Başka Türlü Bir Şey Benim İstediğim
16 dk
Şenol Güneş kariyerinde çok şey gördü ve hiçbir zaman sadece futbolla sınırlı olmadı. Tecrübeli futbol adamı ile geçmişi, geleceği ve bugünü konuştuk.
Yıllarca Anadolu’da çalıştıktan sonra İstanbul’a geldiniz. Bu değişimin zorluğu var mı?
Ben Anadolu’da çok kulüp değiştirmedim. Tutucu tarafım da var. Futbolculuk hayatımı Trabzon’da geçirdim. 1987 yılında futbolu bıraktığımda Sarıyer Kulübü yeni bir atılım içindeydi. Ben de jübile yapacaktım, onun hazırlıkları ile uğraşıyorum. O ara bana “Futbolu bırakma, gel bizde oyna” dediler. Çok büyük para teklif ettiler. Belki de 10 yılda kazanabileceğim paraydı, “Hayır” dedim. Trabzonspor’da oynamışım, şimdi bir-iki yıl burada oynayacağım, belki para kazanacağım ama iki yıllık gelir uğruna Trabzonspor değerini kaybedeceğim. Buna rağmen, İstanbul ile hep içli dışlı oldum. Jübilemi de İstanbul’da Beşiktaş ile oynadım. Buradaki stadyumda büyük ilgi görüyorsun. Çünkü burada bir kulübe değil, Türkiye’ye aitsin. Sadece milli futbolcu olmakla değil, karakterle ilgili. Benim oyuncuyken de böyle bir durumum vardı. O nedenle İstanbul’a geldiğimde sıkıntı çekmezdim. Çok kalmazdım ama; çünkü speküle edilirdi. Yine de burayı tanıyorum, bir çevrem var. Dolayısıyla hiçbir zorluk yaşamadım.
Şimdi neden geldiniz? Ve transfer süreci nasıl yaşandı?
Son üç yılda hep adım geçti ama bu döneme rastladı. Hiç görüşmemiştik. Kupa finali oynadık, sonra Karabük’te Ergun Abi’nin (Kantarcı) cenazesine katıldım, ardından Şampiyonlar Ligi finali için yurt dışına gittim. Türkiye'ye dönünce başkan aradı, görüştük, anlaştık. Yani biraz ayaküstü oldu. Bir yurt dışı işi vardı, o da olabilirdi. Yoksa Bursa’da da memnundum. Beşiktaş -belki de- benim için son durak olabilecek bir yer. İşin finali gibi. Bu Trabzonspor'da da olabilirdi, orası benim kendi şehrim. Her kademesinde görev yapabilirim. Ama konum itibarıyla uzun yıllar çok gittim geldim. Hem kendime hem onlara zarar vermek istemem. Trabzon’un sosyoekonomik sıkıntıları futbolu çok etkiliyor. Beşiktaş’ın kadrosu ve beklentilerinin daha hazır olduğunu düşündüm. Kulüp de öyle düşündüğü için beni aldı. Beşiktaş camiası ile hep iç içeydik. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin daha ses getiren yapıları var. Burası ise daha mütevazı, daha sessiz bir camia. Dolayısıyla hiçbir zorluk olmadı.
İkna süreci nasıl gerçekleşti? Planlar, projeler ne düzeyde konuşuldu?
Fikret Orman ile çok kısa görüştük. Ahmet Nur Çebi de vardı. Çalışmayla ilgili prensibim vardır benim; oyuncuyla ilgili sorunların bana gelmesini istemem. Birinci önceliğim şu; çalıştığınız elemanın huzurla gelip size teslim olması lazım. İşini yapacak. İkinci önceliğim ise tesislerin kullanımı. Çalışma ortamı rahat olacak. Bunları konuştuk. Onlar da kabul etti. Kendim için bir şey istemedim. Yoksa ben de her şeyi talep ederim ama kulübün bir ekonomisi var. Beklenti şampiyonluk zaten, o söylendi. Ben de çok istiyorum. Beşiktaş ile şu an en örtüştüğüm nokta bu. Ama ben bunu basın toplantısında dile getirince Trabzonlular kızdı.
Az önce Beşiktaş’tan ‘son durak’ diye bahsettiniz, bu size ekstra bir motivasyon sağlıyor mu?
Bu konuda eleştirildim. Yaşlı olduğumu söylediler. Doğru, 63 yaşındayım. Ama ilk günkü heyecanım neyse, şu anki de o. Sadece tecrübe farkım var. Benim hırsımda değişiklik olmaz. İşime odaklanırım. Kendime de çalıştığım ekibe de acımasızımdır. Şu aşamadan sonra, benim buradan alacağımın kariyerime çok büyük katkısı olmaz. Yeni başlayan, beklentileri olan biri değilim. Gerekirse tadında da bırakabilirim. Ama şu an taşıdığım bir enerji var, heyecanım var, hırsım var, aklım ve bilgim var. Bunları paylaşmak istiyorum. ‘Son durak’ da şöyle olur; ben Trabzon’u çok seviyorum; şehrimi, insanını... Bütün sosyoekonomik sıkıntıların düzelmesini bekliyorum. Zamanı gelince oraya da katkı yapmak isterim. Ama şu an Beşiktaş’ta çok mutluyum. İkisini ayırmak lazım.
Dışarıdan gelen biri olarak kulüpteki ortamı nasıl buldunuz? Geçen sezon uzun süre lider götürülen bir yarış ve son virajlarda kaybedilen bir şampiyonluk var…
Beşiktaş’ın geçmişteki yönetimleri, hocaları, futbolcuları hepsi takıma katkı yaptı. Onlara teşekkür etmek lazım. Ben geçen sezon Beşiktaş’ın şampiyonluğu hak ettiğini düşünüyorum. Bunu Bursaspor’dayken de söyledim. Beşiktaş hakikaten iyi oynuyordu ama sezon başındaki çıkışı sezon sonuna taşıyamadılar. O yüzden de eleştiri aldılar. Futbol böyle bir oyun. Aynı şeyi biz de yaşayabiliriz. Şimdi bizi de övüyorlar. Tamam, iyi oynuyoruz, lideriz ama biz de mükemmel değiliz. Aşırı övgüden rahatsızım. Bizim için önemli olan, geçen sezon yaşanan sıkıntıları aza indirmek. Ayaklarımız yere sağlam basacak. Her maçımızı kazanmak için oynayacağız. İşimize odaklanacağız. Kendimizi geliştireceğiz. En önemlisi, oynadığımız oyundan keyif alacağız. Seyirci de keyif almalı ve takımıyla gurur duymalı. Gol, futbolun güzel yanı.
Beşiktaş’a imzanız Trabzon’da nasıl karşılandı, tepkiler var mıydı?
Trabzon’da; Fenerbahçe’ye, Galatasaray’a Beşiktaş’a gidene çok sıcak bakılmaz. Bir de ben, Trabzonspor’un her alanında yer aldım. Belki bana kızmalarının asıl nedeni de budur. Taraftar, bazen takımını insanlar üzerinden sever. Öylelerinin bana kırgınlığı olabilir. Bazısı da saygı duyuyor. Benim illa Galatasaray-Fenerbahçe-Beşiktaş’ta çalışmak gibi bir beklentim olmadı. Ama şu kesin ki; bu üç takım arasında çalışması daha kolay görünen Beşiktaş’tı. Trabzonluların da buna tepkisinin fazla olduğunu düşünmüyorum. Ta ki o basın toplantısında “Şampiyonluk görmedim” diyene kadar. Onlar öyle algıladılar, “2011’de olduk, nasıl görmedin?” dediler. Ama benim söylediğimle onların algıladığı arasında fark var; benim elime geçen bir kupa olmadı. Bu işin bir tarafı. Diğer yandan, 2010-2011 sezonunda da haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bugün hukuken bazı gelişmeler yaşansa da düşüncem değişmedi. Dün neyse bugün de o.
3 Temmuz sürecinin geldiği noktaya ne diyorsunuz? Dava sona erdi...
Hukuk diliyle mi konuşalım, duygularımızla mı? Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu söylüyoruz. Bunu söyleyemiyorsak hiç konuşmayalım. “Tapeler var” dediler. Tapeleri ben yapmadım. Polis dendi, savcı dendi, şimdi kumpas deniyor. “Ortada bir suç unsuru var” dediler, bugün de “Hayır, yokmuş” diyorlar. Aynı devlette, aynı ülkede oluyor bunlar. Geyik muhabbetine döndü. Hukukçu konuşuyor, gazeteci konuşuyor, taraftar konuşuyor... Ortada bir ölü, bir de katil var. Ölü gömüldü mü? Gömülmedi. Katil? Hapse girmemiş. Bunu simge olarak söylüyorum, yoksa sporla ilgili birinin hapiste ne işi var? Buna kesinlikle karşıyım. Ama bir takımı yaralayacak eylemlerde bulunmak da doğru değil.
“Tapeleri imha edin” diyorlar. Bu konuşmalar olmuş mu? Olmuş ama uydurma olanlar da varmış. Şimdi soruyorum; şüpheyi kaldırabildiniz mi kafanızdan? Hiçbir şey olmamış gibi düşünebilir misiniz? Olanlar hukuka uydurulmuş. O gün, ona göre ceza verilmiş. Adamlar hapse atıldı. Bugün de hukuka uygun olarak dışarı bırakıldı. İkisi de yanlış. Ülkenin sıkıntısı bu. Nasıl tepki koyacaksın? Bazen kavga ederek yapıyoruz. Bu kez de olay unutulup sizin tepkiniz konuşuluyor. Şimdi ben bir şey desem, hemen “O bunu demiş” falan diyecekler. Kanun niye değişti? Ceza verilmesin diye. Orada herhangi bir Anadolu takımı olsa o kanun değişmezdi. Kanun ve hukukla bu kadar oynuyorsan, sen zaten hukuk devleti değilsin. Bunu kötülemek için söylemiyorum, hepimiz için diyorum. Cumhurbaşkanı, işçisi... Herkes için geçerli ‘bir’ kanun olsun ve buna göre yaşayalım. Şimdi herkes “Fenerbahçe’ye haksızlık yapıldı”, Fenerbahçe de “Bak hukuken aklandım” diyor. Hukuken aklanmak, Türkiye’de iftihar meselesi değil. Siz bu topraklarda bir şekilde haksızlığa uğradığınızı düşünüyorsanız, başkası haksızlığa uğradığında da bunu normal karşılarsınız. Şike süreci, futbolla ilgili bir olay değildir ve hiçbir şekilde aklanmayacak. Böyle aklanma olmaz. Hukukla aklanılmaz.
2011-2012 sezonunun sonuna playoff koydular. Ben mi koydum onu? Siz koydunuz. Şampiyonlar Ligi’ne girdik. İki günde bir maç yaptık. Anamız ağladı. Takım darmadağın oldu. Konu tazminatsa, onu da Trabzonspor’un alması lazım. Benim kafamı karıştırdın, yolladın Avrupa’ya, ben zarar ettim. Sen bana görev verdin, ben mi gittim oraya? Planlamam değişti. Madem düzen böyle, herkes hakkını arasın. Ben de tazminat davası açacağım. Hapse giren adamlar da hakkını arasın. Gücü olan, hukuku istediği gibi kullanıyor.
Kendinizi ifade ederken zorlandığınızı hissetiniz mi? 3 Temmuz özelinde sormuyorum; 2002 Dünya Kupası da olabilir, 1996’da kaçan şampiyonluk da...
O benim değil, toplumun zorluğu. Anlatıyorum da karşı taraf ne anlıyor? Ben “Şampiyonluk görmedim” derken, karşı tarafın kafasında bir düşünce var zaten. Sen nasıl izah etsen değiştiremezsin. Biz 48 yıl sonra Dünya Kupası’na gittik. Seyahat nasıl olacak, maçlar nasıl olacak, hiçbir şey bilmiyoruz. Neyse, Uzakdoğu’ya gittik. Gittiğimizde ne dedik? Tanıtım, fair-play, sportif başarı... Bunları bana biri mi verdi? Hukuk okur avukat olursun, tıp okur doktor olursun. Bizim öyle bir okulumuz yok. biz gittik, üçüncü olduk. “Neden birinci olmadın?” dediler. Haklılar. Olamadık, bu kadar yapabildik. Gücümüz bu, buna yetti. Ama diğer yaptıklarımızı incelemediler. Ne yaptığımızı sormadılar bile. Şimdi siz, benim size bir şey vermediğimi düşünüyorsanız, o sizin sorununuz. Benim, hayatım boyunca hiç adamım olmadı. Hep istenen taraf oldum. Demek ki bir şey yapıyorum. Mourinho tercümanken antrenör olabiliyor. Ben de dünya çapında olabilidim belki ama eksiklerim var. Bu kadar yetişebildim. O yüzden, yeni nesli daha iyi yetiştirmeliyiz.
Bana saldıran oluyor. Mesela Hıncal Uluç’un öyle bir yapısı var. Ben olmasam yaşayamaz zaten. Ama ben yokken, beni hemen savunur. Bir cenazede karşılaştık, “Dostları göremiyoruz” dedi. Takım iyi gitti, hemen bir yazı yazdı; “Şenol yanlış yaptı” diye. Ona kızmıyorum. Onun tarzı o. Ama okuyucu, “Ha bu antrenör değil, Hıncal böyle demiş” diye okuyor. Ama ben şimdi Hıncal’a kötü diyemem. Bu noktaya geldiyse yazı üslubunun doğru tarafları vardır. Bu oyunda “İki artı iki eşittir dört” olmuyor her zaman. Kağıta bir takım yazıyorsunuz ama başka biri “Olur mu öyle, şöyle yap” diyebilir ve haklı çıkabilir. O nedenle her görüşe saygı duyarım ama kabul etmem.
Kamuoyunun size bakışı hem pozitif hem de negatif. Bir yandan ‘Bilge adam’ denirken, zaman zaman teknik direktörlüğünüz geri plana itiliyor ve üstüne sık sık eleştiri alıyorsunuz...
‘Bilge adamlık’ benim haddime değil, bilgelere saygısızlık olur. Ama herkes bilgedir. Herkesin bir hikâyesi vardır, dolayısıyla herkes bir romancıdır. Hakkımda istedikleri kadar övgüde ya da yergide bulunabilirler. O övgülerden ve yergilerden alacağım varsa alırım. Hayatımı başkalarına göre şekillendirseydim, şu an burada olmazdım zaten. Sadece benim için değil, başarılı olan herkes için bu böyle. Futbolculara da anlatıyorum bunları. Para, başarı, şöhret kazanmış insanlara bir şey aktarmak kolay değil. Bazen öyle bir şey söylersiniz ki; siz bile farkında değilsinizdir ama ben oradan çok şey alırım. Bazen de çok şey konuşup hiçbir şey anlatamayabilirsiniz, bu benim için de geçerli.
Dünya Kupası’na giderken yalnız, dönerken kalabalıktım. Giderken kıyafetim konuşulmadı ama dönerken konuşuldu. Oysa kıyafetim hep aynıydı. Saçımı eleştirdiler mesela... Berberim Balmumcu’da, eskiden beri ona giderim. Dedim ki: “Bak beni eleştirmiyorlar, seni eleştiriyorlar.” Bu, işin magazin tarafı. Kötü olan, halkın bir kesimi bu tarafa daha çok takılıyor.
Antrenörlük konusunda ise hiç iddialı olmadım. Kariyerime bir şey katma gibi bir derdim yok. İşimi iyi yapmaya çalışıyorum. Benim eserim oyuncudur. Oyuncu sahada işini yapıyorsa, ona bir şey öğretebiliyorsam, rakiplerimle yarışıp öne geçebiliyorsam o bana yeter. İşler iyi gittiği zaman ‘bizden’, kötü gittiği zaman ‘senden’ bilinir. Bu Türkiye’deki spor kültürünün değil, genel kültürün sorunu. Bizim eğitim düzeyimiz düşük. Eskiden örf ve ananelere bağlı “Otur, kalk!” düşüncesi vardı. O gün için geçerliydi. Yaratıcılığı kısıtladığını düşündükten sonra bunu değiştirdik. Ama yeni döneme geçerken hayatla ilgili kanunlar koyamadık. Onun boşluğunu yaşıyoruz. Ekonominizi büyütebilirsiniz ama genel kültür parayla büyümez, satın alınacak bir şey değil o. Çocukluğumuzda kıtlık vardı. Bir gömlekle üç sene okudum. Şimdi her gün değiştiriyorsun. Ama o çocuğa ne veriyorsun, zihnini/davranışlarını nasıl geliştiriyorsun? Bunları hepsini verebilsek, o zaman başka şeyler konuşmaya başlayacağız.
Söylediklerinizden yola çıkıp toplumda genel bir ahlaki çürümeden bahsedebilir miyiz?
Kesinlikle. Bakın, çocuğa verdiğiniz eğitimde hata varsa bu giderek büyür. Eğitim aileden, toplumdan başlıyor. ‘Ben’ olgusu ortaya çıktı artık ama kulüp başkanı da önemli, ben de önemliyim. Ekibiz biz. Bunun ırkı, dili, dini yoktur. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde yaşayan her vatandaş değerlidir. Ben size Ermeni mi, Rum mu, Laz mı, Kürt mü diye bakmıyorum. Herkes başkasını şikayet ediyor. Sen kendine bak önce. Önce kendimizi düzeltelim. Yönetenler ve kurallar da düzgün olacak tabii. Bugünkü Erdoğan, dünkü Özal, fark etmez... Hepimiz biriz.
Biz başbakanı içimizden seçiyoruz, bu toplumun içinden. O yüzden, onu ilâh yapmayacağız. Ben burada yönetmek için oturuyorum, kendi keyfim için değil. “Ben buradayım, siz görürsünüz, siz kimsiniz?” falan dersem, ben zaten adam değilim. Ben makamdan aldığım güçle yöneticilik yapmayacağım. Ben kendimden aldığım güçle makama değer katacağım.
Türkiye’de çok sorun var ama artık sıra canlara geldiği için öbürlerini unuttuk. Bombalanma olayları mesela; böyle bir ülkede, ne çalıştığınızı, ne kazandığınızı düşünebilir misiniz? Anca canınızı düşünürsünüz. Ben çocukken fakirdim ama isyankâr değildim. Şimdi durumum iyi ama çocuğuma daha iyi bir imkân sunabiliyor muyum? Hayır, tam tersi... O günkü imkânlar inanın daha iyiydi. Çünkü daha huzurlu, daha mutluyduk. Parayla, ekonomiyle zenginlik olmaz. Düşünceyle olur. Ama ekonomi yardımcı olur, buna katılıyorum. Teknolojinin katkısı insan ömrünü uzatıyor. Ama bozdukları da var. Organik mi, değil mi diye bakıyorsun. Benim neye sahip olduğum çok önemli değil. Hepsi gelip geçici. Ev senin mi? Hayır. Ev sana sahip aslında. Bugün sen varsın, yarın başka biri oturacak orada. Hepimiz gelip geçiciyiz, 60-70 yıl ömrümüz var. Şu anda isteklerimiz olmadı diye şikâyet ediyoruz ama bunu yaparken var olanı da kaybediyoruz. İnşallah bozulmayız. Terörün büyümesi, başkentte olması... Bunların konuşulacak tarafı yok. Vahşet ya, başka bir şey değil. Bunu yapan insan olamaz. Kim olduğu da önemli değil, kimin yaptığı da... Zaten öyle bakıldığı için bu sıkıntılar oluyor. Dünya da böyle bakıyor. Benim teröristim, senin teröristin... Sorsan barış için gelip savaşıyor. Yok ya, ölenlere ne oluyor? Acını acıyla unutturamazsın. Başka bir adım atmalısın. Daha barışçı olmalısın. Kavgayla büyüyemezsin.
Mesela kurşunlama olayı. Hâlâ faili ortada yok. Trabzonlu yaptı diyorlar. Ne alakası var ya? Onu yapan ne Trabzonlu, ne Fenerbahçeli... İnsan olamaz. İnsan olmadığı yerde ona sıfat, makam konulamaz. Hangi akıl kârıyla yapılıyor?
Dünyada da böyle. Kötülük tarafı sadece bizde değil, orada da var. Ama biz kaba kuvvetle ilerliyoruz. Kaba kuvvetle sonuç alındığını görünce, yapmaya da devam ediyoruz.
Makamının, parasının gücünü kullanarak başkasına eziyet etmeyi büyük ayıp olarak görüyorum. Ben sıradan insan olurum, kuyruğa girerim, hiç rahatsız olmam. Sen bakansın, toplantın var, yetişeceksin. Tamam. Ama halkı rahatsız eden bir yapıyı istemiyorum. Başbakan da Cumhurbaşkanı da halkın içinde olmalı. Ama biz onu ilâhlaştırıyoruz, uzaklaştırıyoruz kendimizden. Sonra al başına belayı... O da koyuyor mesafeyi. Şu kapı açık işte, niye kapalı olsun? Çimcinin yaptığı az iş mi? Aşçı bir yemeği yanlış yapsa biteriz; mağlup olduk, gitti üç puan. Benden daha önemli aslında.
Sorumluluğu üstüne almak, Türkiye’de bir zafiyet gibi görülüyor. Bu futbolda da var gibi…
Bak; biz milletvekili olalım, meclise gidelim, o düzene uyarız. Çünkü düzeni yanlış kurmuşuz. Genel kültür o zaten. Bizde adam değil, sevgi kirletiliyor. Sevgiyi kirlettiğiniz zaman kim olursa olsun zarar görür. Sevgi çok önemli. Ülke için de öyle. Bakın eskiden yardımlar yapılırdı. Şimdi kimse yapmaz. Çünkü adam “Ulan bunu alıp bir yere götürüyorlar” diyor. Eskiden daha çok fakirlik vardı ama yardım da daha çoktu. Cumhurbaşkanı, Başbakan, ne yapıyorlarsa açık olmalılar. Halk için yapmalılar. Ben burada açığım. “Hoca tesislere kimsenin girmesini istemiyor” dediler. Hoca kim ya, başkan kim? Bunu dediğim zaman yarın başlık yaparlar. Hayır öyle değil. Kuralları başkan ya da hoca istiyor diye değil, kulübün işleyişi için koymalıyız. Başkan karar verir, hoca fikir verir, yeri gelir oyuncu da fikir verir. Ben “Saat 5’te idman yapacağız” diyorum. Oyuncu da diyor ki: “Hocam 3’te yapsak olur mu?” Olursa yapalım, neden olmasın, nedir yani? Bunu neden zorlaştırayım? Egomu mu tatmin edeceğim?
Biz tesislere niye gelinmesin diyoruz, çalışmak için. Yoksa taraftar gelsin, basın gelsin, izlesin... Kore’de adamlar geliyorlar, yiyip içiyorlar ama temizleyip gidiyorlar. Geldiğini anlamazsın bile. Bizde ortalığı karıştırıyorlar, ona sövüyor, buna bağırıyorlar. O zaman olmaz. Kültür dediğimiz şey bu. Nasıl oturacağımızı kalkacağımızı bilmiyoruz. Her yerde aynı. Futbolcu sadece yeteneğiyle top oynuyor. Onun dışında her şey aynı. İnsan yönetiyorsun. Zaten futbolcu düşük gelirli aileden geliyor. Doğal olarak, yetişme tarzında eksiklik olacaktır. 18 yaşında ön plana çıkardığın oyuncuya “Futbolunu iyi oyna, ülkeyi yönet, insanlara mesaj ver” diyorsun. Nasıl verecek, kolay mı?
Bu noktada, katkı sağladığınız oyuncuları soralım... Burak Yılmaz, Volkan Şen gibi düşüşteki oyuncuları kazanmayı başardınız. Size mi denk geliyor, yoksa siz futbolcuyu özgür bırakıp kendini tanımasını mı sağlıyorsunuz? “Sihir zaten taşın işinde var, ben onu ortaya çıkarırım” demişliğiniz var...
Dediklerinizin hepsi doğru. Bunların hepsinin payı var. Biri az, biri çok. “Ben yaptım” derseniz, bu egodur. Veya gerçekten çok katkınız vardır, sahiplenirsiniz, bu da olabilir. Ama şu doğru değil; çocuğunuz da olsa tek değilsiniz. Öğretmeni var, çevresi var. Modeller etkilidir ama tek başlarına bir şey ifade etmezler. Biz de her şeyi yapmıyoruz ama çok şey yapabiliyoruz. Heykeltıraş eseri ortaya çıkarınca insanlar hayranlık duyar. O da “Bunu ben yapmadım, taşın içindeki fazlalıkları attım” der. Futbolda da öyle. Fazlalılıkları atıyoruz biz. O kadar ego var ki; onları attıkça sadeleşiyor. Sadeleştikçe kendine geliyor. Adam bakıyor, “Ben mükemmel oynuyorum” diyor. Milletin de ilgisi var, şaşırıyor. O zaman yeni bir şey katamıyorsun ona. 12-13 yaşında futbola başlıyorsa, altı-yedi sene eğitim görüyor. Fakat sosyal açıdan, pedagojik açıdan eksik kalmış. Futbolun bu tarafını da tamamlamak lazım.
Bizim zamanımızda bu eğitimler yoktu ama şansıma, ben çok kitap okudum. Trabzonspor’a geldiğimde belimde rahatsızlık vardı. İlk altı ay oynayamadım ve hep sırt üstü yattım. Bu kolay bir şey değil. Normalde şikâyetçi olursun, ‘şanssızlık’ dersin. Hatta o dönem bir doktora göründüm, şöhretli de bir doktordu, bana “Futbolu bırak” dedi. Sonra 20 sene top oynadım. O acıyı çekerken kitap okumak zorunda kaldım. Üniversite okuyordum ama kitap okuma alışkanlığım yoktu. Mecburiyet oldu aslında. Okudukça hem zaman geçiriyor hem kendimi geliştiriyordum. Şikâyetçi olunabilecek bir konuyken krizi fırsata çevirdim. Bu öyle bir meslek. İş bulup da evine bakım yapamayacak çocuk, bir süre sonra ailesine bakacak duruma geliyor. Bu sorumluluk ister.
Kazanmak da yetmez. Onu yönetmek lazım. Ailenin reisi oluyorsunuz. Futbolcu para kazanmaya başlayınca ne yapacak? Bir kısmı arkadaşlarında gördüğü için araba alıyor. Niye alırlar anlamam. Ben hiç öyle bir araba almadım. Korkuyorum. Taşıyacağın yükü alacaksın. O parayı çalıştırmaya kalksa, dükkân açsa, onu takip etmek durumunda. Ama bunun işi futbol. Nasıl olacak? “Sen iki trilyonluk, üç trilyonluk fabrikasın” diyorum onlara. Birçoğu daha aza kuruyor o fabrikayı, kredi alıyor! Senin muhasebecin yok, CEO’n yok, personelin yok. Bir tek sensin. Buna rağmen yanına bir danışman, mentor almıyorsun. Biz sana bu desteği veriyoruz. Sonra futbolcu ‘oluyor’, bir de “Hoca beni mahvetti” diyor. Övmesini istemem zaten. İyiyse bana yeter. Benim için en güzel eser odur. Bu bilgileri vermek almak kolay değil. Onlar için de kolay değil. Üniversite okuyorsun, 10 küsur sene eğitim alıyorsun, hayatı hâlâ anlayamıyorsun. O nasıl anlayacak?
Bizim soyadımız uygun kaçıyor, soyadımı değiştireceğim bu yüzden ama hep derim: “Güneş herkese doğar.” Hiç fark etmez. 15, 20, 25... Yaş kaç olursa olsun... Burak Yılmaz mesela. Yanlış yapması işimize geldi. Yanlışlar yaptı, başka yanlış yapmaya tahammülü yoktu. Bize denk geldi. Tesadüf değil her şey, muhakkak emek var ama biz de her şeyi iyi yapmıyoruz. Mükemmel olmayacaktır. Mesela elimizde oyuncu var, direniyor. Direniyor derken; kötü niyetinden değil, alışkanlığından... Topu alıp gidiyor. Oğlum nereye gidiyorsun? “Ama benim özelliğim bu, beni o yüzden beğeniyorlar” diyor. Seyirci de alkışlıyor. Adam haklı. Al başına belayı. “Kaç golün, asistin var?” diyorum, böyle düşünüyor... Ama baktığın zaman en iyi oyuncun da o. İhtiyacın olacak.
Futbolu yetenekle oynuyoruz ama ilk planda karakter var aslında. Karakteri sadece ahlak olarak düşünmeyin; eleştiriye göğüs geren, övgüden alacağı payı bilen, seyircinin sevgisine, medyanın eleştirisine karşı duruşunu koruyan adam başarılı olabilir. Birkaç maçla bitmiyor bu, 15 sene oynayacaksın. Yetenek de olacak, karakter de...
Sizle özdeşleşen, ‘elinizin değdiği’ söylenen oyuncular Burak ve Volkan gibi hücumcular genelde... Savunma oyuncusunu dönüştürmek daha mı zor?
Biz bir şey yapmıyoruz, fazla büyütmeyin. Oyuncu bir meslek yapıyor. Kendini sevecek, işini sevecek. Kendine güven çok önemli. Özgür olmayan insan hiçbir şey yapamaz. Yaratıcılık olmadan futbol gelişmez. ‘Düz oyuncu’ dersiniz onlara. Yaratıcılıkları azdır. Savunma oyuncuları da biraz böyledir. Ama futbolcu zeki insandır. Eğitimi eksik olabilir ama o eğitimi tamamlamak da bizim görevimiz zaten.
Bu eğitimi sizin gibi A takım antrenörleri verdiğine göre, acaba altyapı eğitiminde mi bir sorun var?
Eğitimde sorun yok aslında. Yapısal bir reform gerekiyor. Hem düzen içinde olup hem düzeni yönetmek o kadar kolay değil. Futbolun her tarafında sıkıntı var. Kore’de eğitim düzeyi yüksektir. Üniversite mezunu olmayanı işe almıyorlar. Askere de almıyorlar. Bizde de ilkokul mezununu askere daha uzun alıyorlar, üniversite mezununu kısa dönem yaptırıyorlar. Ama baksan, oranın da futbolu bizim gerimizde. Yine de onlardan bir şeyler öğrenebiliriz. Dünya hem küçük hem büyük. İnsanlar sığıyor. Ama bu kavga ortamında sıkıntı var. Futbolcular, kendilerini güvende hissettiklerinde güçlenirler. Arda’ya bak, kendine güveni var artık. Eskiden kendini savunmak için kaçıyordu. Oyuncu bu hale geldiği zaman yaratıcı düşünemez. Bırak yaratıcı düşünsün. Sen hatalarına müdahale edersin zaten. Çocuklara çok müdahale ediyoruz. O kadar müdahale edince çocuk olmuyor, sen oluyor. Sen olunca da bir anlamı kalmıyor. Senin elinde kalıplaşıyor. Yaşayarak öğretmeyi bilsek ne iyi. Yine de Türkiye iyi durumda. Ben kendi çocukluğuma bakıyorum, daha zenginleşmişiz. Ama eskiye göre mutsuzluk görüyorum, bu da beni üzüyor.
Konu açılmışken son olarak çocukluğunuzu soralım... Trabzon’da bir Arafilboyu-Sotka-Faroz ekolü var. Siz de oralarda yetiştiniz, nasıldı?
Arafilboyu, limanın üst kısmı, Boztepe’nin altıdır. Sotka’da fuar vardı. Ben orada büyüdüm. Şimdi oradan yol geçiyor. Hem de iki yol birden. O yollar denizdi eskiden. Kumsal vardı, artık yok. Biz orada oynardık. Evimiz kilisenin yanındaydı. İki kız kardeşten kalma Rum eviydi. Şimdi yıkıldı. Midye yerdik, denize girerdik, öyle büyüdük... Fakir bir aileydik ama mahallede zenginler de vardı. Gelir bizde kalırlardı. Kapılar açıktı o zaman. Hafta sonları biz Görele’ye, Tirebolu’ya pikniğe giderdik. Aileler, anneler, babalar, kızlar... Biz de oradakilerle maç yapardık. Deplasmana gitmek gibi bir şeydi aslında. Tanıdıklar vardı orada, “Geliyoruz, sizde kalacağız, top oynayacağız” diyorduk. Farklı bir dünya vardı. Şimdi yok bunlar.
15 yaşında lisansım çıktı. Küçük bir kaleciydim. Kendi grubumda forvettim ama büyüklerin yanında kaleye geçiyordum. İkisinin de bakışı farklı. Hayata bakışın da değişiyor; büyüklerle ilişkin farklı, gençlerle farklı. Yönetenle ve yönetilenle ilişkilerini geliştiriyorsun. Kaba da olsa bir şeyler öğreniyorsun. Amatör takımdaydım, 50 lira prim verdiler. Ben de gidip babama verdim. O günden sonra eve para veren kişiydim artık. Aile reisi gibi oldum. Mahalle arasında takım yapan da bendim. O nedenle liderlik kendiliğinden geldi, takım kaptanı oldum. Sorumluluk alınca öne çıkıyorsun. Öne çıkınca da kendine göre bir hayat çiziyorsun. Bunun okulu yok ama hayatın kendisi sana dersler veriyor. Futbolun bana en büyük katkısı bu oldu. Yoksa oynuyorsun, zaman geçirip enerjini atıyorsun.
Zeki Demirkubuz, Socrates'in ikinci sayısında sizin için şu sözleri kullanmıştı: "Beşiktaş taraftarı Bilic'le aidiyet kuruyor. Şenol Güneş'le de kurar mesela. Hatta Şenol Güneş, Trabzonspor forması ile gelsin Beşiktaş kulübesine otursun, ben bunu tüm kalbimle desteklerim." Bu sözler için siz ne dersiniz?
Beşiktaş’ı sevdiğini anladım. Farklı düşünceleri var ama o düşüncelerinden yeni bir şey üretiyor mu, ona bakmak lazım. Biraz aykırılıkları var. Bende de vardı ama törpülendi. O benden genç. Biz de Metin (Kurt) ve Eser (Özaltındere) ile sendika işlerine girdik. Metin’in kafasını yediler ama. Yürüyebilmek için, maratonun içerisinde olup yarışman lazım. Kızarak veya sitem ederek işin içinden çıkmamak gerek. Kızarak yarışın dışında kalmak, bir anlamda yarışı başkalarına bırakmak demektir. Tanımıyorum ama öyle bir şey çıkardım sözlerinden. Bir şey üretiyorsanız, ürettiğiniz şey bir yere gitmese de isyan edip bırakmayın. İnsanların düşünceleri ve bunları söyleyebilmesi hoşuma gidiyor. Ama bir insanın bunlara bakarak kendi hayatını karartması doğru değil.
Sendika döneminden bahsettiniz, hâlâ solculuk var mı?
Bu dönemlerde ben sağ-sol konuşmam. Oyuncuyken de bana “Konuşma!” dediler. Artık bunları daha iyi anlıyorum. Görüşleri bir tarafa sıkıştırmayı doğru bulmuyorum. Biraz serbest, biraz özgür olan hemen solcu konumuna getiriliyor. Az biraz içine kapanan sağcı olarak yorumlanıyor. Doğrudur, dini tarafı olanlardan sağa yakın duranlar var ama artık bu sınıflamalar da menfaat için kullanılıyor. Benim gördüğüm tablo bu.
Sosyalist bir adamın adaleti ön planda olmalı. Öyle düşünüyorsun ama ekonomik durumun iyiyse oradan ahkâm kesiyorsun. O acıyı çekmiyorsun ama akıl veriyorsun... Bu doğru değil. Bir insanın devrimci olması sadece fakirlikten geliyorsa, o düşünce fakirliğidir. Bunu doğru bulmam.
Aynı şekilde, hiçbir şey yapmayan ama namaz kılan adamın “Ben dini vecibelerimi yerine getiriyorum” diye rahat olması da doğru değil. İnançtır, mutlu oluyorsa yapsın. Ama bu insana aittir, devlete değil. Bu konuda üst seviye bir tartışma olduğunu da düşünmüyorum. Din, başörtüsü gibi konularla çok oynanabiliyor. Ben başörtüsüne hiçbir zaman karışmam ama bir simge olarak kullanıldığında karşı çıkarım. Bunun baskı olarak kullanılmasını doğru bulmam. Ona da haksızlık olduğunu düşünüyorum ama bunu kullanma, ülkeye yazık. Solculuk, sağcılık gibi kavramlar çok kötü kullanıldı. Erozyona uğradı. Ama günümüz şartlarında siyasal anlamda çok birikimli biri değilim. Gezi olaylarında bir hata yapıldı, bir şeyler karıştırıldı. Genç bir nesil, oraya düşüncesini söylemeye gitti, bir şeyler yapmak istedi. Kimlik arayışındaydı. Ve bu, doğru bir kimlik arayışıydı ama olay siyasi tarafa çekildi. Hükümet onların önünü kesti. Bence o noktada hata yapıldı. O gençlik, fikrini söyleme hakkını kullanmalıydı. Biz futbolcuya “Kafanı kaldır, önünü gör” deriz. Gençliğe ne diyeceğiz? Yine “Kafanı kaldır” dememiz lazım ama sen kafayı bastırıyorsun! Bastırmayla gelişme olur mu?