Bay Geppetto

16 dk

Tahta parçasına can veren Geppetto Usta gibi 33 yıllık antrenörlük kariyeri boyunca yüzlerce oyuncuyu basketbol sahnesine çıkaran Yugoslav antrenörle oyuna dair her şeyi konuştuk.

Tarih kitaplarında dönemin büyük adamlarından bahsedilirken kullanılan terminoloji pek fazla farklılık göstermez. Liderlik özelliklerine atıfta bulunulan kişi genellikle ileri görüşlüdür. Cesurdur. Şartlar ne olursa olsun, prensiplerini pazarlık konusu etmez.

Eğer Yugoslavya basketbol tarihini okumuyorsanız, bu kavramları bir spor kitabında görme olasılığınız düşük. Fakat Aleksandar Nikolic’in baştan aşağı değiştirdiği Yugoslav eğitim sistemine şöyle bir göz gezdirmek bile, sayısız basketbol filozofunun nasıl yetiştiğini anlamaya yetiyor.

50’li yaşlarının başına geldiğinde Avrupa’da çalışan bir antrenörün hayalini kurabileceği tüm kupaları kazanan Svetislav Pesic de o filozoflardan biri. Ve bu grubun üye sayısı gün geçtikçe azalıyor.

Türk takımları, milenyumdan sonra kurduğu kadrolarda yüksek bütçelerin yanına, büyük hayal kırıklıklarını ekledi. Zeljko Obradovic’in de ilk sezonunda bu modaya ayak uydurduğunu söylemek doğru olur mu? Fenerbahçe Ülker hangi istikamette ilerliyor?

Zeljko Obradovic, diğer Yugoslav kökenli antrenörlere göre çok daha farklı bir statüde. Zeljko, kendi ülkesi dışında çalışıp da oranın şartlarına tam anlamıyla uyum sağlayabilmiş ilk isim. Yugoslavya’dan çıkıp da başka ülkelerde şampiyonluk yaşamayı kastetmiyorum. Obradovic’in elde ettikleri salt başarının ötesinde. Zira o; bambaşka alışkanlıkları, kültürleri analiz edip gittiği ülkeye alışma sürecini asgariye çekti.

Fenerbahçe’deki ilk sezon zordu. Transfer yapmasına rağmen, kontrat çıkışı bulunmayan oyuncular nedeniyle manevra alanı kısıtlandı. Zaten kendi kadrosunu oluşturamamıştı. Kendi felsefesini anlayabilecek, ihtiyaçlarını karşılayan kadroya ancak bu sezon sahip oldu. Yeni oyuncu grubu, yine 1999-2012 Panathinaikos’tan farklı yapıda ama bu kez sistemin PAO’yu andırdığını söyleyebiliyoruz.

Bu cümlenin anlam derinliğine her zaman inandım; bir antrenör, takımında ne kadar uzun süre görevde kalırsa belirli oyuncularla iletişimi o kadar kalıcı olur. Cümleler, yıllar geçtikçe yerini göz temasına bırakır. Antrenör de hâliyle, sisteminin yanı sıra oyuncu bazlı da düşünmeye başlar. Planını o yönde şekillendirir. Ta ki oyuncuyla yollar ayrılana dek…

Obradovic için bu cümlenin öznesi Dimitris Diamantidis’ti. 13 yılın ardından Fenerbahçe’ye geldiğinde, Diamantidis’in artık yanında olmayışını kabullenmesi kolay olmadı. Takımı bu yılki Final Four, hatta şampiyonluk adaylarımdan biri olsa da Zeljko’nun hâlâ Diamantidis’i bulmaya çalıştığını düşünüyorum. Bugün bile, saha içinde konuşmadan onu anlayabilecek birini arıyor.

Nemanja Bjelica’nın, “Eğer hayatıma Svetislav Pesic diye biri girmeseydi, vasat bir oyuncu olurdum” açıklamasını Kızılyıldız’da oyun kurucu oynadığı dönemle birlikte mi ele almak gerek? Bu tarz özel yeteneklere sahip forvetleri kariyerlerinin ilk dönemlerinde bir numarada oynatmak hangi sıklıkta olumlu sonuç verir?

Şu an Avrupa’da Bjelica’dan daha komple bir oyuncu varsa, ben henüz kendisini izlemedim. Bjelica, Fenerbahçe Ülker formasıyla sahaya çıktığı bir maç içinde dört farklı pozisyonda oynayabiliyor. Artık NBA’de oynama ihtimali değil, ne kadar süre bulacağı tartışılmalı. Eğer doğru takıma giderse ve açık fikirli bir antrenörle çalışma şansı bulursa başarabileceklerinin limiti yok.

Bir oyuncuyu pozisyonuna göre sınıflandırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Eğer oyuncuları oyun karakterlerine göre ayırırsak Bjelica gibi ekstrem lakin başarıya ulaşmış örnekler görebiliriz. Oyuncu, maç esnasında kendisine verilen görevlerin ne kadarını uygulayabiliyor? Beklentinin dışına çıktığı oluyor mu? Birden fazla departmanda katkı verebilir mi? Bunun gibi sorulara cevap bulmalı. Zira oyuncuyu analiz ederken, 1-3-5 diye ayırmak işin sadece hücum kısmını öne çıkarıyor. Peki ya savunma?

Savunmak zor. Savunmak bambaşka bir beceri gerektiriyor. Zaten bu yüzden Ricky Hickman oyun kurucu görevini üstlenirken Nemanja Bjelica forvet pozisyonunda. Bana soracak olursanız, Hickman’ın hücumda bir numaralı pozisyonu Bjelica’dan iyi oynama ihtimali yok. Ama bakın burada sadece hücumdan bahsediyorum. Hickman’ın taktiksel yönü zayıf veya oyunu anlamıyor da demiyorum. Onunla her gün antrenman yapan Zeljko. Benim kanaatim sadece ve sadece Fenerbahçe Ülker hücumunu en iyi yönetecek oyuncu üzerine. Burada Nemanja’yı ilk opsiyon olarak yazarım, ardından da Emir Preldzic’i tepeye yerleştirebilirim. Ama savunmada Nemanja, rakip bir numarayı tutabilir mi? Çok zor. İki numarayı? O da pek mümkün değil. Bu sebeple oyuncuları 1-2-3-4-5 diye sınıflandırmak çözüm değil.

David Stern’ün 2000’lerin başında yaptığı “NBA’de eninde sonunda bir Avrupa Konferansı göreceğiz” açıklamasını mevcut komisyoner Adam Silver’ın da desteklediği biliniyor. Sizce böyle bir yapı mümkün mü?

Ben hayatın diyalektiğine inanırım. Değişim ve hareketin sürekliliği esastır. O yüzden gelecekte her şey mümkündür. Lakin biraz da realist olmak gerekiyor.

Basketbol, futbol gibi global bir oyun. Herkes bu oyunun Amerika’da doğduğunu biliyor. Futbol için insanların tak diye “İngiltere” cevabını verdiğini zannetmiyorum. Çünkü futbolda, ülkeler arasındaki farklılık yıllar ilerledikçe kayboldu. İspanyol, İtalyan, Alman takımları oyunda egemen hale geldiler.

NBA’de ise statü hâlâ farklı. Avrupa’yla politik ve lojistik anlamda işbiriiği yapmak isteyebilirler ama oradaki ekonomik koşulları burayla bağdaştırmak mümkün değil. En basitinden vergideki farklılıklar bile böyle bir oluşumun önünde engel bana göre. Dil bariyerinden bahsetme gereği bile duymuyorum.

Artık Avrupa’da oyuncular kariyer hedefi olarak NBA’i belirlemiyor. Şimdi okyanus ötesine gitmek istemiyorlar. Çünkü çok daha rekabetçi, çok daha iyi basketbol oynanan bir ligin parçası oldular. Köprünün altından daha çok su akması gerek.

David Blatt’in bu iki basketbol kültürü arasındaki entegrasyon sürecini hızlandıracağı aşikâr. Ancak benim sorum Ettore Messina’nın tercihi üzerine. Dört EuroLeague şampiyonluğu sonrası, 55 yaşında yardımcı antrenörlüğe yol alan bir kariyer… Siz yapar mıydınız?

Ben de 2002 Indianapolis’ten sonra, bir NBA takımından yardımcı antrenörlük teklifi almıştım. Hiç bakma öyle, isim veremem. Proje şuydu: Üç yıl boyunca asistan olacaktım, daha sonrasında ise takımın koçluğu bana verilecekti. Tabii, kariyerimde daha önce yardımcı antrenörlük yapmamışım. Karşı tarafa dedim ki; “Ya, ben kariyerim boyunca hiç asistan koçluk yapmamışken şimdi nasıl birinin yardımcısı olabilirim?” Yardımcı antrenörlük bambaşka bir uzmanlık alanı çünkü. Özel bir iş. Onun da kendine ait püf noktaları var. Bense bunların hiçbirini bilmiyorum. Teklifi reddetmek durumunda kaldım ve bir daha da NBA’e gitmeyi hiç düşünmedim.

Marc Gasol, MVP yarışında ismi en sık zikredilen adaylardan biri. Senelerdir “Marc, Pau’dan daha iyi” diyen biri olarak, haklı çıktığınızı düşünüyor musunuz?

Marc’la ilgili anım, Barcelona’da koçluk yaptığım döneme ait... Blaugrana’da bazen altyapıdakiler antrenman yapıyor, A Takım’dan ise kimse yok. Ben de tatile çıkmıştım, sadece yeni sezon öncesi fikir alışverişi şeklinde geçecek bir-iki toplantı için o gün Barselona’daydım.

Toplantı başlamadan önce antrenman sahasına indim, 6-7 tane çocuk idman yapıyor. Aralarından bir tanesi epey kilolu ve uzun. Onu tanımıyorum. Diğerlerine ise göz aşinalığım var. Sadece beş dakika izledikten sonra dönemin genel menajeri Antonio Maceiras’ın yanına gittim.

-Antonio, sahaya baksana.

-Ne oldu?

-Kim bu şişko çocuk? Nerede oynuyor?

-Pau’nun kardeşi o. Marc.

-Tamam da hangi takımda? Basketbol oynuyor mu? Lisesi Barselona’da mı?

-Pau’yla birlikte Memphis’te olduğunu biliyorum.

O gün toplantı çıkışında Marc’ı yakalayamadım. Ertesi gün Marc alt katta yine basketbol oynuyordu. Yanına inip kendimi tanıttım.

-Ben Svetislav, Barcelona A Takımı’nın antrenörüyüm.

-Merhaba Bay Pesic.

-Seni oynarken gördüm. Neden burada, Barcelona’da değilsin?

-Bilmem ki. Memphis’te oturuyoruz biz.

-Babana yarın benim ofisime gelmesini söyleyebilir misin? Konuşmamız gerek.

-Olur.

Hatırlıyorum; Gasol ailesinin tamamı Pau’ya odaklanmış haldeydi o dönem. Babası, annesi, hep beraber Memphis’te Pau’nun gelişimiyle ilgileniyordu. Marc’ın iyi bir basketbolcu olabileceğini düşünmemişlerdi bile. Babasıyla yaptığım görüşmede Marc’ın burada, benimle beraber kalmasını istedim. Babasının ilk sorusu, “Bay Pesic emin misiniz? Marc gerçekten iyi bir oyuncu olabilir mi?” oldu.

Pau hâlihazırda NBA kariyerine başladığından, ailesinin olaya bakışını da anlayabiliyordum. Ben uzun uzun anlatıp “Marc olağanüstü bir oyuncu olacak” diyene kadar da olumlu reaksiyon vermemişlerdi. Gelgitlerle dolu o dönem atlatıldı, Marc da liseden sonra profesyonel kariyerine Barcelona’da başladı. Ancak bu kez ben kulüple bazı anlaşmazlıklar yaşadım ve 2004-05 sezonu öncesi görevi bıraktım.

Marc’ın benden sonra göreve gelen Joan Montes ve Dusko Ivanovic’le problemi neydi, bilmiyorum. Barcelona’da süre bulamıyordu, sadece bundan haberdardım. Lottomatica’dan Girona’ya geçişimde Marc’ı, yine 1984-85 jenerasyonundan Victor Sada’yla beraber plana dahil ettim. İki sezonda da işler yolunda gitti. Eurocup’ı kazandık.

Marc’ı ilk gördüğümde dikkatimi çeken özelliği hızıydı. Kilolu ve yaşına göre çok uzun olmasına rağmen sahadaki herkesten daha mobildi. Bana hep Divac’ı hatırlattı. Karakteri, oyunu okuma gücü, her sisteme adapte oluşu, post-up oyunu, pasları, orta mesafesi… Hepsi kusursuzdu. Şimdi potansiyeline ulaştığını görüyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. Marc her zaman favori oyuncularımdan biri olarak kalacak.

2003 şampiyonluğundan sonra Sarunas Jasikevicius’un takımdan ayrılışı uzun süre speküle edildi. Bütçede kesintiye giden Laporta’nın başkanlığa seçilişi, kısa EuroLeague tarihinde domino taşı etkisi yarattı diyebilir miyiz? Saras takımda kalsa, Maccabi gibi bir süper güç yüksek ihtimalle ortaya çıkmayacaktı çünkü…

Biliyorum ki Sarunas bana hâlâ kızgın. Birisi ona “Pesic seni Barcelona’da istemedi, takımdan ayrılmanın sebebi o” demiş. Yıllarım ona gerçeği anlatmaya çalışmakla geçti. Ancak artık pes ettim çünkü beni dinlemiyor. Sarunas, başta menajeri olmak üzere, yaşananları ona aktaranlara göre bir algı oluşturmuş. Ne yapsam boş.

Ben, o sezon Sarunas’ı takımda tutmak istedim. Tüm benliğimle bu uğurda çabaladım. Dünya üzerinde herhangi bir oyuncu, ancak Jasikevicius kadar ‘winner’ ve bir o kadar da çalışkan olabilir. Ben neden böyle bir oyuncuyu kaybetmek isteyeyim ki?

Sezon sonunda iki yıllık kontratının bittiğini hatırlıyorum. Yanılmıyorsam opsiyonu da vardı. Onu kullanmayı tercih etmedi ve kulüple masaya oturdu. Ben kalması için çabalıyordum ancak Maccabi’den Barcelona’nın karşılayamayacağı kadar yüksek bir teklif aldığının da farkındaydım. Yönetim, Saras’a bir teklif yaptı. Üç yıllık kontrat, ancak yıllık bazda biraz daha az para kazanacağı bir sözleşmeydi. Kabul etmedi ve Maccabi’ye gitti. Hepsi bu.

Sırp ve İspanyol basınının yazdığı gibi yakın çevreme, “Sarunas yönetilemez biri” dediğim doğru değil. Bunları da şu an sorulduğu için söylüyorum. Olayın özeti: Sarunas’ın antrenörü onu kadroda tutmak istediği halde bunu başaramadı. Burada aynı gayreti göstermeyenler Barcelona yönetimi ve Jasikevicius. Dönemi iyi hatırlayanlar, yeni başkan Laporta’nın basketboldaki işleyişi tamamen değiştirdiğini; genel menajeri kovup yerine başkasını getirdiğini anımsayacaktır. Bu şartlar altında ben de çalışamayıp görevi bırakmamış mıydım zaten?

Neden Almanya harici herhangi bir ülkede iki seneden fazla süre görev almadınız? Yazıldığı gibi, hep mi finansal problemlerdi engel olan?

2000’de Almanya’daki kariyerimi sonlandırmaya karar vermemin nedeni ülke basketbolunun beklentilerime cevap veremiyor olmasıydı. Fazla hırslıydım, diğer ülkelerde antrenörlüğün nasıl olduğunu merak ediyordum. Barcelona ve Roma tercihlerim buna yönelikti mesela. Ailem şimdi olduğu gibi Almanya’da yaşamaya devam etti, ben ise ideallerimin peşinden gittim. Bayern Basketbol kurulmamış olsaydı, belki bugün Türkiye’de antrenörlük yapıyordum.

Özellikle Roma’da uzun yıllar kalmak istedim, başkan Claudio Toti’yle ilişkim çok iyiydi. Ancak orada da bir dönem sonra, aynı Almanya’daki gibi beklentilerim karşılanmadı. En basitinden Euroleague’e katılamıyorduk. Şehri çok sevmiştim ama olmadı.

Daha sonrasındaki Kızılyıldız tercihi ise yoğun baskının sonucunda geldi. Sürekli telefonum çalıyordu ve ana fikri “Hey, Svetislav. Kariyerini tamamlayacaksın ama daha kendi ülken Sırbistan’da bir takım bile çalıştırmadın” türü konuşmalardı. En sonunda ana dilimi konuşacak olmak ve ailenin kalanıyla beraber vakit geçirme düşüncesi ağır bastı. Kısacası duygusal bir seçimdi. Ancak Kızılyıldız dönemi de benzer sebeplerden iyi sonuçlanmadı.

Bir kere en başta Kızılyıldız’a gitmek istemiyordum. O dönem yönetimde çok iyi arkadaşlarım vardı. İlk başta takımın antrenörü kim olmalı diye benden öneri istediler. Takımın şu anki koçu Dejan Radonjic’in ismini verdim. Ancak kulüp o periyotta bir yönetim değişikliği geçirdiğinden, ses getirecek bir isme ihtiyaçları vardı. Kamuoyunu motive edebilecek, sponsorlara yönelik, hatta politik anlamda da kullanabilecekleri opsiyonları göz önünde bulunduruyorlardı. Dönemin Sırbistan Basketbol Federasyonu Başkanı Dragan Đilas ve Kızılyıldız’ın başkanı Nebojsa Covic’le görüştüm. Yalan söylemeyeceğim; ikisi de ısrar edince, “Tamam o zaman, bir sezonluğuna varım. Ancak daha sonrasında devam etmek istemiyorum” dedim. Bu şartlar çerçevesinde anlaştık. 2008- 09’un ardından da görevi bıraktım.

Bu kadar spekülasyon varken 32 yıllık antrenörlük kariyerinizin nasıl oldu da en azından birkaç senesi Türkiye’de geçmedi? Türk basınında on yılı aşkın süredir, özellikle milli takım ve Efes’i, Svetislav Pesic ismiyle yan yana görüyoruz…

Evet, Türkiye’den kulüp düzeyinde bazı talepler geldi. Efes de benimle görüşmek isteyen takımlar arasındaydı. Ama önüme hiçbir zaman ciddi bir teklif konulmadı. Burada paradan değil, oturup konuşmaktan bahsediyorum. Efes iki kez benimle ilgilendiğini söyledi ama teklif gelmedi. Durum böyle olunca da Türkiye’de takım çalıştıramadım.

Türkiye Basketbol Federasyonu’ndan gelen teklif ise ciddiydi. Biri Bayern’i devraldığım Kasım 2012’de, biri de 2013’te olmak üzere iki kez milli takım koçluğu için TBF ile görüştüm. Hatta federasyon yetkilileri beni Münih’te ziyaret etti.

TBF ile iki opsiyon üzerinde konuştuk. İlki, Bayern’de devam edip aynı zamanda milli takımı çalıştırmama dair bir teklifti. İkincisi ise Bayern’i bırakmamı ve İstanbul’a taşınmamı gerektiriyordu. TBF, ikisine de olumlu yaklaştı. Süreç baştan sona profesyonel ve kusursuzdu.

Sonra sıra bana geldi. O günün akşamında Uli Hoeness ve oğlum Marko’ya bu konuyu açtım. Teklifi detaylıca anlattım, Türklerin her iki opsiyona da sıcak baktığını söyledim. Hoeness ve Marko’nun konuya dair görüşleri benim aksime netti, hem Bayern’i hem de Türkiye’yi çalıştırmamı istemiyorlardı. Eh, insan günün sonunda yalnız kalıyor. Her iki teklifi de değerlendirdiğimde, kulüp takımında çalışmaya devam etmek istediğimi anladım. Bayern gibi bir projeyi bırakmak istemedim. Hâlâ bir kulüp takımı çalıştıracak kadar hırslıyım.

Yugoslavya basketbolunun son 30 yılında, neredeyse her jenerasyonda emeği bulunan biri olarak, oyuncu gelişiminde önem verdiğiniz detaylar neler? 1987 Dünya Gençler Şampiyonası öncesi Divac, Kukoc ve Radja’yı ağırlayan Zlatibor, şimdilerde bile üretime devam ediyor. Mirko Novosel’in, “Drazen bize çok maç kaybettirdi ama biz onun yeteneğine dair inancımızı hiç yitirmedik” sözü Yugoslavya basketbol okulunun çalışma prensibini özetliyor diyebilir miyiz?

Zlatibor tabii çok özel bir yer. Eski Yugoslavya döneminde neredeyse her takım, yaz kampı ve gelecek sezona hazırlık için oraya giderdi. Ruhani bir özelliği vardı demeyeceğim ama mental açıdan oyuncuları etkiliyordu.

Eskiden Yugoslavya’da istikrar esastı. Mesela şu an Nihat İziç’in Türkiye’de son 20 yılda başardıkları gibi, devamlılık arz eden bir durumdan bahsediyorum. İziç, her zaman Turgay Demirel’in gerisinde, arka plandadır ama bu onun modern Türk basketbolunun gelişimindeki lider rolünü gölgelemez.

Neyse, 1987’ye dönelim. Bildiğiniz gibi kadroda sadece Sırplar yoktu. Tüm Yugoslavya birlikteydi. O dönemden her hatıra bana Yugoslavya’yı hatırlatıyor ve konuşmak kolay değil. Dünyanın en iyi basketbol ülkesine sahiptik. Kukoc ve Divac 16-17 yaşlarındayken Avrupa’nın en kaliteli basketbolu Yugoslavya’da oynanıyordu. Herkes paradan ya da profesyonellikten ötürü İtalya’ya gitmek istiyordu ama oyun kalitesi ülkemizde çok başkaydı. En iyi oyuncular, takımlar… Eski Yugoslavya’da ‘Yalnız doğmadı’ diye bir tabir vardır. Bu oyuncular öyleydi. Dragan Kicanovic, Mirza Delibasic ve Kresimir Cosic gibi örnek alabilecekleri kişiler, rol modeller vardı. Bu isimler, Yugoslavya’nın basketboldaki etki alanını çoktan genişlemişti.

O dönem bütün oyuncuların aynı seviyede olduklarını hatırlıyorum. Zaman ilerleyip rekabet edilemez iş ahlâkı ve yeteneği birleşince, Toni Kukoc diğerlerinden farklı bir statü kazandı. Yine de Ilic, Dobraj ya da Pecarski’nin de Kukoc, Djordjevic, Divac ve Radja’dan geri kalır yanı yoktu. Ailelerle yaşanan problemler, sakatlıklar… Bunlar hep belirleyici etmenlerdi. En nihayetinde bazıları bir sonraki adımı attı, bazıları atamadı. Bir oyuncunun gelişimini iki karakteristik unsura bağlı görüyorum; sorumluluk duygusu ve bencil olmamak. Büyük oyuncuların hepsinde bu iki özelliği bulabilirsiniz. Mesela Dejan Bodiroga’yla Barcelona dönemimden bir anıyı anlatayım.

Dejan kariyeri boyunca bir takım oyuncusu hüviyetindeydi. Bilirdi ki takım arkadaşları yanında olmadan parkede fonksiyonu yoktu. Ettore Messina’nın Benetton’ına karşı yaptığımız bir maçta mola almıştım. “Bir sonraki hücumda Fucka’yla 5-down oynuyoruz” diyerek ‘two-sided’ için de Dejan’a işaret ettim. Bodiroga bana bakıp planı değiştirmemi istedi.

-Koç sanki 'two-sided' için Navarro daha uygun olur.

-Neden ki?

-Lütfen, Navarro’yla oynamayı deneyelim.

“Tamam, problem yok” deyip normalde kenarda olan Navarro’yu oyuna aldım. Maçı kazandık. Soyunma odasına gitmeden önce Dejan’ı durdurup, “Neden seti değiştirmemi istedin?” diye sordum. Dedi ki: “Çok basit. Maç sonunda zaten her türlü two-sided oynayacağız. Ben de o esnada oyunda olacağım. Öncesinde benim için Sarunas, Navarro, Fucka ya da Duenas hücumu yönlendirse daha iyi. Böylece rakip savunma maç sonunda sadece bana yoğunlaşmamış olur, daha kolay sayı üretirim. Maçı da kazanırız.” İşte bana göre çok iyi bir oyuncuyla, büyük oyuncuyu ayıran detaylar bunlar. Sorumluluğu kendisi değil, takımı için üstüne alan ve bencillikten tamamıyla uzak bir oyuncuydu Bodiroga. Takımda sadece kendisinin olmadığını biliyordu. Aynı Bulls’u tek başına yaratmayan Michael Jordan gibi.

Kari'nin Hikâyesi

Pek fazla bilinmiyor olsa da, Svetislav Pesic’in de bir lâkabı var: Kari. Sırp antrenörün çocukluk arkadaşı Milan Paunovic anlatıyor:

“Bir gün beraber sinemaya gittik. Dönemin en popüler aktörlerinden Harry Belafonte başrolde oynuyordu. Filmden o kadar etkilendikki baştan sona kadar gözümüzü kırpmadık. Dışarı çıktığımızda, hepimiz başrolde oynayanın ismini hatırlamaya çalıştık. Kısa bir süre için bulamadık. Başka isimler söylendi, Svetislav hepsine teker teker karşı çıkmıştı. En sonunda ismi hatırlamayı başaran da oydu. Sadece bir harf hatasıyla...

-Hayır, hayır. O değil. Kari. Kari Belafonte oynadı.

Svetislav, Harry değil de Kari deyince biz kahkahalara boğulduk. O günden beri lakabı Kari olarak kaldı.”

Sakız Ritüeli

“Sadece bir tane yok. Genellikle takım menajerimizin verdiği Eicke’yi tercih ediyorum ama dediğim gibi, değişebiliyor. Mesela ilk yarıyı geride tamamlamışsak, ikinci yarıya asla aynı sakızla çıkmam. Öndeysek eski sakız kalır, yeni bir taneyi ona ekleyerek çiğnemeye devam ederim. En çok mentollü olanları seviyorum.”

Bjelica: Pesic Hayatımı Değiştirdi

Şimdilerde Fenerbahçe Ülker forması giyen Nemanja Bjelica, MOZZART Sport’a verdiği röportajda kariyer gelişiminde en büyük payın Svetislav Pesic’te olduğunu söylüyor. 2008-09’da Pesic’le çalışan Bjelica, sezonun hatrı sayılır bir bölümünü oyun kurucu pozisyonunda geçirmişti.

“Koç Pesic, hayatımı değiştiren kişi oldu. Eğer onunla hiç tanışmasaydım, kesinlikle bugünkü konumumda olamazdım. Ortalama seviyede, vasat bir kariyer planlayabilirdim ancak. 2008’de Fenerbahçe Ülker’in başında Bogdan Tanjevic varken, orada deneme antrenmanlarına çıkıyordum. Fenerbahçe Ülker beni kadroya almadı ama Tanjevic, Pesic’le konuşarak Kızılyıldız’la antrenmana çıkmamı teklif etti. Belgrad’a gittim, ilk antrenmanın sonunda Pesic çok memnun kaldı. Hatta uzun süre Sırp olduğuma onu inandıramadım. Etrafa, ‘Bu çocuğu daha önce ben nasıl görmedim’ diye bağırıp çağırıyordu. O günün akşamında Kızılyıldız’la sözleşme imzaladım. Pesic antrenmanlarda uzun süre benimle ilgilendi ama bir türlü maçlarda süre bulamıyordum. Hatta ilk ay oynamadım bile. Sonra bir gün, Avusturya’da yaptığımız maçın molasında Pesic yanıma geldi ve beni 1 numara pozisyonunda oynatmak istediğini söyledi. Küçükken hep oyun kurucu oynardım ama bu seviye farklıydı. Elbette teklifini kabul ettim. Maçı kazanamadık ama karşılaşma sonunda Pesic, ‘Bugün belki galip gelemedik. Problem değil. Bjelica’yı kazandık’ demişti. Hiç unutmuyorum. Onunla beraber çalışmak benim için büyük mutluluktu.”

Socrates Dergi