
Bay Robot
12 dk
Ivan Lendl hep başarılı oldu ama asla çok sevilmedi. Yine de bu, tenis tarihini değiştirmesine engel olamadı.
“Bu adam sana yardımcı olabilir!”
Satranç ustası baba, oğluna döndü ve böyle dedi. Kortta oynanan satrancı ona en iyi şekilde öğretebilecek kişinin Wojtek Fibak olduğunu düşünmüştü. O sırada Prag’da, Çekoslovakya ile Polonya arasında oynanan 1978 Davis Kupası maçlarını takip ediyorlardı. Polonyalı Wojtek Fibak, Çekoslovakya erkek tenisine 1970’lerde altın çağını yaşatan Jan Kodes ve takım arkadaşı Jiri Hrebec’e deplasmanda set dahi vermemiş, muhteşem oynamıştı. Onların izinden gitmek isteyen birçok genç tenisçi adayı şaşkındı. İşte o gençlerden birisi de babasıyla birlikte idollerini izlemeye gelen Ivan Lendl olmuştu. O, günün birinde dünyanın en iyisi olmak istiyordu...
Tenise ilgili bir ailede yetişen Lendl, halihazırda dünyanın gençler seviyesindeki en iyi oyuncularındandı. İlk izlenim olarak; klasik bir Doğu Avrupalı görüntüsünden uzak, kendine güvenli ve korkusuzdu. Fakat hedeflediği şeyi başarmak için değiştirmesi gerekenler vardı. Bunun için de babasının tavsiyesine uydu ve Wojtek Fibak’tan destek istedi. Polonyalı, hiçbir zaman kortta en iyilerden olmamıştı ama uzun yıllar ilk yirmi seviyesinde oynamasını sağlayacak bir taktik zekâya sahipti. Lendl kısa süre sonra, 1978 Fransa Açık oynanırken onun yanına gitti ve “Dünyanın bir numarası olmak istiyorum, bana yardım eder misin?” diye sordu. Telefonla ulaştığımız Fibak, “Ivan o sıralar Yannick Noah’la birlikte dünyanın en iyi iki junior oyuncusundan biriydi ancak hedefine ulaşması için yapmamız gerekenler vardı” diyerek o günleri hatırlıyor. Sonrası malum; görevi kabul etti ve oyunculuk kariyeri sürmesine rağmen, Lendl’la da ilgilenmeye karar verdi.
Maske
Bu yeni yolda, Lendl için kaçınılmaz değişimlerden ilki, ağırlıklı olarak slice vurduğu backhand kanadıydı. Yeni mentoru eşliğinde yaptığı ilk çalışma da oyununa adapte ettiği topspin backhand’di. Bu dönüşüm esnasında vuruşu iyi yapamadığını düşünüp sonrasında sinirden ağladığı maçlar bile oldu ancak başarmıştı. Ivan Lendl böylece, onu baseline’da oynanan modern güç tenisinin öncüllerinden biri haline getirecek cephaneliğini tamamladı. Fibak ise onu eleştirmekten geri durmuyordu. Ona göre, öğrencisinin Jimmy Connors veya John McEnroe gibi bir doğal yeteneği yoktu, Bjorn Borg kadar çabuk da değildi ama müthiş bir oyun zekâsı ve tanrı vergisi bir forehand’i vardı. Fibak’ın planı, Lendl’ı geri çizgide hiç hata yapmayan bir makineye dönüştürmekti. Bu planı uygularken bir yandan da güçlü fakat istikrarsız ilk servisiyle ilgilendi. Neyse ki Ivan sahip olduğu çalışma disipliniyle, bu yeni yüklemelere iyi reaksiyon vermişti. Makine, yavaş yavaş büyük sahneye hazırlanıyordu.
Bir Polonyalı olarak Fibak, 1980’lerin başında bir tenisçinin yaşaması gereken yerin ABD ve Avustralya gibi ‘rahat’ ülkeler olduğunu düşünüyordu ve bunu öğrencisine de öğütlemişti. Ivan’ın Çekoslovakya’nın baskılı atmosferinden çıkması önemliydi. Ülkesiyle birlikte 1980 Davis Kupası’nı kazandıktan sonra, Çekoslovakya hükümeti ona ABD’de yaşama izni verdi.
Lendl, bir süre mentorunun New York’taki evinde kaldı ancak artık iyi para kazanıyordu ve dünyanın uzak ucunda kendine ait bir yaşam kuracak güce sahipti. Uzun yıllar Ostrava’da yaşamış ve ağır metal sanayisinin sebep olduğu hava kirliliğinden şikâyet etmişti. Dolayısıyla küçük ve şirin Greenwich, Connecticut aradığı yerdi. O, günümüzün yıldızları gibi yaşayan, beslenen ve fiziksel durumuyla ilgilenen ilk tenisçiydi. ABD’de kendine kurduğu izole hayat bunu rahatlıkla sürdürmesine olanak verdi.
Yine o yıllarda Adidas’la yaptığı sponsorluk anlaşması da tenis dünyasındaki ilk milyonluk imzalardan biriydi. Lendl, belki farkında değildi ama bir anlamda hem geleceğin oyununu hem de sporcu yaşamını modelliyordu.
Fakat kort içindeki soğuk ve bir robotu andıran tepkisiz hali -özellikle de ABD’de- epey garipsenmişti. Seyirci Lendl’ı bir türlü içine alamıyordu. Dönemin yakın tanıklarından tenis tarihçisi Steve Flink onun için, “Kortta sanki ofisine gelmiş ve işini bitirmek isteyen bir çalışandı” benzetmesini yapıyor ve ekliyor: “John McEnroe ve Jimmy Connors gibi rakipleri, seyirciye oynamayı çok iyi biliyordu. Lendl bu sebeple hep biraz uzak göründü.” Ancak Wojtek Fibak bu durumun sebebinin kortta başarıya ulaşmak için kendilerince yaratılmış bir maskeden fazlası olmadığını söylüyor. Ona göre Lendl, hiçbir zaman dışarıdan göründüğü gibi bir karakter değildi ve aksine harika bir espri anlayışı vardı. Hatta tahayyül etmesi zor olsa da bu ikili zaman zaman çılgınlar gibi gülüyordu. Mentoruna göre, kortta eğlenirse kazanamazdı. Bu, onun yolu değildi. Yani seyircinin onu bağrına basmayışının sebebi olan şey, aynı zamanda onu başarılı kılıyordu.
İstikrar
Zaten amacı olan bir numaraya ulaşması da çok uzun sürmedi. Ivan Lendl, 28 Şubat 1983 tarihinde açıklanan dünya sıralamasında artık tepedeydi. Henüz bir Grand Slam kazanmadan bunu yapması biraz garipsenmişti ancak kariyeri boyunca onu tanımlayan yüksek istikrarı bunu sağlamıştı. Fakat bu durum, üzerinde yepyeni ve kırması gereken bir baskı oluşuyordu. 1981 yılında Björn Borg’a kaybettiği Fransa Açık Finali’nden başlayarak, oynadığı ilk dört Grand Slam finali de hüsranla sonuçlanmıştı. Lendl karakterinde bir sporcu, bunu kaldıramazdı.
1984 Fransa Açık final maçı oynanırken de Lendl’ın sinir bozucu kaybetme serisi beş maça çıkacak gibiydi. John McEnroe turnuva boyunca kariyerinin en iyi toprak kort performansını sergilemiş ve finalde de setlerde 2-0 öne geçmişti. Ancak ne olduysa Ivan Lendl geri dönüp maçı beşinci sette 7-5’lik skorla kazanmayı başardı. McEnroe’nun “Hâlâ bazı geceler aklıma gelip beni uyutmayan, kariyerimin en kötü mağlubiyeti” diye hatırladığı maç, Lendl için yeni bir sayfanın açılması demekti. Belki tüm tenis hayatının en kritik galibiyetini almış ve büyük rakiplerine gözdağı vermişti. Makine artık kazanıyordu...

Ancak Lendl tenis yaşamı boyunca toplamda 19 Grand Slam finali oynamasına rağmen bunlardan sadece sekiz tanesini kazanabilecekti. Steve Flink’e, onun kadar üst düzey bir oyuncu için bu kadar fazla final kaybetmenin normal olup olmadığını sorduğumuzda cevabı çok basitti: “Çevrenizde tarihin en iyi oyuncularından bazıları varsa bunda utanılacak bir şey yok.” Zaten Lendl’ı en iyilerden biri yapan şey de kazandığı final maçlarından çok, o maçlara çıkabilme ve tepede kalabilme konusundaki istikrarıydı.
Büyük istikrarının ona çok yardımcı olmadığı tek yer ise Wimbledon’ın çimleri oldu. Yıllar içerisinde Avustralya Açık, Fransa Açık ve Amerika Açık’ta kazanmayı başarmış ancak kariyer slam’ini bir türlü tamamlayamamıştı. 1978 yılında gençler seviyesinde şampiyonluğa ulaştığı, Çekoslovakya’da küçük bir çocukken izleyip büyülendiği turnuva, kâbusu olmuştu. 80’li yıllarda tarihin en iyi çim kort oyuncularından bazılarına denk gelmesi de diğer şanssızlığıydı. 1982 yılında şakayla karışık yaptığı “Çim, inekler içindir!” açıklaması peşini hiç bırakmadı ve Wimbledon ondan, oynadığı iki finalde de intikamını aldı. Hatta Lendl, 90 ve 91'de favorisi olduğu iki Fransa Açık’tan çekilerek çim kortta daha uzun süre antrenman yapacak ama yine de altın sarısı kupaya hiçbir zaman ulaşamayacaktı.
Devrim
Lendl dünyanın en iyi tenisçilerinden biri olmak için Amerika’ya yerleştiğinde sene 1981’di. Burada geçirdiği yıllar, onu ilk hedefi olan dünya bir numarası koltuğuna çıkartmış ve orada 270 hafta kalmasına fırsat vermişti. Bu, önce Pete Sampras ve sonra Roger Federer kırana kadar bir rekor olarak kalmaya devam edecekti. Birçok otorite onun tenise profesyonelliği getiren oyuncu olduğunu söylerken Steve Flink bunu bir adım öteye götürüyordu. Flink’e göre Ivan Lendl, tenis tarihinin gördüğü en büyük dönüşümü yaratan oyuncuydu. Şimdilerde çok sık kullanılan, güçlü bir ilk servisle girip sonrasında geri çizgiden forehand’le puanı bitirme kombinasyonunu modernize etti ve alttan gelen birçok oyuncuya ilham verdi. Fakat seyirciler tarafından çok benimsenmemeye hep devam etti. Bu sadece Amerika’yla da sınırlı değildi. Tek kanal döneminde, TRT mikrofonları aracılığıyla Türkiye’de tenisin sesi olan Fahri İkiler de bu durumu, “Lendl’ın o yıllarda sevenlerinden çok, takdir edenleri vardı” diye hatırlatıyor. Ancak o, bunu hiçbir zaman kafasına takmadı ve kortta işini yapmaya devam etti.
Lendl da tıpkı kendisinden önce aynı yolu izleyen vatandaşı Martina Navratilova gibi, kendini asla Çekoslovakya’ya ait hissetmemişti. Fakat Navratilova 1981’de ülkesiyle bağlarını tamamen kopartırken, Lendl 1980’lerin ortasına kadar takım mücadelelerinde Çekoslovakya adına oynamayı sürdürdü. Wojtek Fibak’ın, “ABD’nin Ivan’ı değiştireceğini biliyordum ve öyle de oldu. Zaten kısa sürede bir Amerikalıdan daha Amerikalı olmuştu” sözlerine rağmen, Lendl’ın çok istediği vatandaşlığı alması yıllar aldı. Mentorunun tavsiyesine uyarak geldiği ülke onun eviydi ve 1992 sonrasında, kortlarda ‘yeni’ ülkesini temsil etti. Aslında bu, sadece pasaport değişiminden ibaretti. Ancak yeni vatandaşlığı sonrası tenis kariyeri çok uzun sürmeyecek ve bitmek bilmeyen sırt ağrıları sebebiyle, 1994 yılında, sadece 34 yaşında tenise veda edecekti.
Hoca
Onun kitabında kortta eğlenmek yoktu ve problemli sırtıyla, iddiasız şekilde oynamak yapabileceği bir şey değildi. Bunun yerine üst seviyede mücadele edebileceği başka bir spora, golfe yöneldi ve irili ufaklı turnuvalar kazanacak kadar aşama kaydetti. Ama kortta yapacakları henüz bitmemişti. Onu tüm zamanların en iyilerinden birisi yapan tenis zekâsını antrenör olarak kullanmak için de uzun yıllar bekledi, ta ki Andy Murray gelene kadar.
Murray ve Lendl’ın kariyerleri ilk planda müthiş benzerlikler içeriyordu ve bu birliktelik basının ilgisini hemen çekmişti. Tıpkı Lendl’ın kariyerinin başlangıcında çevresini saran Borg, Connors, McEnroe üçlüsü gibi onun başı da rakipleriyle dertteydi. Federer, Nadal ve Djokovic’in varlığı zirvede nefes almasını imkânsız kılıyordu. Geçmişte, tarihin en iyilerinden bazılarının arasından sıyrılmayı başaran Lendl, Murray’nin de bunu yapmasına yardımcı olacak doğru kişiydi. Lendl’a göre, İskoç tenisçi artık kazanmak istiyordu ve sıkı çalışmanın öneminin farkındaydı. Onda sanki kendisini görmüştü.
Murray’nin büyük sahnede kazanmaya başlaması için yapması gereken ilk şey, kortta duygularını daha az göstermekti. Lendl, bir zamanlar Wojtek Fibak’ın onun için yaptığını Andy için yaptı. O da ilk Grand Slam şampiyonluğunu tıpkı hocası gibi oynadığı ilk dört finali kaybettikten sonra, 2012 Amerika Açık’ta kazandı. Lendl, kupa töreni esnasında Arthur Ashe Stadyumu tribünlerinden öğrencisine bakıyor ve belli belirsiz gülümsüyordu. Ne de olsa o baskıyı ve sonrasında gelen rahatlamayı ondan daha iyi kimse bilemezdi...
Fibak: Porsche’ne Ne Oldu?
“Ivan dışarıdan soğuk ve acımasız görünür ancak bu tamamen medyaya verdiği imajla alakalı. Hiç unutmam, bir keresinde Connecticut’taki evine gittim. Yeni aldığı arabası kapının önündeydi ve inanın bana hiç iyi görünmüyordu. Ona; ‘Ivanko, Porsche’ne ne oldu?’ diye sorduğumu hatırlıyorum. Meğerse yolda karşısına çıkan bir sincabı ezmemek için direksiyonu kırmış ve tam kafadan ağaca girmiş. Onu biraz yakından tanıyınca bu yaptığına hiç şaşırmıyorsunuz.”