Ayrılık da Sevdaya Dahil

7 dk

NBA'i diğer organizasyonlardan ayıran etmenlerden biri, tercih hakkının takımlardan ziyade oyuncularda olması. Bu fark, bazen kalp kırıklığını da beraberinde getiriyor.

Transfer dönemi biraz ilişki öncesi flörte benziyor. İlerisi için güzel hayaller kurulan, ütopik bir resim yaratılıyor zihinlerde. Elbette bilinmezliğin çekinceleri de var ama genelde iyimserlik bunları bastırıyor.

Beklenti ve umut çok tehlikeli şeylerdir. İnsanı gerçeklikten uzaklaştırır, aşırı iyimserleştirir. Gerçekle, ilişki başladığı zaman zaten yüzleşeceğiz. Çok çok yüksek olasılıkla kafada oluşturulan resimden daha donuk bir tablo çıkacak karşımıza ama olsun. Beklenti ve umut zaten aradaki güçlü bağın hem yan ürünleri hem de o bağı güçlendiren steroidler. Malum; ilginiz olan karşı cinse veya desteklediğiniz takıma bağınız, tüm rasyonel düşünceyi pembeye boyamak için var. Hayatın biraz gerçek dışı ama en tatlı anları bunlar.

Transfer dönemleri de ilişki öncesi gibi kıpır kıpır eder taraftarın içini. "Yeni takımda kim olacak?" sorusu baş gösterir. Aslında yakınlık hissedilen, bir süredir karşılıklı sinyaller alınıp verilen adaylar vardır. Öte yandan, yıllarca süren platonikler olmazsa olmazdır. Her biri için nasıl uyum sağlayacağı, hayatı ve takımı nasıl değiştireceği üzerine sayısız senaryo yazılır. Bu, gerçeği sahada yaşamaktan daha eğlenceli. İyimserlik sosu boca edildiği için de hep güzel senaryolara gebe.

Transfer/flört döneminde genelde her şey takımdan beklenir. Ne yapsak da şu oyuncuyu/ karşı cinsi ilişkiye ikna etsek? Eh, sonuçta profesyonel spor temelde bir iş. Doğası gereği, işin karşılığı sunulan ücret tek olmasa da en belirleyici faktör. Her takımın mali gücü belli ve bu durumda güç, genelde takımlardan ziyade oyuncularda oluyor. Yoksa Real Madrid gidip Gareth Bale'i de alabilir, Zinedine Zidane'ı da... Kimi isterse bastırır parayı. Osasuna transfer borsasında nasıl rekabet etsin Real'le?

NBA'de işler biraz daha karışık... En zenginler Los Angeles Lakers veya New York Knicks bile, Oklahoma City Thunder, Minnesota Timberwolves veya Memphis Grizzlies gibi küçük şehirlerin nispeten sınırlı mali gücü olan takımları ile aynı şartlara sahip. 30 takımın tamamı, herhangi bir oyuncuya talip olduğunda aynı ücreti verebiliyor. En fazla dört yıllık kontratlar yapılıyor ve en yüksek ücret belli. Sadece kontratı sona eren bir oyuncu eski takımında kalırsa bir yıl daha uzun ve yıllık artışları biraz daha yüksek bir sözleşme yapabiliyor, o kadar. O da oyuncular kendi takımlarında kalmaya az da olsa teşvik edilebilsin, bir nebze devamlılık sağlansın diye. Herkes öyle ilişkiden ilişkiye yelken açmasın yani. Görünüşte dünyanın en kapitalist ülkesinde, gezegenin en sosyalist yapısı gibi bir durum var değil mi? Hayır. Aslında tüm bu düzen, şirketlerin (takımların yani) daha kârlı olması için var.

NBA yönetimi son kural değişiklikleri ile en uzun kontratları dört yılla sınırladığı için (kendi takımında kalırsa beş), istatistik olarak her dört oyuncudan biri her sezon transfer piyasasına giriyor. Maksimum kontratlar ücret tavanının %30'u (10 yıllık oyuncular için %35) sınırında. Yani bir genelleme yaparsak; her takımda yaklaşık iki maksimum kontratlı oyuncu bulunuyor. Geri kalan %40'la da diğer oyuncuları alıyorsunuz. Beş kişilik bir oyunda kaynakların iki kişiye aktarılması mantıklı. Bunlar elbette genelleme, daha değişik yollardan gidenler de var ama NBA'deki 30 takımda, yaklaşık 60 civarı maksimum kontratlı oyuncu yer alıyor. Yani ister LeBron James olun, ister NBA'in en iyi 60. oyuncusu (ya da Enes Kanter'in durumunda olduğu gibi, o 60 kişi arasına girmeye aday olun) tüm takımlardan aynı kontratı alıyorsunuz.

Bu durumda en fazla fark yaratan oyuncular, aslında değerlerinden çok daha az ücrete oynamak zorunda. Ama NBA'in en tepesinde, diğer oyunculardan çok daha büyük oranda fark yaratıp tek başına takımlarının kaderini değiştiren bir elin parmakları kadar oyuncu var. Ve onların kontratları biterken yer yerinden oynuyor.

Misal; Kevin Durant'in kontratı 2016 yazında bitecek ama 2013'ten beri "Durant nereye gider?" tartışması sürüyor. Memleketi Washington'dan bahsediliyor, eski şaşalı günlerine dönmek isteyen Lakers'tan ve diğerlerinden... Takımlar 2016 için kadrolarını, ücret yapılarını şekillendiriyor. Başarısız veya orta sıralarda sıkışan takımlar, bu tip fark yaratan bir oyuncuyu cezbedebilmek için ellerindeki maksimum kontratlardan kurtulup geleceğe dönük hamleler yapmaya çalışıyor.

Eh, ücret aynı olunca da normalde ikincil, hatta üçüncül kabul edilebilecek nedenler, bu tercihlerde asıl belirleyici konuma yerleşiyor; gidilecek şehrin cazibesi, takımın başarı şansı, kişisel tercihler hep ücretten daha ön planda. Çünkü ücret olarak fark yaratabilen (ki o da kısmi bir fark) tek takım, oyuncunun eski takımı. Avrupa'da sıklıkla duyduğumuz "Şampiyonlar Ligi'nde oynamak için tercih yaptı" veya "Eşini ikna edemedi" gibi bahaneler, NBA için asıl belirleyici konular.

Yıllarca New York, Los Angeles gibi şehirlerin sosyal yaşam cazibesi, onları diğer şehirlerin önüne geçiriyordu. Ancak son yıllarda o da değişti. Oyuncular öyle büyük yıldızlar ki; Indianapolis veya Oklahoma City gibi küçük şehirlerde bile fazlasıyla öne çıkıyorlar. Ayrıca, sezon boyu evde çok oturamıyor ve sosyalleşecek çok da fırsat bulamıyorlar.

İşte bu nedenle, özellikle üst düzey bir oyuncu serbest kaldığında, yapacağı tercih için takımlar sıraya diziliyor. İş başvurusunun tam tersi bir süreçle takımlar, kendilerini tercih etsin diye teker teker 10'ar takla atıp oyuncuyu ikna etmeye çalışıyorlar. "Gel abi ortam şahane, gel kral ol" sözünü uzun tanıtımlar, sunumlar ve afili grafikler takip ediyor.

Bu noktada, tercih edilmeyen takım aslında duruma çok da takılmaz. Sonuçta, zaten biraz da kendi içinde yaşamıştır ilişkiyi. Bir ümit, tatlı bir hayaldir. Hayaline kavuşan mutlu olur, ulaşamayan da "Hay Allah!" der geçer genelde.

Asıl mesele bu tip büyük fark yaratan, ismi ve oyunuyla takımın da önüne geçmiş oyuncular serbest kalıp takımdan ayrıldığında yaşanıyor. Çünkü bu ümit yeşertmek, pembe hayaller kurmakla ilgili değil. Bu; yaşanmışlıklar, oluşan bağlar, karşılıklı duygusal yatırımla alakalı. Koca bir ilişki var geçmişte. NBA dinamiklerinde takımlar şehirle özdeş olduğu için ayrı bir bağlılık da var. Oyuncu takımdan ayrılırken aynı zamanda şehre de sırtını dönüyor. Yaşadığınız, değer verdiğiniz şehri, aynı deneyimleri yaşamış olmasına karşın beğenmiyor/yeterli bulmuyor ve sadece takımı ve taraftarı değil, şehri de bir nevi küçümsüyor. Her ayrılık acılı olacak değil elbette. Ama her birinin altında bir küçümseme, yetmeme durumu var.

NBA'de transfer dönemlerine ait onlarca hikâye var ama muhtemelen en Türk draması kıvamında, ağdalı yaşananı LeBron James'inkiydi. Malum; LeBron James, bu oyunun en etkili ismi ve en büyük şehri Cleveland olan Ohio'da doğup büyüdü, eyaletin çocuğu yani. Daha lise son sınıfa gelmeden fenomen olmuş bir yetenek. Şans bu ya, 2003 draft'ında ilk sıra seçme hakkı Cleveland'a gelince kariyerine evinde başladı.

Cleveland, Amerika'nın pek gözde olmayan şehirlerinden. Ülkenin tren ağının merkezlerinden biri olduğu ve çelik sanayi geliştiği için 50'lerde hızlı bir çıkış yakalasa da son 30 yılda her sene ekonomik olarak biraz daha gerileyen bir yer. Spor en önemli sosyal aktivitelerden biri ama yıllar içinde hem beyzbol takımı Indians hem de özellikle en gözde takım olan Amerikan futbolu temsilcisi Browns, sayısız şanssızlık yaşamış. Browns'un iddialı olduğu yıllarda başına gelenlerden, FOX TV'ye 20 bölümlük fantastik drama çıkar.

Cavaliers ise 90'ların hemen başındaki kısa bir dönem hariç (ki o dönem de sakatlıklarla şanssız bir şekilde sonlandı) başarı ile uzaktan yakından alakası olmayan bir takım. İşte bu her geçen gün ekonomik ve moral olarak çöken, en büyük eğlencesi/gururu spor olan şehre geldi LeBron 2003'te. Eyaletin çocuğu, eyaletin en büyük şehrinin kara talihini yenmek için kurtarıcı olarak gönderildi.

Kurtardı da... Cavaliers'ı NBA'in dibinden çekip çıkardı LeBron. Ligin en tepesine koydu. Daha dördüncü sezonunda NBA finaline kadar çıkardı. Kazanamadılar belki ama gelecek LeBron ve Cleveland'ındı, 2007'deki o finalden sonra. Aslında işler iyi de gitti belli ölçüde. Ertesi yıl bir yıldızlar karması kuran, sonradan şampiyon olacak Boston Celtics'e karşı kanlarının son damlasına kadar savaşıp yedinci maçta teslim oldular. Sonraki sezon NBA birincisi oldular ama bu defa Orlando'ya elendiler. 2010'da yine NBA birincisi oldular… Ve ne olduysa, tam da o zaman oldu.

LeBron James'in son sezonuydu. Takımın küllerinden yeniden doğmasını sağlayan kurtarıcı, artık nihai hedefe ulaşmalıydı. Şanssızlıklar falan, bir yere kadar. Cleveland Doğu Konferansı finaline kadar geldi. Karşılarında son yıllarda dev bir rekabet içine girdikleri Boston Celtics vardı. İlk dört maç sonunda durum 2-2'ye geldi. Ve o ünlü beşinci maç... Cleveland evinde farklı yenilirken, LeBron James 14'te 3 isabette kaldı. Ama daha önemlisi, maçın önemli bir bölümünde sanki hiç oynamadı. O kadar ki; ardından "Sakattı ama kimseye söylemedi" gibi dedikodular bile çıktı. O denli etkisizdi. Hatta etkisiz olmaktan öte, oyunda değildi. Altıncı maçı da kaybeden Cavaliers elendi. Sosyal medyanın yükseliş dönemine denk gelen bu seride LeBron, Twitter ve Facebook'un bir numaralı eğlence kaynağı oldu.

O play-off, LeBron'un kariyerinin belki de ilk kez eleştirildiği dönemiydi. Ardından yaşananlar ise transfer dönemi hayallerinin, biten ilişkilerin, acıların en keskin örneği muhtemelen. Sonuçta sahada olan sahada kalır. İlişkide inişler de var, çıkışlar da... Cleveland seyircisi o sene hâyâl kırıklığı yaşasa da ilişkinin bir parçasıydı. Ama sonrası biraz buğulu...

Spor kamuoyunun ahlâk mahkemeleri, sosyal hayattan farklı işliyor. Sonuçta sporcular, sahada ayrı birer kişilikler. İşlerini iyi yaptıkları sürece saha dışı eylemleri imaj ve algılarına çok da etki etmiyor. Floyd Mayweather'dan Michael Vick'e, Emre Belözoğlu'ndan Felipe Melo'ya yüzlerce örnek sayabilirsiniz. Hatta sosyal hayattaki bazı kabul edilemez tavırlar bile 'sahadaki yırtıcı halin' bir yansıması olarak hoş görülebiliyor. Ailenin asabi ama özünde iyi bireyi, sınıfında "Olur canım öyle şeyler" ile geçiştiriliyor.

Sporcular için tek bir ölümcül günah var. O da ihanet. Her şeyinle kabul edilmişken, acısıyla tatlısıyla yaşadığın uzun süreli ilişkiyi bir anda bitirip gidersen, işte o hoş görülemez.

LeBron, 2010 yazında iki türlü ihanet etti Cleveland'a. Önce ilişki içinde üzerine düşeni yapmadı. Sevgiye, ilgiye oyunuyla yanıt vermedi. Aksine, o sevgiyi karşılıksız bıraktı bir nevi. O ünlü Boston maçında oynamadı. Kötü oynasa dert değil, olmadı denir geçilirdi ilişkide. Sonuçta, ilişkinin kendi tarafındaki vaadini elinden geldiğince yerine getirmiş olurdu. Ama o hiç oynamadı. Kendi üzerine düşeni umursamadı adeta sahada.

Daha kötüsü ise o yaz geldi. LeBron'un kapısına dizildi diğer NBA takımları. Başta New York Knicks... ABD'de New York'un kendine has bir kibri var. Herkesi kendilerine hayran zannediyorlar. ABD'nin kendini dünyanın merkezi sanmasının bir kademe üstü bu. New York kendini ABD'nin merkezi sanıyor. Merkezi New York olan pek çok medya kuruluşu da bunu körükledikçe körüklüyor. Zaten bu yüzden, tercih edilmek için hiçbir sebebi olmayan Knicks, nedense LeBron için en önemli aday gibi ortaya gösterilmişti o dönemde. Diğer takımlar da LeBron'u ikna etmeye çalıştı. Miami, Dallas...

Ama sonuçta, LeBron'un play-off'ta yaşanan her şeye rağmen evini bırakmayacağı düşünülüyordu. Eh, o zamana kadar bir şey söylememiş olması bile yeterliydi. Eğer ayrılacak olsa en azından gideceği yeri açıklamasa da yedi yıl geçirdiği evine, eski ilişkisine "Bu iş bitti" demeliydi. Demez miydi ayrılacak olsa? Dürüstlük, karakter en azından bunu gerektirirdi, değil mi? Yeni biriyle flört etmeden eski ilişkiyi bitirmek gerekmez miydi?

En büyük ayıbı burada yaptı LeBron. Yanındaki şuursuz arkadaşlarının da gazıyla ESPN'e çıkarak canlı yayında yeni takımını açıkladı ve yeteneklerini South Beach'e taşıdı.

Cleveland'ın ne hale düştüğünü hiç düşünmedi o sırada. Sonradan çok pişman olduğunu söyledi ama ne fark eder? Düşünsenize... Canlı yayında bir ilişkinin bitiş ilanı... Ne kadar küçük düşürücü. Kendisine her şeyi veren eski şehrini/takımını/partnerini dünyanın gözü önünde canlı yayında terk edip gidiyor.

Nitekim ardından, drama dahil olan tuhaf karakterlerle iyiden iyiye 'Ay Yapım' damgası yedi. Cavaliers'ın sahibi Dan Gilbert, resmi siteden Comic Sans fontuyla öyle bir mektup yazdı ki; Facebook'tan eski sevgilisine "Giden gitmiştir, benim için o gün bitmiştir" tadındaki durum güncellemeleri halt etmiş.

Umutları kırılan New York'un tepkisini en iyi anlatan ise ünlü tabloid gazetesi Daily News'un enfes manşeti 'Son of a Beach'ti muhtemelen. Umut vermiş ama sonra umutları kırmıştı LeBron. Gerçi onların durumu daha çok platonik ilişkide kendi kendini gaza getirme olarak algılanabilir. Yine de New York cephesi, biraz kızdı, sonra üzüntüleri geçti gitti.

Peki Cleveland? Formalar yakıldı. Eyaletin en nefret edilen figürü oldu LeBron. "Sen en güzel duyguların katilisin" diyerek kapatıldı o sayfa. Kapatılmadı da yüreklere taş basıldı diyelim.

Miami'de dört yılda dört final oynadı, iki şampiyonluk kazandı ve ardından, bu sefer nispeten daha olaysız bir transfer süreci sonrası yine Cleveland'a döndü. İlişki yeniden başladı. Eskisi gibi kayıtsız ve körkütük bir aşk yok belki ortada. Olamaz da herhalde. Yaralar sarıldı ve kapandı belki ama izleri çok derinlerde duruyor hâlâ. Açık kalp ameliyatının izini nasıl silersiniz ki zaten?

Sırf bu yüzden, transfer döneminin duygusal yoğunluklarını ve travmalarını LeBron'un kariyerinden daha iyi anlatan bir hikaye bulmak zor. Ha belki Aşk-ı Memnu var bak, o olabilir.

Socrates Dergi