Baht Oyunları
10 dk
Eugenie Bouchard, şöhreti kariyerini aşan sporculardan. Peki gülen yüzü, duru güzelliği ve komik paylaşımlarıyla gündem belirleyen tenisçiyi sosyal medyada popüler olduğu için eleştirmek ne kadar doğru?
Televizyon tarihinin en büyük dizisi Game of Thrones, milyonlarca insanı öyle veya böyle etkileyerek nihayete erdi, sancılı bir son sezonun ardından. Karakterlerini ve olay örgüsünü, sekiz yılda titizlikle inşa eden böylesi bir fenomenin finali her şekilde zor olacaktı. Kendi mizacına, içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak, ya da belki de tamamen paşa gönlü öyle istediği için bazı figürleri lordluğa, şövalyeliğe (elbette Brienne of Tarth'tan bahsediyorum) hatta Demir Taht'a, diğerleriniyse ejderha ateşine ya da Olenna Tyrell'in gazabına layık görenlerin, aradıklarının tümünü bulmaları mümkün olamayacağından, bir miktar hayal kırıklığı kaçınılmazdı. Ancak dizinin yaratıcılarının kötü kararlarıyla beraber iş infial noktasına ulaştı. Ne olursa olsun, daha ilk sezonuyla kült mertebesine çıkan dizi, hakkında konuşturmayı başardı. Game of Thrones'un bu başarısında rol oynayan çok fazla unsurdan bahsetmek mümkün elbette. Ancak bunlardan iki tanesi kritik. Birincisi, iyi hikâye. İkincisiyse sosyal medyanın kudreti.
George R.R. Martin'in 1990'larda başlayıp hâlâ bitirmediği Buz ve Ateşin Şarkısı kitap serisine dayanan muhteşem bir altyapıya sahip olduğu için Thrones, hikâye anlamında âdeta kutsanmış olarak doğdu. Hikâyenin kısa sürede bu kadar insana ulaşması ise aynı sıralarda kendi gerçekliğini yaratmaya başlayan sosyal medyanın işiydi. 2011'de 'motor' diyen yapımın, Twitter ve Instagram ile büyümesi ciddi bir avantaja dönüştü. Nitekim tüm zamanların en büyük dizisi tartışmalarında genellikle karşısına çıkan Lost'u bu sayede ekarte ettiğini düşünenlerin sayısı hiç de az değil. 2004'te gösterime giren Lost, sosyal medya trenini ıskalamasa durum ne olurdu, bilinmez. Ancak böyle bir bahsin mevcudiyeti bile başlı başına pek çok şey anlatıyor.
Aslına bakılırsa bu formül sadece GoT'a ait değil. Pratikliği ve özgürlüğüyle, son on yılda konvansiyonel medyanın pabucunu dama atan sosyal ağların sunduğu geniş imkânlar sayesinde, yapılabileceklerin neredeyse sınırı kalmadı. Bilhassa da iyi bir hikâyeye sahip olanlar için. Hatta ve hatta herhangi bir hikâyeye. Zira günlük hayatımızın ufacık detayları bile artık bu pazarda alıcı buluyor. Zaten bu detaylar Instagram'da tam da bu isimle 'hikâye' olarak adlandırılıyor.

Aktörler, müzisyenler, çok uluslu şirketler, politikacılar gibi erişim alanı geniş ve söyleyecek şeyi fazla olan odaklar, bu gücü kullanarak bir çırpıda kutsal kâseye sahip olabiliyor. Yerleşik ekonomik ve kültürel sistemde, neredeyse herkesin düşleyegeldiği kendini gerçekleştirme olgusu bu; marka olmak. Bundan 20 yıl öncesine kadar büyük paralar harcamaya, yıllar süren reklam kampanyalarına ve suyun başındakilerle kurulan organik ilişkilerin çapına endeksli bu yüksek ülkü, gelinen noktada ağır bürokrasiden büyük ölçüde sıyrılmış durumda. Öyle ki sadece imtiyazlıların değil, sıradan insanların ya da işletmelerin de hayal kurma ve buna dair aksiyon alma vizyonları artık marka olma üzerine kuruluyor. Gündemle ilgili herkese göre bir parça daha eğlenceli tweet yazabilen bir üniversite öğrencisi geniş kitleleri peşinden sürükleyip kârlı sponsorluklar alabiliyor. Tostlarını binlerce insanın kolayca bulabileceği, basit etiketlerle paylaşan küçük bir büfe, ülke çapında meşhur olup zincir restoran hâline gelebiliyor.
İşte, köşe taşları bu şekilde döşenmiş bir konjonktürde, dünya çapındaki sporcuların resmin en önlerinde yer almalarına şaşırmamak gerekiyor. En nihayetinde, belki de herkesten daha şanslılar bu oyunda. Çünkü toplumdaki en güçlü öykü anlatıcıları onlar. Sosyal medyadan hatta konvansiyonel medyadan bile önce bu misyonu yerine getiriyorlardı. Tarihçi Yuval Noah Harari, insanoğlunun en büyük yetisinin kurgular olduğunu söylüyor. Gerçek olmayan hikâyeler yaratmak ve bunlara inanmak. Bu temeller üzerinden ortak bir değerler bütününe sahip olarak işbirliği yapmak. Sporcuların farkı, anlattıkları öykülerin kurgusal değil gerçek olması. Evet, oynanan şeyin herkesçe kabul edilen kurgu kuralları sayesinde var olduğunu düşünebiliriz. Ancak saha içinde yaşanan mücadele tamamen gerçek ve çoğu zaman, bilhassa da elit seviyede, pompaladığı duygular sahici. Öyle ki günlük hayatta bu yoğunluğu deneyimlemek neredeyse imkânsız. Hâl böyleyken, 20. yüzyıl boyunca içselleştirilen ve rol modeli hâline getirilen sporcuların, 21. yüzyılın sunduğu olanaklarla ikonalar ve süperkahramanlara dönüşmeleri sürpriz değil. Tavuk kanadı pişirerek on binlerce takipçiye ulaşan salaş bir lokantayı düşündüğünüzde, hatırı sayılır bir NBA oyuncusunun günümüz şartlarındaki limitleri tüyleri diken diken ediyor.
LeBron James, Cristiano Ronaldo, Serena Williams gibi devlerden bahsetmeye zaten gerek yok. Tıkır tıkır işleyen bir düzen içerisinde markalarını sosyal mecralarda da aynı etkinlikle parlatmaya devam ediyorlar. Profesyonel ekiplerle çalıştıklarından dolayı yeni iletişim kanallarını kullanma biçimleri de küresel bir otomobil devininkinden pek farklı değil. Saha içinde mükemmellik sınırları içinde dolaştıkları için hikâye konusunda elleri hep kuvvetli. Geçtikleri zorlu yollar, geldikleri yerler ve karakterlerini şekillendiren motifler ilgi çekici olduğu için zaten kendileri de birer hikâye. Nadiren Serena'nın geçen sene Amerika Açık finalinde yaptığına benzer büyük hatalar yapsalar dahi, hayranlarına anında ulaşabildikleri bu kanalların varlığıyla kısa sürede imajlarını onarma, hatta bu hataları olgunlukla kabul eder gözüktükleri sağduyulu gönderiler yayınlayıp süreçten daha güçlü çıkma şansına sahipler.
Gelgelelim spor âlemi sadece süper yıldızlardan oluşmuyor. Geri kalan herkes, zirveye çıkıp dünya çapında tanınan bir marka olmanın nimetlerinden yararlanmak isteyen grubun içinde kabul edilebilir. Günün sonunda sporcular var olan en rekabetçi insanlar ve pastanın bu kadar büyüdüğü bir ortamda, rahat bir gelecek ve ayrıcalıklı bir statü de sahada kazanılacak şan kadar büyük motivasyon kaynağı.

Bir sporcu için ideali, işinde mükemmelleşerek her şeyin doğal akışında gerçekleşmesi elbette. Ancak bu kolay değil. Şampiyon olmak kendi kendinize alabileceğiniz bir karar olamıyor genellikle. Belli bir periyotta bir başarı kazansanız dahi bunu sürdürmek çok zor. Klişe ama doğru olan bir yaklaşımla, sporda dün yok. Kazananı hepimiz seviyoruz ama her sporcu Jordan ya da Graf gibi sürekli kazanma melekesine sahip değil. Tüm bunlar düşünüldüğünde, fırsatı olanların bir ikona, en azından bir 'influencer'a dönüşmeye giderek daha fazla çabalaması o kadar ayıp ya da tuhaf mı sahiden?
Bu konuda somut örnek olarak karşımıza tenisçi Eugenie Bouchard çıkıyor. Kanadalı, henüz 20 yaşındayken arka arkaya oynadığı Roland Garros yarı finali ve Wimbledon finaliyle sansasyon yaratmıştı. Ne var ki, yükselen beklentiler ve sakatlıklar düşen konsantrasyonla birleşince Bouchard başarıların arkasını getiremedi. Dünya klasmanında şu anda 77 numarada bulunuyor ve neredeyse beş yıldır sahada dişe dokunur hiçbir şey göstermedi. Yine de tüm tenis oyuncuları içerisinde en çok kazananlardan biri. Yıllık geliri yaklaşık 6,5 milyon dolar ve bunun 6 milyonu sponsorlardan sağlanıyor. Sırrı ise tenisteki parlak günlerinin kendisine sağladığı bilinirliği sosyal medya kullanımı sayesinde muazzam ölçüde mobilize edebilmiş olmak. Sahip olduğu duru güzelliğe ek olarak sosyal medyadaki takipçileriyle kurduğu bağ, Bouchard'ın ordusuna asker, fırınına ise odun taşıyor.
Takipçilerinden biriyle bir randevuya çıkması gibi muzip ama etkili hamleler fark yaratıyor. Genie, Instagram'da sahip olduğu 2 milyona yakın takipçiyle tenis oyuncuları arasında en üst sıralarda. Kıyaslamada faydalı olması için Serena'nın ilgili mecrada 10 milyondan fazla takipçisinin olduğunu hatırlatmak gerekli.
Peki, gerçekten ne kadar fazla, çok fazla kabul edilmeli bu meselede? Yahut da böyle bir şey sahiden var mı? Burada en sık yapılan eleştiri, sporcuların gerçek işlerini unutup 'kısa yoldan' köşeyi dönmeye çalışmaları oluyor çoğu zaman. Bu, kısmen hak verilebilecek bir kaygı. Kendi adıma, bana teriyle ya da gözyaşıyla spor sahasında çok sağlam malzemeler verebilecek yetenekli bir sporcuyu, tüketim kültürünün baştan savmalığına kaptırmayı tercih etmem. Beni daha fazla ilgilendiren, bana daima daha fazla keyif veren o türlüsü çünkü. Ancak herkes tek iş yapmak zorundadır ve esas meşgalesi dışında ihtiraslar kovalamamalıdır gibi bir dogmaya da karşıyım.
Stefanos Tsitsipas vlog çekip yayınlamak istiyorsa yayınlamalı. Bu sayede -şimdilik çok uzak görünmekle beraber- günün birinde bir Hollywood yönetmeni olabilir. Ya da asla NBA'de tutunamayacak bir basketbolcu, yaptığı paylaşımlarla bir ajansın dikkatini çeker ve süper modelliğe kadar ilerler. Buna karışmak hangimizin haddine ki?
Bouchard gibi kadın sporcularda tartışmanın bir de seksist boyutu karşımıza çıkıyor. Dişiliği kullanmak ve bir seks metası hâline gelmek bir bakıma... Bunun da son derece zehirli bir bakış açısı olduğu aşikâr. Sporcu markalaşması konusunda ilk akla gelen örneklerden olan David Beckham, bulunduğu yere sadece frikik atarak ulaşmış olsaydı belki başka şeyler konuşabilirdik. Bouchard ya da Wozniacki'ye bu şekilde bel altı vurmak, dünyada işlerin hâlâ ne kadar büyük çifte standartlarla yürüdüğünü kanıtlıyor aslında.
Tyrion Lannister'ın son bölümde dediği gibi; "İnsanları bir araya ne getirir? Ordular? Altın? Bayraklar? Hayır. Hikâyeler. Dünyada iyi bir hikâyeden daha güçlü hiçbir şey yoktur." Artık herkes 'hikâyesini' her gün bir şekilde rafa koyuyor. Sokakta ya da sosyal medyada, seyahatte ya da kitaplardaki iyi öykülerin peşine düşmek yerine, Bouchard'ın ayaklarını koltuğa uzattığı uçak yolculuklarının ya da pilav üstü baklava yiyen birinin hikâyesine ortak olmak istiyorsak bu bizim sorunumuz, onların değil.