
Bambaşka Biri
12 dk
Basketbolcu, yazar, aktivist, asistan koç, düşünür, patenci... Kareem Abdul-Jabbar, spor tarihinin çeşitlilik yelpazesi en geniş figürlerinden biri. Efsanenin farklı yönlerine gazeteci John Papanek eşliğinde bakalım...
NBA ile imzaladığı sponsorluk anlaşmasını tanıtmak için Suada'da afili bir lansman partisi verecek otomobil markasının özel bir konuğu vardı. 6 Mayıs 2011 tarihinde Atatürk Havalimanı'na inenlerden biri Kareem Abdul-Jabbar'dı. Etkinlik yöneticilerinden biri abim olunca, masumane bir görevi kötüye kullanışa binaen efsaneyi ve menajerini otellerine götüren araçlardan birinde buldum kendimi. Kısa süre sonra, elimdeki Lakers üstünü imzalatmak için süitinin kapısındaydık. Bu tür pazarlama faaliyetlerine katılan çoğu ünlünün aksine, yüzünde yalandan bir gülümseme yoktu. Tek kelime dahi etmemiş, onaylama ibaresi olarak hafifçe başını öne eğip imzasını atmış, sonra da odasına dönmüştü. Hızlıca hüsnütalil sanatına başvurup "Herhalde jetlag'dendir, yorgun adamcağız" diye düşündüm. Takip eden yıllarda Kareem hakkında detaylı okumalar yaptıktan sonraysa şunu öğrendim: Kareem, her zaman böyleydi ve böyle davranmasının sebepleri basit bir kibir ya da küstahlıktan çok daha derindi.
Amerikan medyasında Abdul-Jabbar için sıkça kullanılan bir tabir var: Tarihin en yanlış anlaşılan spor figürü. Okyanus ötesinden beyhude bir çabaya girişmek yerine, Kareem'i yakından tanıyan biriyle konuşmayı yeğledim. Yirmi yılını Sports Illustrated'a vermiş, son birkaç yılını da editör şefi olarak geçirmiş, 1997'de kurulan ESPN The Magazine'in ilk yazı işleri müdürü olarak altı sene görev yapmış John Papanek'e ulaştım. 1980'de Kareem'in daveti üzerine evinde vakit geçirip onunla bir bağ kurabilmeyi başaran Papanek, Kareem'in bu içe kapanık karakterini şöyle açıklıyor:
"Kareem her zaman çok ciddi ve çok duygusal bir insandı. Yaşı ilerledikçe oynadığı her seviyede en iyi sporcu olmaktan keyif alsa da aynı zamanda mükemmel ve ciddi bir öğrenciydi. Bana kalırsa bu özelliklerinden ziyade bariz fiziksel yönleriyle -aşırı uzun ve siyahi olmak mesela- dikkat çekmekten hoşlanmadı. Katolik okullarındaki sıra arkadaşları arasında tek siyahi çocuk oydu. Kimi diğer başarılı sporcular gibi salt fiziksel yetenekleriyle nesneleştirilmeyi sevmezdi."
Afroamerikan özgürlük hareketinin hararetli seyrettiği 1960'larda üniversite çağını yaşamak da Kareem, ya da o dönemki ismiyle Lew Alcindor, için belli kırılmalar yarattı. İçine kapanıktı ama bu, mühim konularda suya sabuna dokunmadığı anlamına gelmiyordu. 12 yaşında, Harlem yakınlarında beyaz bir arkadaşından ilk kez o meşhur kelimeyi işittiğinde önce gülmüş, sonra ne diyeceğini bilemeyip küfrü bastıktan sonra "... seni süt şişesi" diye eklemişti otobiyografisi Giant Steps'te andığına göre. Takip eden yıllarda ırk meselesinin bundan çok daha fazlası olduğunu fark etti. Lise koçu Jack Donohue bir devre arasında ona dönüp "Yapman gereken hiçbir şeyi yapmıyorsun, bir 'nigger' gibi oynuyorsun" dediğinde kendi tabiriyle 'beyazlardan nefret ettiği' zaman dilimine girmişti. Harlem'deki sokak eylemleri, genç Lew'e şunu göstermişti: Harlem halkı, beyazların aşağılamalarına sonsuza dek boyun eğmektense cop yemeyi tercih etmişti. Lew de artık yanlış gördüğü şeyleri konuşmaktan geri durmayacaktı.
1967'de katıldığı iki buluşma, yirmi yaşında attığı cüretkâr adımların yansımasıydı. Biri, Muhammad Ali'nin Vietnam Savaşı'na katılmayı reddetmesi üzerine NFL yıldızı Jim Brown'ın organize ettiği 'Cleveland Buluşması'ydı. Sözü yeniden Papanek'e bırakalım: "Ali, Brown, Bill Russell gibi efsanelerin Ali'nin Vietnam Savaşı'na gitmeyi reddetmesi üzerine tertip ettikleri toplantının katılımcılarından biri de Kareem'di. Şüphesiz hem spor hem de insanlık kahramanlarının arasına dahil edildiği için çok gurur duymuştu. Yirmili yaşlarının başında sportif başarıları -ya da politik aktivizmleri- sayesinde böylesi spor ikonlarının arasında kendine yer bulabilecek çok az Amerikalı sporcu aklıma geliyor. Sonraki yıllarda Tiger Woods ya da belki Kobe Bryant ile LeBron James bu şerefe nail olabilirdi. 1968'den önceyse bu ayrıcalığa erişebilecek tek bir genç sporcu dahi yoktu bana kalırsa."
Kareem, yıllar sonra kaleme aldığı Becoming Kareem: Growing Up On and Off the Court adlı otobiyografisinde o buluşmanın mirasını şöyle açıklıyor: "Orada yer almak ve Ali'nin, manevi inançlarını ve bu uğurda acı çekmeyi göze aldığını anlattığı ifade gücü yüksek savunması, politik olarak daha aktif olma kararımı yeniden canlandırdı." Tüm bunlar Kareem'i şekillendirirken o dönemki aşırı beyaz kamuoyunu da rahatsız etmeye başlamıştı. Birkaç ay sonra Profesör Harry Edwards'ın Afroamerikan sporcuları 1968 Olimpiyat Oyunları'nı boykot etmeye davet ettiği toplantının en yüksek profilli katılımcısı, Lew Alcindor'du:
"Harry Edwards'ın düzenlediği o buluşmayla ilgili içeriden bilgilere sahip değilim elbette. Öte yandan Edwards, 1968 Olimpiyat Oyunları'nı boykot etme fikrine tutkuyla bağlıydı ve Kareem çok göz önünde bir figür olduğundan Edwards için önemliydi. Ben de epey gençtim ve şunu söyleyebilirim ki o yıllarda Amerikan nüfusunun yaklaşık yüzde 85'ine tekabül eden beyaz Amerikalılar boykot fikrine çok sinirlenmişti. Tabii ki boykot katılımcılarının onların gözündeki itibarı da zedelenmişti. Mexico City'de Tommie Smith ve John Carlos'un yumruklarını havaya kaldırıp kürsüde gerçekleştirdikleri 'Black Power' (Siyah Güç) protestosu da beyaz Amerikalıları dehşete düşürdü ve o protestonun mirasıyla Smith ve Carlos zor hayatlar sürdüler."
Smith ve Carlos kadar ikonik bir kare vermese de 1968'i boykot eden Kareem de eleştiri oklarının hedefi olmuştu. UCLA'deki son yılında İslami pratiklere başlasa da dinini değiştirdiğini ve artık Kareem Abdul-Jabbar adını kullanacağını birkaç yıl sonra Milwaukee'de açıkladı. Artık göğüs germesi gereken önyargılar arasında ırkla alakalı olanların yanında dini konular da vardı. Papanek'e göre federal yetkililer de Kareem'i yakından izleyenler arasındaydı:
"1970'lerde 'Black Power' tarzı radikal görülen dini ya da politik hareketlere sempati besleyen sporcu ve ünlülere karşı gerek medyadan gerekse kamuoyundan ciddi bir baskı vardı. FBI (Federal Soruşturma Bürosu) bu grupların liderleri ve katılımcıları hakkında devasa dosyalar tutardı ki o dosyalarda Kareem'in de adının geçtiği aşikâr."
Abdul-Jabbar, 1970'lerde NBA'in en baskın oyuncusuyken parke dışında zor zamanlar geçiriyordu. Sık sık ölüm tehditleri alıyor, yakın arkadaşı ve dini mentoru Hamaass Abdul Khaalis'in akrabalarına ve arkadaşlarına uygulanan infazlar, Kareem'i korkutuyordu. Böylesi bir ötekileştirmenin ortasında medyayla da arasına mesafe koydu Kareem. Sadece atletik yeteneklerinin onu tanımlamasını istememişti, düşüncelerine de önem verilmesini istiyordu. Hal böyleyken, onunla entelektüel bir sohbetin içine girmek istiyorsanız karşınızda farklı bir Kareem görebilirdiniz. Ama imza isteyen bir genç edasıyla ondan tek beklentiniz bir manşetse... Fazlasını beklemeyin. Papanek'ten dinleyelim:
"Zamanla, yalnızca kendisinden faydalanmak için ona yakın davrandığını hissettiği insanlara karşı bir güvensizlik geliştirdi. Profesyonel bir sporcu olduğunda benzer bir bakış açısını spor medyası için benimsedi. Genelde şöyle hissederdi: Zamanını ve güvenini yalnızca onların faydalanacağı, karşılığında kendisinin ya çok az ya da hiçbir şey elde edemeyeceği bir diyalog için feda etmesini bekliyorlardı."
Kareem'in bu mesafeli tavrı, insanların gözündeki imajını da olumsuz yönde etkiledi. Papanek'e göre o günlerde efsanenin üzerine fazla gidildi:
"Sports Illustrated için yazdığım ilk yıllarda yirmili yaşlarımdaydım ve çoğunlukla basına konuşmayı pek sevmeyen oyuncuları konuşturmakta uzmanlaşmıştım. Kareem gibi yıldızlar için her muhabirin yüzlerce soru -ki kabul edelim, birçoğu aptalca olurdu- yöneltmesinin ne kadar zor olduğunu anlamıştım. Medyayla arasına mesafe koyanlar basın tarafından zor ya da kaba gibi sıfatlara layık görülür ve kamuoyuna da böyle servis edilirdi. Bu yüzden de Kareem gibi daha mesafeli figürlerin imajları zedelendi. Ama bana göre bu yersizdi."
Peki Papanek, Kareem'in ona karşı daha içten olmasını nasıl sağladı?
"Kareem beni Belair'daki evine davet ettiğinde müzik koleksiyonundaki birçok eserin bende de olduğunu fark ettim: John Coltrane, Miles Davis, Freddie Hubbard, Chick Corea, Herbie Hancock, Art Blakey, Dizzy Gillespie imzalı albümler. Caz üzerine laflamak, hoşuna gitmişti. Ne acı ki 1980'deki o buluşmamızdan kısa süre sonra evinde bir yangın çıktı ve koleksiyonu kül oldu. Çok üzülmüştü, onu teselli etmek için -ben de dahil- birçok hayranı ve Lakers taraftarı albümler yollamışlardı."
1971'de Bucks'la kazandığı şampiyonluktan dört yıl sonra Lakers'a takas olan Abdul-Jabbar, Melekler Şehri'nde beş şampiyonluk daha kazandı. Ama 1980'lere tekabül eden bu başarılar, hak ettiği takdiri pek görmedi. 1980'ler Magic'in Lakers'ına aitti ve Kareem'in yaptıkları satır aralarına hapsolmuştu. Papanek'in bu konuda farklı görüşleri var:
"1980'lerdeki Lakers takımlarının sadece Magic'in takımları olarak hatırlanması tamamen yanlış. Kareem çoğu sezon muhteşemdi. Fakat Magic'in karakteri, etrafındaki herkesi gölgede bırakıyordu. Kareem basına mesafeli ve daha çekingenken Magic not defteri, kamerası ya da mikrofonu olan herkesle konuşurdu. Magic şüphesiz takımı bir arada tutan katalizördü ama Kareem olmasa o şampiyonlukları kazanamazlardı."
42 yaşına kadar Lakers formasını terleten ve veda sezonunda bile çift haneli skor ortalaması tutturan Abdul-Jabbar'ın son sezonlarındaki istatistiklerine inanmak bazen çok güç. Mesela 38 yaşında 1985 NBA Finalleri MVP'siydi. 1987 Finalleri'nde 21.7 sayı, 7.3 ribaund ve 2.5 blok ortalamaları tuttururken takip eden yıl gelen şampiyonlukta da finaldeki her maça ilk beş başlayıp 30 dakikaya yakın parkede kalırken çift haneli sayı ortalaması yakalamıştı. 41 yaşında! Papanek de bu sayılara şaşırmadan edemiyor:
"Kareem, tarihin en uzun ömürlü sporcusu olabilir. Neredeyse hiç sakatlanmazdı. Yoga, özenli esneme, dikkatli diyet sakatlıklardan uzak kalmasının başlıca sebepleriydi. Muhtemelen genetik ve şansın da payı vardı."
Günümüzün sosyal medyada en sevilen tartışmaları arasında "Kim daha underrated?" ya da "Tarihin en iyisi kim?" gibi sorular var. Papanek, Kareem'i her iki tartışmada da anıyor:
"Kareem hem altı şampiyonluk, altı MVP ödülü, arasında 14 yıl olan iki finaller MVP'si ödülü sığdırdığı aktif basketbol kariyeriyle hem de Ali, Russell gibi spor dışı konulardaki yetkinliğiyle hakkı yeterince teslim edilmeyen, bugünün moda tabiriyle 'underrated' bir figür. Sportif başarılarını, akademik çalışmalarını ve kaleme aldıklarını birlikte hesaba katarsak, Kareem rakipsiz bir karakter."
Hakikaten öyle. 40 yaşında NBA'de durdurulması zor bir oyuncuyken bir yandan iyi bir yüzücü, bisiklet sevdalısı, tenis oynamayı seven, Bruce Lee ile kung-fu çalışmaları yapan bir figürden bahsediyoruz. Yanına kurmaca romanlarını, politik makalelerini ve aktivizmini ekleyin. Ha unutmadan, bir de Flipper's Roller Boogie Palace'ta paten üstünde sergilediği becerilerini:
"Flipper's, 1970'lerin sonu, 1980'lerin başındaki disko çağında Los Angeles'ın havalı ve güzel insanlarının gittiği üst düzey bir kulüptü. Loş ışıkta insanların içkilerini içtiği masalar mevcuttu. Ortada, tekerlekli patenle girebildiğiniz devasa bir dans pisti, tavanda da kocaman, kendi ekseni etrafında dönen disko toplarından vardı. O yıllar, kokain çekmek de bu tür kalabalıklar için çok modaydı (bazı NBA oyuncuları da bu modaya uyardı.) Los Angeles'ın bu 'güzel insanları' aralarında sinema ve spor yıldızlarını görmeye de alışıklardı. Buna rağmen, Kareem aralarındayken istiflerini bozmayıp doğal davranmaya çalışsalar da gözünü ona diken çok kişi olurdu. Patenlerin üzerinde 2,5 metreye yaklaşıyordu, hayatınız boyunca görebileceğiniz en büyük insana dönüşüyordu!"
Kareem'i anlamak, kalıplara sığdırmak gerçekten çok zor.