
Aya Bile Gitse
10 dk
Naim Süleymanoğlu, adını ilk kez Kırcaali yöresinde duyurmuştu. Sonraki yıllarda Atletizm antrenörü olan Ertan Hatipoğlu, hemşehrisindeki kabiliyeti ilk fark edenlerdendi.
Kırcaali, yüzde 70’i Türklerden oluşan 60-70 bin kişilik küçük bir kasabaydı. Komünizmin hüküm sürdüğü 1970’li yıllardan bahsediyorum. 10 yaşındaydım ve Kırcaali’deki okulumda jimnastik grubundaydım. Biz jimnastik yaparken alt katta da halterciler çalışıyordu. Orada Naim'i ilk defa gördüm, benden beş yaş küçüktü. Ama ne ilginçtir ki 20 kilogramlık barları kaldırıyordu. Antrenörü Enver Türkileri babamın dostuydu. Böylesine büyük bir yeteneği bulmaktan dolayı gururluydu ve herkese öğrencisini tanıtırdı. Ve biz onu izlerken çok şaşırırdık. Çünkü 10 yaşında olmamıza rağmen o ağırlıkları kaldıramıyorduk. Naim nasıl yapıyordu bunu? Çok kabiliyetliydi. Salona yeni gelmişti, daha teknik bilmiyordu ama korkunç yetenekliydi.
Akabinde Kırcaali’nin ‘Yılın Sporcusu’ törenlerinde kaynaştık, hep birlikteydik. Ama asıl onu daha yakından tanıdığım yıllar Filibe Spor Lisesi’ne dayanır. Ben 11. sınıftayken Naim’i oraya, Gancho Karouskov diye bir antrenörün yanına aldılar. Karouskov, Filibe’nin en büyük antrenörüydü. Asen Zlatev gibi bir olimpiyat şampiyonu yetiştirmişti. Elbette Bulgaristan’da merkezi bir sistem vardı. Yani Karouskov, büyük patron Ivan Abaciev’e bağlıydı. Kendi başına idman yaptıramazdı, yukarıdan ne geliyorsa onu uygulardı. Ama adamakıllı biçimde... Biz de orada yakınlaştık, Naim’in çok ilginç ve zeki bir çocuk olduğunu gördüm. Mesela çok iyi satranç oynadığını oradan biliyorum. Salonda bir satranç tahtası vardı; orada dakikalar süren partilerle bütün antenörlerini teker teker mağlup ederdi. Büyük beyindi. Bulgar sisteminin sırrı çok yönlü sporcular yetiştirmesiydi, satranç öğretilmesi, oynanması da bunun uzantısıydı. Ama sporculara sadece sporu da öğretmiyordu sistem, aynı zamanda Honore de Balzac’ın kim olduğunu da öğretiyordu.
Biz Türkler komünist rejimin baskısını görüyorduk ve yıllar içinde bu baskı arttı. 1984 Noel gecesinde Kırcaali’ye girdi tanklar. Tabii bu iş bizimle başlamadı, yavaş yavaş yayıldı. İlk önce Kuzey Bulgaristan’ı bastılar, “İsimleri değiştirmişler” diye duyduk. Camileri yıkmışlar, şunu yapmışlar falan filan... Ondan sonra baskı arttı. Ama biz bunları kimseye anlatamıyorduk. Çünkü dünya politikacılara inanmıyordu. Zaten bir taraf “Böyle bir şey var”, diğer taraf da “Yok öyle şey” diyordu. Bir sporcunun o rejimden kaçıp bütün dünyaya “Ben Naum Şalamanov değil, Naim Süleymanoğlu’yum” diye haykırması bu yüzden çok değerliydi. Her şeyi değiştiren, o haykırış oldu. Elbette büyük kavgalarımız vardı o rejimle. Zira bu adamlar kâğıt üstünde komünistti, yoksa esasında faşistlerdi, Bulgar milliyetçisiydiler. O kadar çirkefleştiler ki... Ben mesela Naim’le bağlantılı olarak iki kez organlarımdan şiddete maruz bırakıldım, dövüldüm. Nitekim sonunda Bulgarlar bizi zorunlu göçe tabi tuttu.
Neden şiddet gördüm? Naim anavatanına kaçtıktan sonra, 1987’nin başında, bir sabah polis memuru zilime bastı. Saat sabah tam 06.00... O saate riayet ediyorlardı; 06.01’de ya da 05.59’da gelmiyorlardı. “Ne oluyor?” dedim, “Şu numaralı odadan bekleniyorsunuz” diye cevapladılar. Ben kendime “Bir şey mi yaptım?” diye soruyorum.” Gittim, şunu söylediler: “Sana yakıştıramadık. Naim ile ilgili ‘Türkiye’ye değil, Ay’a da gitse gene şampiyon olur’ gibi laflar etmişsin.” Evet, ben gerçekten bunları konuştum sağda solda ama kim beni ihbar etmiş, onu bilmiyorum. Zaten her üç kişiden biri muhbirdi. Fakat olay ‘Bugün konuştun, yarın seni kenara çekiyorlar’ değil. Zaman geçmesini bekliyorlar, muhbirlerini korumak için. Ondan sonra şiddete maruz bırakıldım. Sporcu olmak beni kurtardı.
Hele ikinci kez beni çağırdıklarında işler daha kötüydü. Naim şampiyon olmuştu, bu sefer de “Ben size şampiyon olur dememiş miydim?” dediğim için alındım. Zira o dönem basın-yayın organları, “Türkler Naim’i eğitemez, onların sporla ne ilgisi var?” şeklinde yazıp çiziyorlardı. Kısmen de haklıydılar, o senelerde Türkiye sporda çok gerilerdeydi. İlk çağrılmam ve yaptıkları uyarıydı, ikincisinde çok daha ciddi şiddet vardı. Belene toplama kampına, ölüm kampına yollayacaklardı beni, son anda bazı kişilerin araya girmesiyle direkten döndüm. Bir lafımdan dolayı, gözlerini kırpmadan yapacaklardı bunu. Aslında tek lafımdan ötürü değildi bu, önüme kocaman bir dosya koydular, neler söylediğime ve yaptığıma dair. Gözlerime inanamadım. Yazılan her şey doğruydu. Nesin, kimsin, ne düşünüyorsun? Şecereni çıkarmışlar.
Naim gitti, başarılı oldu, 1989’da göç başladı Türkiye’ye. Yani sadece sporcu olarak değil, insan olarak büyük hizmeti, katkısı oldu onun. Bugün en son haberlere bakıyorum, Batı Trakya Türkleri demişler. Galiba insanlar Batı Trakya ile Bulgaristan Türkleri arasındaki farkı bilmiyorlar. “Batı Trakya Türklerine ümit olmuş” diye haber yapıyorlar. Yahu biz Batı Trakya Türkü değiliz ki! Ha onlara da ümit olmuştur ama o ayrı mesele... Arkasından Bulgaristan’da rejim değişti ama sadece adı değişti. Hiçbir şeyin değiştiği yoktu aslında, bir tek yıllar sonra Avrupa Birliği’ne girilmesiyle birlikte işler biraz farklılaştı. Fakat ilginç bir nokta vardı... Naim Türkiye’ye ilk geldiğinde, dikkat ederseniz, Bulgarlar hakkında sınırlı demeçler veriyordu. Sebebi de annesi ve babasının hâlâ Bulgarların elinde olmasıydı. Sonra anne babasına izin verdiler, o zaman rahatladı. Zaten asıl önemli olan demeçleri değil, hareketleriydi. Nerede görülmüş bu kadar büyük bir sporcunun kaçtığı? Doğu’dan Batı’ya, Naim dünyaya çok şey anlattı.
Kaçışına dair şöyle ilginç bir öykü de var. Avustralya’ya gitmelerinden önce Nedelcho Kolev, Naim’e telefon açıyor ve “Avustralya’ya gidiyoruz, geleyim de senin yeni Volga’nla havaalanına gidelim” diyor. Yani “Senin boyun kısa” demiyor, onun yerine “Yeni Volga’nı kullanmak istiyorum” diye yumuşatıyor konuyu. Volga, Doğu Bloku’nun Mercedes’i. Çok büyük araba. Naim’in boyu 1.47, o arabayı kullanmaya yetmez. Neyse, gidiyorlar Melbourne’e, yarışıyorlar. Sonra Naim kayboluyor, Londra’dan İstanbul’a geliyor. Buraları biliyorsunuz zaten. Olayın asıl ilginç yeri başka...
Naim dönmeyince polis şüpheleniyor, Nedelcho’ya soruyor. O da anlatıyor öyküyü. Polis hemen arabayı soruyor, havalimanına gidiyorlar araştırmak için. Arabayı açınca bir bakıyorlar, 800 dolar var içinde. 800 doların Bulgaristan’da korkunç büyük bir para olduğu yıllar. Bunu neden yaptığını sonraki yıllarda ben kendisine de çok sordum, gülümsedi ama yanıtlamadı. Bence tek nedeni vardı; insanlar şüphelenmesin istiyordu. Çünkü son anda Bulgarlar arkasına bir-iki ajan takabilirlerdi. O da plan yaptı; uçuştan beş dakika sonra polisler bakacak arabasına, “Tamam 800 dolar koyduysa bu kesin dönecek” diye düşünecek. 800 dolar, o dönemler kaçmama garantisi yani. Kısacası, bir kapan kurdu Naim. Ama genel anlamda baktığınızda onun kaçışı spontane bir olay değildi. Epey önceden tasarlanan bir kaçıştı. Kaçacaktı ve misyonunu tamamlayacaktı. Misyon ne? Bütün dünyaya haykırmak.

10 tane politikacı birden toplansa Naim’in tek başına yaptığını gerçekleştiremezdi. İşte bu yüzden Naim’i seviyoruz. Tamam, evet, büyük sporcu. Ama bu misyonu gerçekleştirmesi çok başka bir şey. Bizim çektiklerimizi yaşamış iki milyon civarında insan var. Hepimizin kalbinde de Naim var. Bizim için kahramandır. Ben de defalarca kaçmayı düşündüm. Ama bırakın yurt dışını, 50 kilometre ileri gidemiyorduk bir dönem.
Naim’in sporculuğu fark yarattı. Vazgeçemezlerdi ondan. Sonuçta milli sporcu. Avustralya’da şampiyona mı var? O gidecek. Başka seçenek yok. Biz vazgeçilebilen sporculardık. Seni almıyor mu? Öbürünü alır, bir şey değişmez. Sen büyük sporcu değilsin ki… Bulgarların elinde senden onlarca vardır. Ama Naim gibisi yoktur.
Sonraki yıllarda da hiç kopmadık, devamlı konuştuk. Daima ‘Abi’ diye hitap ederdi bana, onun abisiydim çünkü. Spordan emekli olduktan sonra uluslararası ilişkilerini sürdürdü. Zaten bütün gün telefondaydı, yurt dışıyla görüşürdü. Enternasyonel adamdı. Dört yıl asbaşkanlık yaptı Uluslararası Halter Federasyonu’nda. Bu ne demek? Telefonlarınızın durmaması demek. Bulgaristan ile sık sık görüşürdü, Türkiye’de çok arkadaşları vardı. Çok kişiye yardım ediyordu, maddi anlamda…
Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki çok güzel yaşadı Naim. Yaşamayı çok iyi biliyordu. Kafası çalışırdı. Bildiğiniz o alkol alışkanlığı dışında, hareketleri ve hamleleri hep mantıklıydı. Naim’in her şeyini harcadığı, parasız kaldığı gibi söylentilerin de hepsi yalandı. Kesinlikle. Evet, en büyük zaafı alkoldü. Bu zaaf da onu bitirdi. Sağlıklı yaşaması yönünde hiç konuşmadım onunla ya da kendisine tavsiyede bulunmadım. Neden mi? Çünkü Naim gibi güçlü karakterli bir insana bunları söylemenin bir anlamı yoktu. Zaten hastayken “Gitmek istiyorum, çok güzel yaşadım” demesi de her şeyi anlatıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a demiş ya, “Bırakın, gideyim” diye. Bunu herkes dile getiremez, sadece çok güçlü insanlar söyleyebilir.
Politika kariyeri konusunda çevresinin baskısından etkilendi. Birileri onu doldurdu ama sonra seçilemedi, arkasında da durulmadı. Hayatındaki yanlış tercihlerden biriydi bu. Her insan yanlışlar yapar. Kendisi de sonraları fark etti bunu ama insanlara da anlam veremiyordu, “Bana nasıl oy vermiyorlar?” diye hayal kırıklığına uğruyordu. Ona göre, sıradan insanlar kendisinin önünde seçiliyordu. Çünkü politikada seçilmenin farklı parametreleri olduğunu düşünmüyordu. Sonuçta, kariyeri bittikten sonra, hak ettiği yere getirilmedi.
Çok bağlantıları vardı; halter dünyasında, spor dünyasında Naim’e “Hayır” diyecek insan yoktu. Uluslararası Olimpiyat Komitesi Eski Başkanı Samaranch dâhil…. Türkiye’de Halter Federasyonu Başkanı olsa büyük işler yapabilirdi. Yaşadığı hayal kırıklıklarında “Biz Todor Jivkov’a (Bulgaristan Eski Başbakanı) boyun eğmedik, şunlara mı boyun eğeceğiz?” diye düşünürdü. Ben de yaşadığım bazı olaylarda aynısını düşündüm hep. Geriye dönüp bakınca, bir şampiyona daha şefkatli davranılabilirdi diye düşünüyorum. Tamam, kendi hataları da oldu ama biraz daha desteklenebilirdi, “Haydi Naim, haydi şampiyon” diye... Yapılmadı.
Ölüm haberine Bulgar basını da büyük yer verdi. Üzülen, arkasından güzel yazılar yazan gazeteciler var. Ama o yorumların altına bazı önemsiz kişiler, bazı çatlak sesler gelmiş ve “Vatan haini” yazmış. Başkaları da onlara güzelce, şöyle yanıt vermiş: “Nasıl vatan haini olur ki? Adam Bulgar değildi.” Neticede, herkes kendi bakışına göre değerlendiriyor. Eleştirenler de var, kahraman diyenler de...
Naim, seneler içinde Bulgaristan ile bağlarını hiç koparmadı, sık sık oraya gitti. En son eski hocası Ivan Abaciev’in cenazesinde yer aldı. Araları hep çok iyiydi. Abaciev’e tapıyordu o. Nasıl tapmasın ki? Bir anlamda Abaciev onu halterci yaptı. Hatta fotoğrafı var, Abaciev’in tabutunun önünde. Zaten bir Bulgar gazeteci, Naim’in ölümünden sonra şöyle yazmış: “Abaciev ile yukarıda görüşürler artık, gökyüzünde antrenman yaparlar.
Doğuştan Halterci
Murat Ağca: Naim Süleymanoğlu doğduğu zaman, doktoru babasını yanına çağırıyor. Komünist bir ülkeden bahsediyoruz; çocuklar doğumlarından itibaren sanat, kültür ve spor alanlarında yeteneğine göre küçüklükten itibaren yetiştiriliyor. Doktor da Naim’in babasına diyor ki: “Bak, bu çocuğun fizyolojik yapısı diğerlerinden farklı. Omuriliği diğer çocuklardan kalın. Ciddi bir kalınlık hem de... Bu çocuk, güç sporlarında başarılı olur. Biz bunları not ediyoruz ve siz de çocuğu buna göre yönlendireceksiniz.” Yani Naim, doğuştan halterci. Okulda bu yeteneği ortaya çıkıyor ve yönlendiriliyor. Haltere başlama hikâyesi okul ve Abaciev ile başlar ama doğduğunda haltercidir aslında.