
Başka Çağ
20 dk
1970'ler tenisi, kendine has yıldızlarıyla kendine has bir dünyaydı. Işıltılı dönemi en yakından yaşamış Bedri Baykam ve Ali Göreç, hayatlarını değiştiren günleri anlatıyor.
Tenis kortlarında tanışıp elli seneyi aşkın süredir birbirinden kopmamış iki eski arkadaşla, yetmişli yılların tenis atmosferini konuşmak üzere buluştuk. Björn Borg, Ilie Nastase, İstanbul Enternasyonal Tenis Turnuvası ve niceleri… Gözleri parlayarak, kâh gülüp kâh duygulanarak sohbete başladılar. Sanatçı kimliğinin yanında dönemin iyi tenisçilerinden olan Bedri Baykam ve o günlerden bu yana spordan kopmamış milli antrenör Ali Göreç'in yardımlarıyla zaman makinesine biniyoruz…
Geçmişte yaptığımız sohbetlerde yetmişli yıllara dönmüş, aranızdaki Björn Borg-John McEnroe rekabetini az da olsa dinleme fırsatı bulmuştum. İkinizi bir arada yakalamışken bunu hatırlatarak başlamak isterim…
Ali Göreç: Bedri'nin Björn Borg'u tutması mümkün değildi çünkü sosyal ve duygusal anlamda rakibiydi Borg. Dolayısıyla ister istemez McEnroe tarafına kaydı.
Bedri Baykam: Borg ile 1973 yılında İskandinavya Açık Turnuvası'nı oynarken tanıştım. Aramızda bir iletişim vardı. Ancak Ali'nin de dediği gibi aramızda paylaşılamayan çok güzel bir kız da vardı. Dönemin İsveç şampiyonu Helena Anliot… Hem insani hem de ilkel bir duygu bu; yenilmesini isterdim Borg'un. Bir yandan da çok hayrandım.
AG: Zaten oyun tarzı bakımından Bedri, Borg'a daha yakındır. Ben temelde daha çok McEnroe'ya benzerim. Nedense öyle olmuştur.
BB: Forehand vuruşumu Borg'dan adapte ederek değiştirdim. Türkiye'ye forehand topspin vuruşu ithal ettim. Şok geçiriyordu insanlar topun kaç metre havadan gittiğini görünce.
AG: Bedri Fransa'da ben de Almanya'da okuyorduk o dönem. Telefonda iddialaşıyorduk ve yazın Dağcılık'ta (Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü) buluşuyorduk. Kim kazanacak da kime ne kadar Coca Cola ısmarlayacak diye konuşurduk hep. Kola delisiydik; kırk tanesine falan, büyük iddialara giriyorduk. Bazen o bazen ben kazanıyorduk. Aslında bir araya gelmenin heyecanı ve keyfi bambaşkaydı. Çok güzel yıllardı yetmişler…
Şimdilerde tenisi günbegün takip etmek için aşağı yukarı her imkâna sahibiz. Televizyon kanalları, dijital platformlar, sosyal medya ve fazlası… Yetmişli yıllarda bu sporcuları nasıl takip eder, nasıl ilgi üretirdiniz?
AG: Televizyon… Orada da sadece Wimbledon vardı. Türkiye'de Wimbledon'ı TRT verirdi, başka da bir şey vermezdi.
BB: Yetmişlerde veriyor muydu emin değilim…
AG: Veriyordu ama sadece finali veriyordu. Sen Fransa'da ben Almanya'da seyrediyorduk genelde, oralardaki televizyonlar zaten yayımlardı. Ağırlıklı olarak yurtdışında olduğumuz için ilgi üretme işini rahat yaptık. Bedri'nin anlattığı gibi, onlar Borg'la aynı turnuvayı oynadı. Ben onu defalarca çıplak gözle izledim. Oralarda tenis kültürünü yaşamak Türkiye'ye nazaran daha kolaydı. Bir de tabii sektörün içine giriyorduk. Tenis benim mesleğime dönüşüyordu, Bedri hem liglerde hem profesyonel turnuvalarda oynuyordu. Birebir içindeydik sporun.
BB: Şu ânın gençlerinin yaşadığı kolaylık bizim zamanımızda yoktu. Artık dört büyük turnuvanın neredeyse her önemli maçını izliyoruz Türkiye'de. ATP'nin, WTA'in özel platformları var. ITF, Challenger turnuvalarını internet üzerinden takip edebiliyoruz. Ali'nin hocalık yaptığı genç oyuncuların maçlarını uzaktan izlemesi bile mümkün. O dönem dijital dünya patlaması yoktu. Kısıtlı bir televizyon devrindeydik. Neyse ki Ali'nin dediği gibi büyük isimleri canlı izleme şansı bulduk. Roland Garros, Wimbledon gibi turnuvalar dışında çok kaliteli yan organizasyonlar olurdu. İkincil, üçüncül seviye turnuvalar… Gerek oynadığımızda gerek izlediğimizde büyük keyif alırdık. Çok da eğitici olurdu değil mi?
AG: Kesinlikle. Biz Türkiye'ye tenis kültürü bugünkü gibi gelmeden evvel dışarıdaki tenise entegre olmayı başarmıştık. En büyük şansımız oydu.

Bedri Baykam ve Ali Göreç
O günü ve şimdiyi mukayese ettiğinizde başka nasıl farklar görüyorsunuz?
AG: Hiç şüphesiz ki dönemler çok değişti. Mesela Borg kariyerinde 80 milyon dolar gibi bir para kazanmış. Tenisi 26 yaşında bıraktığında, turnuvalar ve sponsorluklardan kazandığı toplam servet buymuş. Şimdi Roger Federer o parayı tek senede kazanıyor. Çok farklı bir çağdan bahsediyoruz. O zamanlar ise spor kültürü farklıydı. Sahada rekabet, saha dışında arkadaşlık daha ön plandaydı. Bence yetmişlerle beraber profesyonel yaklaşım hayatımıza girmeye başladı. Geçmişte sporla daha direkt bir bağlantı var. Şimdi para çok ön planda.
BB: 1970'lerin başında teniste büyük bir Avustralya egemenliği vardı ve bunu biraz Amerikalı oyuncular zorlardı. Avustralya, Amerika ve sonra da dünyanın geri kalan kısmı gelirdi.
AG: O zaman tenis ağırlıklı olarak çimde oynanırdı ve bu da Avustralyalı oyuncuların çok iyi yaptığı bir şeydi. ABD tarafında da sert kortlar vardı. Avrupa ve Güney Amerika'nın teniste yükselmesi toprak kortun yayılmasıyla oldu. Bir de zamanında Avrupa'da oynanan turnuvaların sayısı Avustralya ve Amerika'dan çok daha azdı. Dolayısıyla senin de dediğin gibi uzun süre Avustralya egemenliğinde geçti tenis.
BB: Hangi oyuncular bunu kırdı? Jan Kodes, Zeljko Franulovic, Nastase… Nastase Roland Garros'u kazandı, Franulovic finalde kaybetti. Jan Kodes hem Fransa'da hem Wimbledon'da kazandı. Sonra da zaten 1973'ten itibaren Björn Borg çıktı. Çok genç yaşta Onny Parun, Jan Kodes gibi kariyerli oyuncuları yendi. Bizi epey şaşırtmıştı bu. Ondan başlayarak başka ülkelere özgüven geldi. Mesela Arjantin'den Guillermo Vilas çıktı. İspanyol Manuel Orantes toprakta çok iyiydi. Bunlar Avustralya egemenliğine meydan okuyan oyuncular oldular. 1976'dan itibaren Borg hegemonyası başladı. Üç yıl üst üste Wimbledon ve Roland Garros'u beraber aldı. Halbuki ilk finalini Nastase'yle oynadığında insanlar ona, "Toprak saha oyuncusu, Wimbledon'da varlık gösteremez" diyordu. Finale çıkmasını tesadüf görmüşlerdi ama Nastase'yi 3-0 yendi.
Ve bunu geri çizgi tenisi oynayarak, "Çim kortta fileye gidilir" kabulünü değiştirerek yaptı değil mi? Zaten o dönem Björn Borg'un yanında Chris Evert ve Jimmy Connors gibi yüksek profilli başka geri çizgi oyuncuları da doğuyor…
AG: İnanılmaz bir şey. Avustralyalıların çim kort stratejisi topu mümkün olduğu kadar yere bırakmamaktır. Servis at fileye git, return'e chip yap fileye git… Her şey filede olup bitiyordu. Zira çimde top sektikten sonra yükselmez, oyunun koşu hızı çok artardı. Kimse o toplara yetişemez diye düşünülürdü ama Borg'un ayakları inanılmazdı. Diğer en iyi oyuncuların ayak oyunlarından en az bir ya da iki klasman öndeydi. Ve Wimbledon'ı iki-üç defa geriden oynayarak kazandı. Sonra o da fileye çıkmaya başladı. Vole onun silahı değildi fakat enteresan şekilde kötü voleler çimde daha da etkili olur. Bir top kısa düşerse yerden daha az kalkar. Borg da fileye gidip kötü volelerle kazanmaya başladı Wimbledon'ı. Çok şaşırıyorduk, "Nasıl olur?" diyorduk. "Çimde geride oynanmaz, bunu nasıl yapıyor?" diye sorduğumuz olmuştu gerçi. Tüm geçerli stratejilere bir antitez oluşturuyordu.
BB: Geri çizgi tenisi konusuna dönersek, Borg ve Chris Evert bu dönüşümde büyük pay sahipleri oldular.
AG: İnsanlar genelde topspin'i Borg'un keşfettiğini düşünür ama 1920'lerde bile topspin vuruluyordu. Teniste çok enteresan bir sirkülasyon var. Mesela Borg'un oyunu için "Artık kimse buna bir şey yapamaz" denirken, McEnroe çıkıp hücumla yok etti…
BB: Yok etti demeyelim de dengeledi diyelim.
AG: Tabii tabii, daha makul. Sonuç olarak her silah bir karşı silah oluşturur. Çok iyi bir geri çizgi savunmacısı geliyor, savunmanın kalitesi yükseliyor. Teniste strateji dediğin de dörtten fazla değildir. Kortun geometrisi, sistemi ancak belli şeyleri mümkün kılar. Fakat enteresan olan şey; savunma oyunu çok iyi olunca, eskiden daha iyi bir hücum oyununun gelişmesini sağlıyor. O hücum oyununu geliştirmek için daha da iyi bir savunma oyunu geliyor. Bir oyuncu çıkıp akışı değiştiriyor hep. Mesela Pete Sampras'ın oyunu da uzun süre geriden hükmeden oyunculara karşı cevap niteliğinde olmuştu.
Akışı değiştirmekten bahsetmişken; yetmişli yıllarda oyuncuların çift el backhand'i de daha sık kullandığına tanıklık ediyoruz…
BB: Ben Borg'dan da çok etkilendim ama Allahtan onun gibi çift el backhand'e geçmedim. Hâlâ da iddia ediyorum ki çift el backhand, oyuncuya bir 20-30 santim ulaşma mesafesi kaybettiriyor. Ben o mesafeyi kaybetmeyi göze alarak tenis oynayamam. Herhalde Ali de benim gibi düşünüyor ki hiçbir zaman çift ele geçmedi.
AG: Bunların hepsi rol modellerinden kaynaklanıyor. Genç oyuncular hep birilerine bakar, örnek almak ister. Mesela bizim zamanımızda Ilie Nastase, beni en fazla etkileyen tenisçiydi. Esasında bir oyuncu çıkıp maçların çoğunu kazanınca, seyredenler için onun vuruşlarına karşı güven oluşuyor. Birini izliyorsunuz ve vuruşunu yapmaya çalıştığınızda"Bu vuruş başarılı olur" diyorsunuz çünkü dünya 1 numarası olan adam bunu yapmış. Bir tarz ve trend oluşuyor. Sonra onu yenen biri çıktığı zaman başka bir jenerasyon da onun stratejisine güven duyuyor. Enteresandır bu…
Nastase'nin anılarınızda en ciddi yer tutan isimlerden olduğu aşikâr…
BB: Bahsettiğimiz oyuncuların stilleri ve bizim anekdotlar biraz birbirine karışıyor olabilir ama durum böyle. İki yıl önce Nastase beni aradı. Adamı elli senedir tanıyorum neredeyse. "İstanbul'a gelmek istiyorum, orada mısın?" dedi. Eşiyle geldi; gezdik, yedik, içtik… Ali de vardı, harika bir akşam geçirdik. Şimdi bir başka sahneye geçeceğim. Bundan tam elli yıl öncesine…
AG: Hatırlıyorum bunu…
BB: Hatırlamak mı? Ömür boyu unutamazsın. Nastase, TED'in turnuvası için İstanbul'a ilk kez geldiğinde bir anımız olmuştu. Adam balodan sıkılmış, insanlar dans ederken bir köşede oturuyor. Biz de arkasında aynen iki küçük kedi gibi, gitsek mi gitmesek mi emin olamadan bekliyoruz.
AG: "Haydi gidip Nastase ile konuşalım" diyor Bedri. "Haydi gidelim" diyorum ama sonra heyecanlanıp durduruyorum…

"Ali'nin dediği gibi Nastase'yi izlediğinizde inanılmaz bir mimetizm olurdu. Adamın tenisi bir sanat eseri, bir balerin gibiydi." -Bedri Baykam
BB: Sırayla hem birbirimize gaz verdik hem de birbirimizi durdurduk. İşin komiği, şu an biliyorum ki yanına gitsek bize çok iyi davranırdı. Ama gidemedik. Yanına gidip tanışmamız ertesi sene gerçekleşti. Bir dünya efsanesiyle o günlerden beri dostuz. Fakat Ali'nin dediği gibi Nastase'yi izlediğinizde inanılmaz bir mimetizm olurdu. Adamın tenisi bir sanat eseri, bir balerin gibiydi.
AG: Herhalde tenis tarihinde estetik anlamda Federer'le mukayese edilebilecek tek tenisçi desek yanlış olmaz…
BB: Kesinlikle yanlış olmaz. Mesela iki balerinin üslup farkını görürsünüz bu oyuncularda. Nastase'ninki biraz daha yumuşak ve yuvarlaktır. Azıcık daha estetik olabilir. Federer'in stili daha firesiz, daha keskin, daha kitapta yazdığı gibidir. Nastase de kitaba uygun bir stile sahipti ama arada Picasso'luklar yapardı. Mesela aşırtma sizi aştığında ters smaç vurabilirsiniz, bacak arası vurabilirsiniz, bileğinizi çevirip aşağıdan vurabilirsiniz. Nastase bu bilek çevirip arkadan vurmayı yapan ilk oyuncuydu. Bacak arası vuruşu da o çıkardı. Biz bunları İstanbul'da canlı canlı izledik.
Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü'nde düzenlenen İstanbul Enternasyonal Tenis Turnuvası sizler için, o dönemin Türkiye tenis atmosferi için ne kadar önemliydi?
AG: Yetmişlerde hayatımızı değiştiren en önemli olay İstanbul Enternasyonal Tenis Turnuvası'ydı. 1971 ve 1972… Düşünsenize, Federer iki sene arka arkaya kulübünüze gelip turnuva oynuyor. O iki sene Nastase etkisini birebir yaşamak tarifsizdi. Sonu gelmez anlatmaya kalksak. Dağcılık Kulübü'nün bunu organize ediyor olması ve dahası bize o turnuvalarda oynama şansı vermesi müthişti. Biliyorum ki eğer biz iki sene Nastase'yi izlemeseydik bambaşka yerlerde olurduk. Mesela ben şu an tenis antrenörlüğü değil kimya mühendisliği yapıyor olurdum.
BB: Çünkü rüya görmemizi sağladı. Tenisin içindeki dehayı, estetiği ve sanatı bize hissettirdi. Zaten Türk tenisi Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü'nün hakkını ödeyemez. Tenisimizde basamak değil tramplenle atlama sağlamış kulüptür. Ankara-İstanbul rekabeti hep Fenerbahçe-Galatasaray gibi olmuştur. Her yaş kategorisinde en iyi tenisçiler hep Ankara Tenis Kulübü ve TED'den çıkardı.
AG: O zamanlar şu anda Türk tenis haritasında pek önemli yer tutmayan iki kulüp daha vardı. Bir tanesi Balıkesir, bir tanesi Zonguldak Tenis Kulübü. Kimse bunu tahmin etmez ama yetmişli yıllarda ikisi de çok çok önemliydi. İzmir Kültürpark, Ankara, Zonguldak, Balıkesir ve TED…
BB: İşin ekipman tarafından da bahsetmek gerek. Okuyanlar belki idrak edemez bunu ama top yoktu o dönem. Oynayacak top bulamıyorduk. Ayda bir yeni topla oynarsak bu büyük olaydı. Onun dışında hep yarı ölü toplarla, üzerinde tüy kalmamış patates toplarla antrenmana çıkardık. Sesi bir ayrı olurdu, normalden farklı sekerdi. Ayrıca kıyafet bulamazdık. İthal tenis kıyafeti yoktu, raket yoktu, kordaj yoktu… Türkiye'ye turnuvaya gelen oyuncuların yanlarında getirdikleri malzeme, otel odalarında talan edilirdi. İki tişört alıp adama bira veren olurdu; kordajını alırlardı, bilekliğini alırlardı. İnsanlar âdeta soyardı o adamları. Buna insanlar "Vah zavallılar" diyebilir ama bir güzelliği, heyecanı da vardı. O dönem mahallede top oynadığımız tahta kramponların çivisi bir saat sonra içeri girip ayağımızı delerdi. Ali sen de oynadın mı mahallede futbol?
AG: Ben de oynadım evet. Kat kat kösele kramponların ortasından bir çivi girer ve sonra da ayağa batardı…
BB: Kan revan içinde kalırdık. Neyse, o zaman gençlerin kıskanabilecekleri bir şey söyleyeyim. Antika plaklardan bildikleri çoğu Beatles ve Rolling Stones hitini çıktığı hafta dinledik. Love Me Do, Penny Lane, (I Can't Get No) Satisfaction, Ob-La-Di Ob-La-Da… Şimdi bakıyorum da... Biz bayağı eski kuşağız aslında.
AG: Dinozoruz desene sen…

Ilie Nastase, Bedri Baykam, Ali Göreç ve Björn Borg İstanbul'daki gösteri maçında...
Kuşağınızın hem tenis hem de popüler kültür bakımından en dönüştürücü figürlerinden birini, Billie Jean King'i de sormak isterim… Kadın tenisinin yetmişli yıllarda geçirdiği dönüşüm hakkında fikirleriniz nedir?
AG: O dönem oldukça iyi başka kadın oyuncular da vardı. Mesela Rosemary Casals, Evonne Goolagong, Ann Jones… Tabii evveliyatında kadın tenisi ve erkek tenisi arasında gerçekten büyük fark mevcuttu. Erkek tenisinin yanında kadın tenisi sportif olarak pek ön plana çıkmazdı. Fakat Billie Jean King ve arkasından gelen jenerasyon bu kabulü değiştirdi. Hem kadın-erkek eşitliği hem atletizm konusunda hamleler yaptılar. Billie Jean King, bizim zamanımızda başlayan bu dönüşümün öncülerindendir.
BB: Billie Jean King ayrıca kort dışı karizması, meşhur kahkahası ve cesur söylemleriyle de öne çıkardı…
AG: Ama tenisi erkeklere kabul ettirecek kadar iyi oynamıyor olsaydı, kadın haklarıyla ilgili savaşı daha zor olurdu. Kimse Billie Jean King'e "Sen hoş görün, başka bir şey yapma" diyemiyordu. 'Cinsiyetlerin Savaşı' maçı meşhurdur…
BB: Kesinlikle, Bobby Riggs'i yendiği maç çok ikoniktir…
Artık hayali kıyaslar yapılıyor, varsayımdan öteye geçemeyecek bir Björn Borg-Roger Federer maçına dair bile fikir üretilebiliyor. Çağımızın meşhur 'Tarihin En İyisi' tartışmalarına sonuç aramak adına yapılan dönem kıyası konusunda ne düşünüyorsunuz?
AG: Ben şahsen dönemleri birbiriyle kıyaslamayı doğru bulmuyorum. Fakat şu bir gerçek ki olay her geçen yıl daha zor hale geliyor. Bak onyıl demiyorum, her geçen yıl diyorum. Tenis zenginlerin oyunuyken, 1970'lerde performans sporu olmaya evrildi. Bizden bir evvelki çağda sadece teknik ön plandaydı. Mesela kulakları çınlasın, Rosie Feldman diye bir oyuncu vardı; üst üste 10-12 sene Türkiye şampiyonu oldu. Rosie'nin o zaman bir sporcu fiziği, atletik özellikleri yoktu ama işin tekniğini çok iyi bilen ve beceren birisiydi. Sporculuk hayatımız biterken tenis artık bir yüksek performans sporuna dönüşüyordu. O günlerde en üst seviyede oynanan şey tenis ise bugün 'menis' diye başka bir şey izliyoruz. Bambaşka oyunlar…
Raket teknolojisi, top teknolojisi, saha özellikleri öyle çok değişti ki birbirleriyle mukayese etmek anlamlı değil. Yoksa tabii ki yetmişlerdeki Borg'un en iyi oyununun Federer'in en iyi oyunu karşısında şansı olmazdı. Bunda anormal bir şey yok. Ama Borg, tenisi Federer'le birlikte öğrenmeye başlasa... Ben kesinlikle Nadal gibi bir oyuncu olabileceği fikrindeyim.
BB: Düşünsenize, aynı döneme denk gelmiş bir Borg ve Nadal… O da tadından yenmez bir maç olmaz mıydı?
AG: Demek istediğim tam olarak bu, Bedri. Eğer dönemdaş olsalardı şüphesiz Borg da onlarla aynı seviyeye çıkardı.
BB: Aynı imkânlar, aynı raketler, aynı idman seviyesi… Müthiş eşleşmeler olurdu. Eminim ki beş-on yıl içinde bilgisayarlar öyle simülasyonlar yapacak ki bu dediğimiz parametreleri uygulayarak bize hayal ürünü müsabakalar gösterebilecek. Günün birinde bu hayali karşılaşmaları çok gerçekçi şekilde izleyebileceğimizi düşünüyorum.