"Başka bir yol seçtim..."

15 dk

Vedat Milor ile akademiden gastronomiye, futboldan Amerikan sporlarına kadar farklı telllerden çaldık, kırık aynadaki birliktelikleri ve bölünmüşlükleri konuştuk.

Kendisini televizyonlardan ve gazete yazılarından tanıyoruz ama Vedat Milor'un fikirlerini, dünyasını, hayatını biraz daha yakından anlamak için montaj masasında kesilmeyenlere de bakmak gerekiyor. İstanbul'dan Atlanta'yı aradığımızda aklımızda bu vardı. Meraklı ve heyecanlıydık. Karşımızdaki ses ise beklediğimiz gibi nazik ve samimiydi.

Oğuz Atay’ın da yakın arkadaşı olan Can İren’in annenize sizinle ilgili “Bu çocuk başkalarına benzemiyor, farklı bir çocuk” diye yazdığı bir mektuptan bahsetmiştiniz geçmişte. Henüz erken yaşlarda farklı olduğunuzu hissediyor muydunuz?

Annem babamdan ayrılmıştı, bir süre Can İren’le birlikte oldu. Yıllar sonra kendisinin anneme yazdığı mektupları okuyunca fark ettim bunu çünkü ben farklı olduğumu bilmiyordum. Sanırım Can bunu yazdığı sırada ilkokul üçüncü sınıftaydım. O dönem tam tersine herkesle arkadaş olmaya, başkalarına benzemeye çalışıyordum. Ama nedense hiçbir zaman popüler biri olmadım, belki vücut dilimden belki başka bir şeyden dolayı. Bir de şunu hatırlıyorum; Can futbolla ilgiliydi, bir top aldık, bana evin koridorunda nasıl şut atılacağını gösterdi, sağ ayakla topa vururken sol ayağı onun hizasına getirmeyi, dizi germeyi anlattı. Herhâlde ona sızlanmıştım, “Daha iyi futbol oynamak isterim” diye...

Babaannenize ismiyle hitap etmeniz de o farklı çocukluğun eleştirilen bir tarafıymış galiba...

Dedem kendisine “Handan” diye hitap ettiği için ben de öyle çağırırdım. Daha kolaydı babaanne demekten. O dönem etrafça eleştirilmiştim ve “Kime ne?” demiştim. Benim için sevginin ifadesiydi bu, o beni büyütmüştü, anne gibi bir yakınlığı vardı, bunun neden saygısızlık olduğunu anlayamamıştım. Yine de şöyle bir ders çıkardım: Toplumun değerleriyle benim hislerim ve düşüncelerim arasında ciddi uçurum olabiliyor. Toplum dediğimiz olay, genel yargılar ve kanaatler bazen insanı çok yaralıyor.

Yemek zevkinizin gelişmesinde etkileri oldu mu?

Yok, ben çocukken yemeğe düşkün biri değildim. Hatta aşırı seçiciydim, çok az yemek yerdim, zayıftım. Onların bana etkileri farklı oldu. Dedem Tahir Milor çok güçlü prensipleri olan, etik değerleri kuvvetli bir insandı ve bana çok şey kattı. 1900 doğumludur, 1914’te savaş zamanı Almanya’ya yollanmış, 1926’da ise tarım yüksek mühendisi olarak geri gelmişti. Bana verdiği ilk kitap Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ydi, Finlandiya gelişme modelini anlatan meşhur Grigory Petrov kitabı. Babaannem de iyi kalpli bir insandı, herkese yardım ederdi. Dedem Alman disiplininden geldiği için sade, mütevazı bir insandı. Çok başarılı ve zengin bir iş adamı olduğunu, bayağı malı mülkü olduğunu sonraları anladım. Belki de hiç bilmemem çok daha iyi oldu, öğrenseydim büyük hayal kırıklığına uğrayabilirdim zira rahmetli babam hepsini bitirmişti. O mirası bilseydim belki farklı bir beklentim olacaktı. Bilmediğim için ayaklarımın üzerinde durmayı öğrendim.

Galatasaray gibi lisede eğitim görmek, o farklı çocuğu ne yönde geliştirdi?

Galatasaray’a ben orta ikide geçtim ve başta kötü etkilendim; çünkü ilk gittiğimde herkes benimle dalga geçmeye başladı. Bir ölçüde belki dışarıdan geldiğim için, belki aşırı terbiyeli davranışlarımdan veya görünüşümden dolayı... Bilemiyorum. Oysa herkesle iyi geçinmeye çalışıyordum. Portakal suyunu çok severdim ve pazartesileri okula giderken babaannem yanıma bir şişe portakal suyu verirdi. Fakat başkaları da istediği için bir türlü içemiyordum. Babannem onlar için de yapmaya, ben de yanımda dört şişe taşımaya başladım. Yine de herkese yetmiyordu ve içemeyen bir-iki çocuk beni hırpalamıştı.

Kurtuluşum, spor oldu. İyi pinpon oynadığım için bir anda okul takımına seçildim. Galatasaray’da ağabeylik önemlidir, oradaki büyükler beni yaşıtlarıma karşı korudular. Ama dediğim gibi, ilk başta çok hırçın bir atmosfer gördüm. Handan olayı paradigmatik bir değişimdi benim için. İkincisi de buydu: Çocuklar daha iyi hissetmek için senin en zayıf tarafınla dalga geçiyorlar, böylece daha güçlü hissediyorlar ve zayıflık gösterirsen daha da üstüne geliyorlar. Orta iki o yüzden benim için kötü bir seneydi. Dedem ölmüştü, babaannem hastaydı, babam ortada yok, annemin sorunları var, okulda sıkıntılar yaşıyorum. Ama iyi pinpon oynamak ve dereceler almak kurtardı beni. Sonra da arkadaşlar edindim ve her şey güzelleşti. Yine de orta ikideki şokun izleri, bugüne kadar sürer.

Futbolla alakanız nasıldı? Bir başka Galatasaray Lisesi mezunu Reha Erdem ile konuştuğumuzda Grand Cour’daki maçların önemini anlatmıştı bize...

Evet, ben de Grand Cour’da maç yaptım ama bir sorun vardı; ilgi ve sevgiyle kabiliyet arasındaki derin uçurum. Futbolu hep çok sevdim fakat hiçbir zaman özel bir kabiliyetim olmadı. Bir tek kalede iyiydim. Orada da bir iki defa yüzüme tekme aldım ve korktum. Zaten korkak biri olarak gösterebilirim kendimi. Mesela çocuklar yüksek duvarlardan atlar, ayaklarını kırar ama en azından bir dener. Ben hep temkinli oldum. Kalede mahalle takımına girerdim, pozisyon alırdım. Korktum, “Forvet oynayacağım” dedim. Ama vasattım. Diğer yandan kaleciliğe devam etmemekle de iyi ettim. Hele o yaşta forvetle bire bir kaldınız diyelim; siz onun ayağına yatacaksınız, adam sizin üzerinizden atlamıyor, kafanıza güm diye geçiriyor. Hâlâ görüyorum bazı forvetlerin bunu yaptığını... Allah kolaylık versin kalecilere. Bazıları Volkan Demirel’e kızıyor ama hakikaten anlayabiliyorum biraz onu. Forvetler Allah yaratmış demiyor. Bir kere parmağım kırıldı, bir kere kafam yarıldı...

Maçları takip eder miydiniz? Kahramanlarınız var mıydı?

Babamla giderdik maçlara. Radyodan da takip ederdim. Metin Oktay inanılmaz biriydi. Bir de Can Bartu’yu hayranlıkla takip ederdim. Babannemin kardeşi Pendik’te otururdu, Can Bartu onların komşusuydu. Bir keresinde onu denize girerken görmüştüm. Yakından gördüğümde çok heyecanlanmış, konuşamamıştım ama o bir şeyler söylemişti. Çok mutlu etmişti beni.

Ben hiçbir zaman futbolu ya da futbol seyircisini küçük görmedim. Klasik ‘aydın bakışı’na katılmıyorum. Aslında sizinle röportaj için sözleştikten sonra çok sevdiğim bir kitabı yeniden okumaya karar verdim. Bana göre on kere Nobel’i alması gereken bir yazar, Tim Parks... İtalya’da yaşayan bir İngiliz. Bahsettiğim kitabı A Season With Verona, Hellas Verona üzerine kaleme aldığı bir eser. Eserin alt başlığı da “Travels Around Italy in Search of Illusion, National Character ... and Goals!” Otobüsle takımın bütün maçlarına gitmiş ve ortaya çok derin bir kitap çıkarmış.

Özellikle milli karakter meselesi mühim. Her ülke; çatlakları, bölünmeleri, birliktelikleri, ayrılıkları olan kırık bir ayna gibi. Futbol işte bu kırık aynayı insana gösteriyor. Tim Parks, sosyolojideki adıyla ‘participant observation’ metodunu uygulamış. Yani hem bir şeye katılıp o heyecanı yaşamış hem de gözlemci olarak bulunmuş. Futbol bu açıdan enteresandır. Ama şimdi böyle konuşuyorum da futbolla ilgilendiğim ilk zamanlarda sadece katılımcıydım, sonra gözlemci oldum. Sosyoloji okuduktan sonra farklı gözle bakmaya başladım. Yine de hayatta böyle bir kitap yazamam.

Taraftar yönünüzle insanların en ciddi şekilde tanıştığı an, geçen yıl evinizde kokoreç pişirirken yaptığınız bir konuşmaydı. Üç yıldızlı tişörtünüzü gösterip “Bunu neden giyiyorum? Çünkü geçmiş zamandan kalan hatıralar var” diyor, sonra da “Bu sene biz bu yönetimle inşallah kümede kalacağız” diye kinayeli bir eleştiri yapıyordunuz. Yönetim kısmından önce hatıraları sormakistiyorum. Galatasaray deyince neler canlanıyor zihninizde?

İlk hatıram, Metin Oktay’ın radyodan dinlediğim golleri. Esas kümülatif bir sevgi olayı var. Mesela babamla çocukken çok beraber olmazdık ama beni maça götürürdü ve babamla yakınlaşabilmek, ailecek bir şey yapabilmek, o anların verdiği sevgi, tatmin duygusu unutulmazdı. Aynı şekilde, yenilmenin güzelliği de vardı çünkü her zaman şampiyon olamazsınız. Teniste de pinponda da bu böyledir. Her zaman kazanamazsınız ama elinizden gelenin en iyisini yapmalısınız. Dolayısıyla futbol bana hep aile olma duygusunu, ortak paylaşılan bir üzüntüyü ve sevinci hissettirmiştir. Sartre, “Cehennem başkalarıdır” der ama bazen de cennet başkalarıdır. Bir sevgiyi ve üzüntüyü ortak paylaşmak da hoş bir şeydir.

Yenilgiyi paylaşmak eskiden güzeldi ama son yıllarda kötü bir şey oluşmaya başladı ülkemizde, o da insanların kan görme isteği. Mecazi olarak kan görmek istiyorlar. Hata yapanları öldürmediğimiz kalıyor bir. Aslında yenilgiler fırsattır. Analiz eder, daha iyi olmak için çabalarsınız. En azından pinponda öyleydi. Nasıl daha iyi servis atarım diye kafa patlatır, zayıf taraflarımın farkına varırdım. Fakat son yıllardaki aşırı düşmanlık beni rahatsız ediyor. O da milli karakter işte. Ülkedeki polarizasyonun yansımalarını futbolda görüyoruz. 22 yaşındayken derbi günü Dursun Bey'e baktığımda gerektiği yerde "Hayır" diyebilecek, güçlü bir karakter görmedim. Galatasaray tişörtüyle Fenerbahçe koyuna gitmiştim. Bakanlar oldu, karşılıklı gülüştük. Şimdi aynısını yapsam belki “Vedat Abi'yi dövmeyelim” diyenler olur ama tanımasalar linç edilirim.

Peki sizce son yıllarda kulüpte neler değişti? Özellikle yönetimsel anlamda nasıl hatalar yapıldı?

Bir adım geriye atalım isterseniz... Türkiye’de kulüplerin statüsü deve kuşu gibi, yani ne kuş ne de deve. Ne özel mülkiyet ne de gerçekten kooperatif. Aşırı bulanık bir durum var. Söylediğim her şeyi ispat edemem ama yönetimle ilgili şunu gördüm. Yönetim, benim rahmetli pederin yaptığı gibi, Galatasaray’ın malını mülkünü sattı. Bunun karşılığında neler alındı bilmiyoruz, zira saydamlık yok. Dursun Bey'e (Özbek) baktığımda gerektiğinde “Hayır” diyebilecek, güçlü bir karakter görmedim. Benim gördüğüm, seneyi kurtarmak için yapılan garip bir transfer politikasıydı.

Doğru olan neydi peki? Taraftara anlatacaktınız; “Biz üç sene, Beşiktaş gibi, şampiyonluğu hedeflemeyeceğiz ve elimizden gelenin en iyisini yapacağız” diyecektiniz. Nihayetinde ille de şampiyonluğa oynayacağız diye bir şey yok. Gençleşelim, altıncı olmaya çalışalım, adım adım gelelim. Bence bu şekilde kulüp daha sağlam bir temele otururdu. Şimdi oyuncular fire vermeye başlarsa, sermaye de gitti, ne yapılacak? Şu da var ki tribünlere oynama politikası Dursun Bey’le değil, Ünal Aysal’la başladı. Elbette Didier Drogba’nın gelmesi iyi oldu ama orada tamamen kulübü yönetmeyi değil, tribünlere oynamayı gördüm. Aysal da evet, büyük projeler peşindeydi, kafası karışıktı, yönetim içinde bin tane ayrılık vardı ama en azından malları satmadı.

Galatasaray’da son yıllarda özellikle taraftarın liseye yönelik tepkisi olduğunu görüyoruz. Siz bir mektepli olarak nasıl bakıyorsunuz bu duruma?

Tabii Galatasaray’ın seçimlerinde çok güçlü bir insanın etkisi var. O birini desteklediği zaman da “Falanca abimiz istedi” deniyor, iş bitiyor. Taraftar buna tepki göstermekte son derece haklı. Empoze edilmiş kararlarla kulüp yönetirseniz bu kadar olur. Şu anda sezon bitmedi ama ben ümitli değilim. İnşallah haksız çıkarım ve “Vedat Milor haksız çıktı” diye yazarlar.

Estetik Bir Mesele

Büyük zekâlar, bir konuya bakarken sadece karşıt olmazlar. Mesela bazı insanlar vardır; sen “Kara” dersin, onlar “Ak” diye diretir ama büyük zekâlar bir konuyu ele alırken öyle bir 'twist' bulur, öyle bir nüans yakalar ki bunlar başka kimsenin aklına bile gelmez. Böyle eserlerden hem çok şey öğrenirsiniz hem de bu düzeye varmanın imkânsızlığını fark edersiniz.

Tim Parks’ın kitapları, Hirschman’ın fikirleri, Maradona’nın futbolu ya da Federer’in tenisi gibi şeyler yüz yılda bir çıkabiliyor. O yüzden, futbol seyrederken çok üst düzey bir şey gördüğünüzde sadece eğlenceye ya da zevke bakmazsınız. Aynı zamanda estetik bir mesele bu. Messi’nin futbolunu izlerken bazen bir tabloya baktığınızı hissediyorsunuz. Veya Alex’i, Hagi’yi, Sergen’i seyrederken... Tabii her maç böyle değil. Oyun bazen dejenere bir şeye de dönüşebiliyor; son Galatasaray-Fenerbahçe maçı gibi, 0-0, rezalet bir şey. Yine de her zaman bir potansiyel var.

Mustafa Cengiz’in seçilmesi...

Benim için de sürprizdi. Yani orada camia bence önemli bir adım attı. Bunları söylerken Mustafa Cengiz’i tanımadığımı da belirteyim. Burada bir eleştiri daha gerek; camiadaki güçlü insanlar aday olmuyor, çekindikleri için. Tabii bunun anlaşılır bir tarafı var, kolay bir şey değil aday olmak. Sonuç olarak Dursun Bey de bir boşluktan çıktı, onu eleştirirken işin bu tarafını vurgulamak lazım. Camiada bilinen, daha güçlü kimseler aday olsaydı daha güçlü bir yönetim kurulabilirdi. Bunun temelindeki neden de kulüplerin yapısında yatıyor. Yönetimi kim seçiyor? Kongre seçiyor. Kongre üyesi olabilmek için galiba iki üyenin sizi önermesi gerek, herkes üye olamıyor. Seçici kitle çok dar. Bunu genişletmek lazım. Daha yeni, daha dinamik, daha genç kitlelerin işe girmesi şart. Bir anlamda kulüplerin oligarşik yapısı var. Hiç kimse neler olup bittiğini, kaç para borç olduğunu, ekonomik durumu bilmiyor. Kişisel hesaplarla kulüp hesapları karışıyor; idare tümüyle keyfiyete, kişiye kalan bir duruma dönüşüyor.

Fenerbahçeli taraftarlar, “Bir Galatasaraylı olarak bu seçimden mutlu ayrıldık. Umarım Aziz Yıldırım da aday olur ve seçilir” mesajınızdaki imayı kaçırdı ve size tepki gösterdi. Sosyal medyanın bu yanına alışabildiniz mi?

Alışamadım. Hakikaten ben Koç Ailesi'nden birinin Fenerbahçe’ye çağ atlatacağını düşünüyorum. Fenerbahçe için iyi olduğu gibi, belki diğerlerini de yukarıya çeker. Fakat evet, sosyal medyadaki bu tona alışamadım, biraz naif kalıyor olabilirim.

Peşinden yaptığınız açıklamada Vehbi Koç ile sohbetlerinizden bahsettiniz. Yakın mıydınız kendisiyle?

Bir dönem anneannem ve annemle birlikte Yeniköy’de yaşadım. Vehbi Bey ile yan yana bloklardaydık, kendisinin evine sık sık giderdim. İki tane çok güzel anım var kendisiyle. Bir tanesi, bir gün onlarda otururken Vehbi Bey şapkasıyla girdi içeri. Aynı İsmet İnönü’ye benziyordu. Ona ilettim, “Bu hayatta duyduğum en büyük iltifatlardan” dedi. Cumhuriyetin kurucularına olan sevgisi, saygısı üst düzeydi, tarih bilinci çok yüksekti. Bir kere de CEO’larıyla bir toplantısına çağırmıştı beni. Şunu fark ettim; Vehbi Bey çok iyi dinleyen, gözlemleyen biriydi, harika sentez yapar, az ama öz konuşurdu. Ben solcu olduğumdan politika da konuşurduk. Bir gün “Mehmet Barlas bana gelecek, sen de gelsene” demişti. Mehmet Bey o dönem Cumhuriyet’te yazardı, solcuydu. Vehbi Bey, “O solculuktan vazgeçmiş, gel, gör, sen de vazgeç” demişti bana ama Mehmet Bey de daha henüz bu zamanki kadar sağa kaymamıştı. Genel olarak ben kapitalizmi eleştirirken Vehbi Bey’in dinlemesi, gülmesi, hoşgörüsü harika bir şeydi. O benim işletme okumamı istese de sosyolojiyi seçtim.

İnsanlar elbette sizi en çok televizyon sayesinde tanıdı ama öz geçmişiniz de bir dönem internette çok ünlüydü. Galatasaray sonrası dünya çapında büyük prestijli okullarda okudunuz. Neden akademiye devam etmediniz?

Çok basit bir sebepten; doktora tezim ödül aldı ama yayınlatamadım. 1990’da Wisconsin Üniversitesi'nin yayıneviyle anlaşmam vardı, son anda yayınlama aşamasında vazgeçtiler. Kariyer değiştirdim, hukuk okudum, Stanford’a gittim.

Ondan sonra yeniden üniversitede buldum kendimi, eşim Georgia Tech’ten teklif aldı. Bana da “Tekrar üniversiteye girer misin?” dedi. Sosyoloji ve iktisat geçmişim vardı, Georgia Tech’te kendime en yakın kamu yönetimini buldum fakat çok mutsuz oldum. Önceki okullarımda tartıştığımız konular farklıydı. Kamu yönetimi dar bir bakış açısına sahipti ve hiç ilgimi çekmiyordu. Daha sonra Koç Üniversitesi’nde daha entelektüel bir ortamla karşılaştım. Orada ders verirken gazetede yazma olayı çıktı. Sonra televizyonda program yapmaya başlayınca da istifa ettim.

Yabancı bir sosyoloji dergisi için kaleme aldığınız yazıda ‘outsider’ olmanın, biraz dışarıdan bakmanın size getirdiği bazı faydalardan bahsediyorsunuz. Neler onlar?

Marksist diyebileceğimiz sosyolog Georg Lukacs, outsider olmanın, dışarıdan Visconti, varlıklı aileden gelen bir marksistti. Bu sayede başkalarının göremediğini görmüştü. bakmanın faydalarından söz eder. Ama iş hayatında ya da akademide böyle olduğunuzda, çalıştığınız insanlarla aynı dili konuşmadığınızda mutsuz oluyorsunuz, orası kesin. Benim kullanımım daha çok toplumdaki duruşumla alakalı olabilir. Mesela İtalyan yönetmen Luchino Visconti çok varlıklı bir adamdır ama gençliğinde marksist olmuştur ve bu sayede başkalarının göremediğini görmüştür. Ancak üniversitede outsider olduğunuzda bir noktada ‘out’ oluyorsunuz (Gülüyor). Halbuki gastronomide çok fazla kişiyle temas edip bağlantı kurabildim. İnsan ne kadar dışarıdan bakmayı sevse bile bağlantılı olmayı da arzuluyor. Gastronomi bana bunu getirdi.

Programda farklı kesimlerle kurduğunuz sıcak ve samimi muhabbet kimilerini şaşırttı. Bunun garipsenmesini nasıl karşılıyorsunuz?

Onun neden şaşkınlık yarattığını gerçekten anlamıyorum. Bana çok doğal geliyor çünkü hayatta zorlayarak hiçbir şey yapmadım. İçimden nasıl gelirse öyle davranırım. Lakin bahsettiğiniz şeyden kendime alabileceğim kredi şu: Üniversite hocasıyken öğrencinin iyi taraflarını görmeye çalışır, onu öne çıkarmak istersiniz çünkü hiç kimse mükemmel değildir. Belki de benim hünerim, hocalıktan da gelen o özelliktir. Mesela Hindistan ve Çin’e gitmiş biriyle konuştum, oraları nasıl bulduğunu sordum, “Aman ne pis insanlar, yemekler ne kötü kokuyor, rezalet” dedi. Bir anda bütün dünyanın değer verdiği bir mutfağı yerin dibine soktu adam. O yolu izlemek istemedim ben. Başka bir yolu seçtim. Başka sorular sordum. Ortak nokta aradım, ilgi alanı buldum. Daha sevdiğim tarafları öne çıkardım. Bunu hoca olarak da yapmaya mecbursunuz, insan olarak da... Tabii ben kimsenin 10 dakika içinde ön yargılarını kıramam ama bir ortak nokta arayabilirim. Max Weber sosyal tabakalaşmayı üçe ayırır; statü, gelir ve ideoloji olarak. Bence şu an gelir düzeyi ile sınıf kesinlikle çakışmıyor bizde. Dolayısıyla ben de halktan çok şey öğrendim, çok bilge insanlar tanıdım. Bunları belirtirken yalan bir alçak gönüllülük yapmıyorum, gerçekten çok şey öğrendim. Bunların çok azı programa girdi, çok güzel sohbetler montaj masasında kaldı.

"Seni kimse okumaz"

Ben gazetede yazmak istediğim zaman Mehmet Ali Birand ile görüşmüştüm, dayımın liseden arkadaşıydı. Birand da “Sizin aileden ne köy olur ne kasaba” demeye getirdi. “Siz entelektüel insanlarsınız, küçük bir kesime hitap edebilirsiniz ama gazetede yazmak başka bir şeydir, seni kimse okumaz” demişti.

Bir yazınızda akademide beraber çalışma fırsatı da bulduğunuz Albert O. Hirschman’dan bahsediyor ve yemekle de bağlantı kurarak “Disiplinlerarası olmak genelde tepki alır ama mutfakta da akademide de füzyon kimi zaman çok büyük sonuçlar getirir” diyorsunuz. Disiplinlerarası olmak size neler kattı?

Disiplinlerarası olmak akademide gördüğüm kadarıyla ancak çok büyük okullarda olabiliyor. Dış dünyaya açık olmalı. Bazen Fransız lokantalarını paylaşıyorum, "Özenti" gibi yorumlar geliyor. Maalesef. Orada bile bir direniş var. Hirschman bence 20. yüzyılın en büyük beyinlerinden ama iktisatta hiçbir zaman Nobel alamadı. Bir sene seminerlere geldi bizde, çok az konuşan ama konuştuğu zaman söylediği her şeyi not almanız gereken biriydi. Ben de bir seminer vermiştim onun önünde. Ellerim titredi ama heyecandan, o zamanlar böyle titremiyordu ellerim. Çünkü ne söylerseniz söyleyin, onun Hirschman için çok ilginç olmadığını biliyorsunuz.

Yemekte de bu var. Hiçbir şey pür değil, her şey bir yerden geliyor ama gördüğüm kadarıyla büyük şefler dünyaya çok açıklar. İzliyorlar, görüyorlar, başka lokantalarda yiyorlar, bir şey kapıyorlar. Füzyon demiyorlar ama aldıklarını kendi potalarında eritiyorlar. Hirschman’ın eserleri de öyleydi, okuyun her kitabını, farklı bir stili olduğunu görürsünüz. Ama bizde bu da tepki çekiyor. Kimi zaman Fransız lokantalarını Instagram’a koyuyorum, “Fransız özentisi, çakma...” gibi yorumlar alıyorum. Maalesef.

Dış dünyaya açık biri olarak ABD’de ilk okumaya başladığınızda Amerikan sporlarıyla nasıl bir ilişki kurmuştunuz?

Beyzbolu anlayamadım. Aslında çok istatistiki bir spor. Wisconsin’de tezimi yayınlatmayan akademisyen vardı, o beyzbol uzmanıydı. Görüşmede beyzbol sevmediğimi söyledim, o da “İstatistiki kafan yok demek ki” diye eleştirdi. Öte yandan Amerikan futbolunu çok sevdim. O da tesadüfi bir sebepten...

Şimdi, ABD’ye giden bir öğrencinin aklında ilk ne vardır? Gece hayatı. Kız arkadaşlarım futbol meraklısıydı, bana da kuralları anlattılar. Onu da pek oynayamıyordum tabii, fizik olarak dezavantajlıydım. Gerçi benim boyumda, kilomda oyuncular da vardı, wide receiver olarak görev yapıyorlardı. Mesela San Francisco 49ers’ın başarılı yıllarında Freddie Solomon vardı, orta boylu ve biraz zayıftı fakat inanılmaz bir oyuncuydu. Aşırı çevik olursanız, çok iyi zıplarsanız, ufak tefek olsanız bile bu işi yapabiliyorsunuz.

Ben oynayamadan da bu oyunu çok sevdim. Zira Amerikan futbolunda çok farklı stratejiler, taktikler var. Örneğin bu seneki Philadelphia Eagles-New England Patriots finali çok zevkliydi. Ben Eagles’ı tutuyordum çünkü geçen sene desteklediğim Atlanta Falcons, Patriots’a 25 sayı öne geçtiği maçı kaybetmişti. Biraz da kendilerine güvensizlikten kaybettiler, fazla savunmaya odaklandılar, yazık oldu. Bu sene ise Eagles’la sevindik.

Geçenlerde Hürriyet’e yazdığınız bir yazıda, “Burjuva devrimini tamamlamamış ve henüz kültürel anlamda kentlileşmemiş bir ülkede sosyetik lokantalar hem sofistike ve çağdaş görünmek hem de sushi sonrası yoğurtlu kebap sunmak zorunda” şeklinde bir toplumsal eleştiri yapmıştınız. Futbolla ya da sporla ilişkisine baktığınızda nasıl bir Türkiye görüyorsunuz?

Genel norm, gerek lokantalarda gerekse futbolda vasat. Bilhassa lokantalarda genel zevk düzeyi vasatın altında. O yüzden de yemek yazarlarından da vasat olmaları bekleniyor. Baştan savmalık her yeri sarmış vaziyette. Futbolda ise pazar kurallarının işlemesi biraz fark yaratıyor. Lokantaların kendilerini daha iyi yapmak için bir sebepleri yok çünkü ortada bir rekabet. yok. İnsanların bildiği o kadar. Ama futbolda Barcelona nasıl oynuyor, iyi futbolcu nedir, kötü nedir? Herkes bunları görebiliyor. Yani, futbol bu anlamda daha sağlıklı. Mesela Luis Rodriguez Fernandez diye ikinci sınıf bir oyuncu getirseniz onun ikinci sınıf olduğunu anında fark eder insanlar. Oradaki sorun, futbolu destekleyen kurumların ve altyapıların zayıf olması. Mesela basın-yayın... İnsanlar yabancı lisanlara çok hâkim olmadıkları için iyi eleştirmen nedir, pek bilmiyor. Çünkü herkes New York Times ya da The Guardian’ı okumuyor. Dolayısıyla medyada bir-iki istisna dışında çok kötü bir seviye var. İyi olanlar da popülerlik kazanmak için olduklarından kötü işler yapıyorlar. Sansasyon peşinde koşarken vasatlığı, kan isteğini körüklüyorlar. Aynı şeyler temcit pilavı gibi tekrarlanıyor, gereksiz polemikler yaratılıyor...

Mesela üç büyük takıma bakın şu an, üç tane çok değerli yerli antrenör var başlarında. Üçünün de ortak özelliği ne? Bu ülkeyi ve medyayı çok iyi bilmeleri. Yabancılar aynı performansı sergileyemiyor. Lokantalarda da insanlar dışarıyı daha az takip edebildiği için keratalar kurtarıyor işi. Ver Hindistan’a ithal edilen, en adi, kauçuk gibi kalamarları, yesin müşteriler. Aynı şekilde eti de suyu kalmayana kadar, lezzeti gidene kadar pişiriyorlar. Baştan savmalık ve vasatlık bizi bu hâle getiriyor. Lokantalarda da televizyonlarda da maçlarda da...

Socrates Dergi