kurulu değilse, bir noktada faul problemine girmemesi imkânsız. Elbet tuzağa düşersiniz.

Analitik demişken, en çok önem gösterdiğiniz istatistik hangisi?
Savunma ve hücum net reytingi. Bu sayılar kabaca takımınızın ne kadar iyi olduğunu gösterir. Toplam ribaund sayısı ise saçmalıktır. Önemli olan ribaund yüzdesidir. Kaunas'a ABD'den geldiğim için başlangıçta herkes bana 'Analizci çocuk, analitik beyin' diye hitap etti ama hiç de öyle biri değilim. Orada sahipsiniz, burada değil. Yani birinin bir yerden başlaması gerekiyor... Çünkü sayılar, herhangi bir işleyişte, duygusallığı ortadan kaldırır. Avrupa basketbolunun çok eksikliğini hissettiği temel konu, sürecin nasıl inşa edildiği... Bu kıtada basketbol uzun süredir sofistike, çok yönlü oyuncular ve basketbol dehalarının sırtına binmiş gidiyor. Her şey çok duygusal. Bu daha ne kadar devam edebilir ki?
Koç, Barcelona ve Milano deplasmanlarındaki küfürlü molalarınız ekrana yansıdığında sanıyorum ki EuroLeague izleyicilerinin büyük bölümü, "Evet ya, bu adam Amerikalı değilmiş. Martin de bizden" diye içinden geçirmiştir. Siz nasıl hissediyorsunuz bu konuyla ilişkin?
Öncelikle yaptıklarımdan gurur duymuyorum. G-League'de bana sessiz kalmam öğretildi, kognitif açıdan baktığınızda duygularınızı kenara koymalı ve olayları daha berrak şekilde ele almalısınız. Amerikan koçluğu da büyük oranda bunun üzerinedir. Eğer durmadan takımınıza bağırmak zorunda hissediyorsanız, o zaman zaten siz iyi hazırlanamamışsınız demektir. G-League'e gittiğimde en çok bağıran antrenör bendim ve bundan rahatsız olmuşlardı. Dennis Lindsey, "Martin'in değişmesi gerek" demişti SLC'deki GM'im Bart Taylor'a. Bunu yapamasaydım, Yılın Koçu ödülünü asla alamazdım. Tabii bir de şu var; ABD'de Avrupalı koç muamelesi görüyordum, Almanya'da Avusturyalı... Şimdi de Kaunas'taki Amerikalı koç oldum. Ne zaman kim olacağınızı kestiremiyorsunuz. Ettore Messina'ya bakın. Obradovic'ten sonra Avrupa tarihinin en başarılı koçu, altmış yaşından sonra değişti.
"Lauvergne artık özgüvenli"
Joffrey, geçen sene o Fenerbahçe kadrosunda bulunan pek çok oyuncudan biriydi. Ama bu sezon çok daha dominant bir rolde. Ve bu rol, ona verildi. Bana sorarsanız değişimdeki en büyük etkenlerden biri bu. Şu an yüksek özgüven ve ruh hali ile oynuyor. Takımla ilişkileri iyi, ona saygı duyuyorlar ve o da arkadaşlarına saygı duyuyor. Kariyerinin iyi bir evresinde ve yeni baba oldu. Gördüğünüz gibi pek çok şey saydım.
Peki ya Igor Kokoskov? Yirmi yıl ABD'de kaldı, uzun yıllardır dünyada en çok saygı gören Avrupalı antrenörlerden biri. Utah'taki kısa döneminizde de yakın çalıştığınızı tahmin ediyorum. G-League'le alakalı konuşurken "Avrupa'da sezona iddialı bir takımda kötü başlarsanız muhtemelen görevinize son verilir" teoriniz sizce neden burada işlemedi?
Fenerbahçe yönetimini tebrik etmek gerek. Teknik ekibe karşı olan inançlarını kaybetmediler. Obradovic gibi bir figürden sonra görevi devralmış, zor günler geçiren Igor'un arkasında durdular. Malum, Fenerbahçe her sene oynadığı tüm kupaları kazanmak için sahaya çıkar. Bununla baş etmek hiç kolay değil... Igor'a ve yaptıklarına çok sempati duyuyorum; keza Erdem Can da çok iyi arkadaşım. Her yaz Utah'ta bizim yanımıza geldi. Onun için de çok mutluyum. Kaunas'ta farklı kazandığımız maçtan sonra, kim tahmin edebilirdi ki böyle çarpıcı şekilde işleri yoluna koyacaklarını... Öte yandan, bizim galibiyetimiz de çok abartıldı. Jan Vesely sahada yoktu, Marko Guduric henüz takıma katılmamıştı ve Fenerbahçe de ekstra kötü bir günündeydi. Igor'a hem arkadaş hem de meslektaş olarak çok inanıyorum. Oyunun hücum yönünde aynı Quin Snyder gibi o da bir deha.
Kokoskov için "Obradovic'in ardından geldi" vurgusu yapmışken aslında sizin durumunuz da...
Pek farklı değil. Kaunas'ta bunun sadece bir seviye üstü var; o da Arvydas Sabonis'in kalktığı bir koltuğa oturmak.
Peki ilk sezon performansı itibarıyla beklentileri aştığınızı düşünüyor musunuz? Marius Grigonis'in şöyle bir açıklaması vardı: "Saras'tan geçiş zor oldu ama koç Schiller bize daha fazla özgürlük veriyor. Doğaçlama yapabiliyoruz..."
Bu oyuncu grubuna en ince ayrıntısına kadar sistem, temel hareketler, kısacası basketbol öğretilmiş. Benim ahkam kesmem saçma olur. Saras, belli ki milimetrik çalışmış. Ama böyle bir sistemden çıkmak ve serbest kalmak, her zaman kötü sonuçlar doğurmaz. Bana sezon öncesi "Son beş maça 15 galibiyetle girmeyi kabul eder misiniz?" gibi bir soru sorulsa "Nereyi imzalıyorum?" derdim. Kulüpte bütçe yüzde 20'ye yakın düşmüş, en önemli destekçimiz taraftarımızdan yararlanamamışız ve yine de suyun üstünde kalıyor muyuz? Ben buna başarı derim.
Play-off yapmışız, yapamamışız orası ayrı. Rekabetçi kalıp bu kulübün simgesi olan genç oyuncularla, lokal oyuncularla bir kimlik inşa edebilmiş miyiz? Rokas Jokubaitis her maç düzenli olarak 20 dakika oynamış mı? Bunlar mühim. Yoksa ben zaten Kaunas'a kimin ardından gelmişim? The Godfather'ın. Viyana doğumlu, Alman bir koç, Amerika'dan Litvanyalılara basketbol öğretmeye geliyor.
Hadi canım sen de...