Ben Fatih, Burası Da Türkiye...

27 dk

Fatih Tekke, Türk futbol tarihinin en önemli golcülerinden biri. Memleketi, ülkesi ve mesleğiyle ilgili de anlatacak çok şeyi var. Söz, kendisinde.

Fatih Tekke'yi izlerken bazı şeyleri anlamak kolay değildi. Örneğin bir santrfor için boyu uzun sayılmazdı. Ama hava toplarında kusursuzdu. Büyük bir golcüydü ama bir 10 numaranın oyun görüşüne de sahipti. Solak mıydı yoksa sağ ayağını mı tercih ediyordu? Attığı goller cevabı bulmamıza hiçbir zaman yardımcı olmadı. Bir de işin saha dışı tarafı vardı tabii… A Milli Takım'da neden uzun süreler forma giyememişti? Zenit'ten daha iyi bir seçeneği yok muydu?

Bursaspor'un yeni teknik direktörüyle, tam da bu göreve getirilmesinden iki gün önce, Trabzon'dan yola çıktık ve saha kenarına kadar uzun bir yolculuk yaptık. Yolda, anlamakta zorluk çektiğimiz püf noktalarını sormayı ihmal etmedik…

İlk olarak futbola başlama hikâyenizi merak ediyoruz. Babanızın işi gereği taşınmanızla başlıyor macera, değil mi?

Ya anlatayım anlatmasına da Z Kuşağı bunlarla ilgilenmez ki…

Hocam, sizin gibi bir golcünün futbola nasıl başladığını herkes merak eder. Biz de enine boyuna bu konuları konuşmaktan çok zevk alıyoruz.

Neyse, eğer okuyucular sıkılmayacaksa anlatayım hızlı hızlı. Babam Bayındırlık İskân Müdürlüğü'nde makine mühendisiydi. İşi gereği Trabzon Merkez'e gelmiş, lojmana taşınmıştık, sene 1983. Abilerim Telekom'da futbola başlamıştı. Git-gel, git-gel sonra da beni yazdırdılar. Orada dört buçuk sene futbol oynadım ve Trabzonspor'a transferim gerçekleşti. Trabzon'da A Takım'a çıkışım da üç seneye yakın sürmüştü, 17 yaşındaydım.

A Takım'a çıktığınızda forvet değilsiniz sanırım.

Yok, orta sahadaydım. Rahmetli Özkan Sümer ile oldu forvete geçişim. 10 numara, serbest oyuncu gibiydim. Özkan Hoca yanıma geldi bir gün, "Sen 10 numara değil, forvet olmalısın" dedi. Mehmet Ali Yılmaz Tesisleri yeni yapılıyordu o dönem, o sahanın ortasında konuşmuştuk, unutmuyorum. Sonra beni dört-beş ay forvet çalıştırdı, Altay'dan döndükten sonra da tamamen forvet oldum.

Özkan Sümer ile yolu kesişmiş birçok isimle konuştuk. Yusuf Yazıcı, Hami Mandıralı, Şenol Güneş… Hepsi kariyerinin dönüm noktası denebilecek anlarda onun adını anıyor. Nasıl oluyor da bir kişi bu kadar fazla yeteneği görebiliyor?

Oyunculara biraz baktığınızda belli bir fikriniz oluyor. Potansiyelleri, mevkileri, sahada yapabilecekleri… Bir de bu konuda titizseniz ve geleceği görebilme öngörünüz varsa, Özkan Sümer gibi farklı noktalara gidebilirsiniz. Dedim ya ben mesela çocukluğumda hep 10 numara olarak oynadım, Maradona gibi oyuncu derlerdi mahallede. Yani zaten potansiyelli bir oyuncuyken forvete geçişimle daha farklı bir şeyler ortaya çıktı belki de. Allah rahmet eylesin, Özkan Hoca benimle konuştuğunda şöyle bir cümle kurmuştu: "Bu yeteneklere sahip beş-on tane orta saha oyuncusu olur ama forvet oyuncusu bir-iki tane olur dünyada." İddialı cümleydi tabii… Biz dediğini ne kadar yerine getirdik, tartışılır.

Siz ne dersiniz onunla ilgili?

Bütünden ziyade oyunun parçalarıyla bu kadar ilgili Türkiye'deki birinci insandır. İkinci değildir. Futbola inanılmaz derecede zaman harcayan, kendini çok geliştiren ve adayan bir insandı. Türk futboluna vermek istedikleri tam olarak anlaşılmamış fakat buna rağmen işin duayeni olmuş biridir Özkan Sümer.

"Özkan Sümer, bütünden ziyade oyunun parçalarıyla bu kadar ilgili Türkiye'deki birinci insandır. İkinci değildir."

"Özkan Sümer, bütünden ziyade oyunun parçalarıyla bu kadar ilgili Türkiye'deki birinci insandır. İkinci değildir."

"Türk futboluna vermek istedikleri tam olarak anlaşılamadı" dediniz. Gariptir, bundan birkaç ay önce Şenol Hoca ile konuştuğumuzda çok benzer bir noktaya temas etmişti. Türk futbolu neden Özkan Sümer'den daha çok faydalanamadı?

İcraat yapmak isterken sıkıntılar çekti sıklıkla. Ama bu sıkıntıları zannetmiyorum ki sadece Özkan Hoca çekmiş olsun. Sistemin kendisi, değerli olan şeyleri önemsemez, önemli olan şeyleri değerli kılar. Türkiye'nin kendine has bir özelliğidir bu. Kendinizi ne kadar çok geliştirirseniz, o kadar doğru yerlere geleceksiniz demek değildir. Ancak öldükten sonra birileri çıkar ve sizin için güzel cümleler kurar. Ama yaşarken bunun değeri çok anlaşılmaz. O yüzden Türkiye'nin Özkan Sümer'den yeteri kadar faydalanamaması ülkemiz için çok şaşılacak bir durum değil. Ülke icraat yapmak isterken sıkıntı çekenlerle dolu.

Trabzonspor günlerinize geri dönersek, 17 yaşında A Takım'a yükselmiştiniz ve Trabzonspor yakın tarihinin en iyi kadrosunda kendinize yer bulmaya çalışıyordunuz. Nasıldı o isimlerle birlikte oynamak?

O zamanın kadrosu… Oohoo! Tarihin en iyi kadrolarından biriydi. Ogünler, Abdullahlar, Tolunay Abiler, Ünal Abiler, Hami, Küçük Orhan, Büyük Orhan, Şota, Arçil, Lemi Abi… Çok ama çok farklı bir ekip. O kadroya daha 17 yaşında girmek garipti tabii. O dönem Türkiye'de futbola olan bakış, futbolun oynanış şekli ve o günün fırsatları farklıydı.

Çok başarılı oyuncular, müthiş bir kadro fakat mutlu sonla bitmeyen dramatik bir sezon. Neler hatırlıyorsunuz Fenerbahçe maçından?

Şehirde maç öncesi akılalmaz bir ambiyans var. Eskiden çok daha gergin geçerdi maçlar. Taraftar şampiyonluk istiyor, takım şampiyonluk istiyor, şehir inat etmiş şampiyonluğa. Toplanan puan ortada, oynanan oyun ve oyuncu kalitesi ortada. Çok hazırdık şampiyonluğa… O maç ben de kadrodayım ama hastaydım, kulübenin arkasında duruyordum. Maçla ilgili aklımda kalan en net görüntü ise Rüştü Abi. Öyle toplar kurtarıyor ki… Orhan Abi'nin atamadığı, öbürünün vurduğu, kaçanlar, gidenler derken artık vurulmayan topları bile kurtaracak noktaya gelmişti.

Üzüntümüz, kızgınlığımızla birlikte şehrin beklentilerinin ve umutlarının çöktüğü bir maç. Herkesin hastalandığı, sinirden uyuyamadığı bir gece. Yine de beni tüm bunlardan daha çok üzen bir şey varsa o da takımın sezon sonunda dağılması. Trabzonspor'u bence o sezon alınamayan şampiyonluktan çok, o takımın dağılması etkilemiştir.

Şampiyonluk gelse muhtemelen ne o takım dağılırdı ne de Trabzonspor'un şampiyonluk sayısı aynı kalırdı.

Öyle, öyle… Takımdaki hemen herkes milli takım oyuncusuydu. Kenarda bekleyenlerden başka takım yaparsın ama beklemek zorundalar, fırsat gelmiyor çünkü. Bir de takımın iyi olması başka bir şey, takımın iyi performans göstermesi başka bir şey. Çok iyi hatırlıyorum, oynadığımız hemen her maç otuz dakikalık bir bölümü kapatırdık. Rakip takım gelemezdi o otuz dakikada. Ama dağıldı işte.

"Bir de takımın iyi olması başka bir şey, takımın iyi performans göstermesi başka bir şey. Çok iyi hatırlıyorum, oynadığımız hemen her maç otuz dakikalık bir bölümü kapatırdık."

"Bir de takımın iyi olması başka bir şey, takımın iyi performans göstermesi başka bir şey. Çok iyi hatırlıyorum, oynadığımız hemen her maç otuz dakikalık bir bölümü kapatırdık."

Siz de o sezondan biraz sonra Altay'a kiralık gidiyorsunuz ve milli takıma çağrılmanız da aynı döneme denk geliyor. O zaman Anadolu'dan milli takıma giden yol da hayli uzun halbuki...

Şampiyonluğun kaçtığı seneden sonra bana 'Bu problemli çocuk, gönderilsin' diye bakıldı, benimle birlikte yetenekli birkaç genç oyuncu ayrılmak zorunda kaldı. Ben Altay'a gittim ve orada ciddi bir performans sergiledim. Örneğin bir Galatasaray maçı vardı üç gol attığım. O sezon genel olarak iyiydim ve ödülü de milli takım oldu. Buradan ilerleyerek devam ederiz diye düşünürken Dardanel maçında ayağım kırıldı ve bir sene topa dokunamadım. Hazırlan, yavaş yavaş eski formuna dön derken Antep'e gittim. Orada çok iyi iki sezon ve tekrar Trabzon'a dönüş...

Problemli çocuk algısı nereden geliyordu?

Ben gayet normal bir insan olduğumu düşünüyorum ama Türkiye'de çok normal olmak problem görülüyor genelde. Bilerek olduğunu hatırlamıyorum ama bilmeyerek tabii ki hatalar yapıyordum. Agresif, haksızlığa dayanamayan, verilen sözlere inanan ve yalana tahammül edemeyen bir çocuktum. Bakıyorum, hâlâ da öyleyim. Ama bugün verdiğim tepkiler değişti. O zamankiler, 17-18 yaşındaki birine göre normal, çocukça tepkilerdi. Farklılıkların etkisiyle problemler yaşıyorsunuz ama ben problemli biri değildim. Problem yaşamak, problemli çocuk olmak anlamına gelmemeli.

Var mı aklınızda kalan bir problem?

İsmi lazım değil, maç öncesi hoca çağırıyor, "Yarın şöyle oynayacağız, sen burada oynayacaksın" diyor. Yarın oluyor, bakıyorsun 11'de yoksun. İnsanlar inanmayabilir buna ama böyle en az beş-altı olay yaşadım. Ee? Senin bu söylediğin yalan değil mi peki? Yalan. Dedim ya yalana tahammülüm yok. Yalan gördüm mü kızıyorum. Kızınca da işte… Hata yapıyorum. Buna hakkımız var mıydı yok muydu tartışılır ama hatırladıklarım böyle.

Gaziantepspor'la müthiş bir çıkış yakalamıştınız, neredeyse şampiyon olacaktınız.

Bireysel performans olarak Altay'ın çok iyi geçtiğini söylerim hep. Ama Antep'in ilk yılı onun da üzerinde geçmişti ki dediğiniz gibi şampiyon olacaktık belki de. Fenerbahçe maçını kazansaydık şampiyon olur muyduk bilmiyorum ama ciddi bir avantaj sahibi olabilirdik.

O maça gelirsek; nasıl oldu da yirmi dakikadan kısa sürede dört gol birden yedi takım? Tabii devre arasında Fenerbahçe taraftarı takımına çok büyük bir destek verdi ama sizde de meydana gelen bir el-ayak bağlanması durumu muydu?

Valla… Yani ne diyeyim ki? 62. dakika 3-0, 82. dakika 4-3. Bu tabloya çok da bir şey diyemiyor insan. Yediğimiz goller inanılmaz, kaçırdığımız goller daha da inanılmaz. Çok üstün oynadığımız bir maçtı. 3-1 olunca biz kaçırmaya devam ettik ama 3-2 olunca taraftar daha da devreye girdi ve olan oldu. Ne olursa olsun o maçı galip bitirmek gerekirdi, nasip olmadı.

Herhalde az önce konuştuğumuz iki Fenerbahçe maçı ve bir de Anorthosis maçı en çok üzüldüğünüz üç maçtır, değil mi?

Ben yenilgiyi kabul edemeyen bir insan olduğum için yenildiğimiz her maçta çok üzülüyordum. Ama Anorthosis maçının öncesinde bir hikâye vardır, ondan beni çok üzer. İkinci maç öncesinde hiç tanımadığım biri yanıma gelip "Bu maçta yenilirseniz Trabzonspor'a olan tüm sevgimi, çocuğumun sevgisi ile birlikte Avni Aker'e gömeceğim" demişti. Ben sakattım ilk maçta, ameliyatlı şekilde oynamıştım.

Sonraki hafta da fiziksel olarak iyi değildim ama ilk dakikalarda gol nasip olmuştu bana. Hatta son dakikada da nasip oldu ama hakem ofsayt dedi. İşte tam orada büyük bir yıkım yaşamıştım. Hakem ofsayt bayrağını kaldırdığı gibi, o adamın yanıma gelip söyledikleri kafamda belirdi. Çok üzülmüştüm o gece, uyuyamadım.

Anorthosis maçlarının olduğu sezondan aklımızda net bir imge canlanıyor: Gökdeniz Karadeniz – Fatih Tekke ortaklığı. Türkiye'de herkesin izlemekten, birlikte görmekten keyif aldığı bir ikili. Bugünden bakınca bu ikiliyi tarihte nereye koyarsınız?

Kadro yapılarına, o günün takımları ve bizim takımımızın arasındaki güç farkına baktığımızda, oyun etkinliği olarak bu ikiliyi ilk sıraya yazabilirim. Çok yetenekli bir oyuncuydu Gökdeniz. Eğer iki yetenekli oyuncu birbirini anlar ve aralarında bir ritim oluşursa bu tarz özel bağlar kurulabilir. Bugünden bakınca da özel şeylerin oluştuğunu ve oyun etkinliği olarak önemli bir uyumun olduğunu görebiliyorum. Birbirini çok iyi anlayan ve yetenekli bir ikiliydik fakat gariptir, "Gökdeniz'le dışarıda bir çay içtin mi abi?" deseniz, yok, içmedik. Herkes bizi öyle zanneder fakat dışarıda hiç öyle büyük sohbetimiz olmazdı. Ne oluyorsa sahada oluyordu.

"Bugünden bakınca özel şeylerin oluştuğunu ve oyun etkinliği olarak önemli bir uyumun olduğunu görebiliyorum. Birbirini çok iyi anlayan ve yetenekli bir ikiliydik."

"Bugünden bakınca özel şeylerin oluştuğunu ve oyun etkinliği olarak önemli bir uyumun olduğunu görebiliyorum. Birbirini çok iyi anlayan ve yetenekli bir ikiliydik."

Nasıl yani, Rusya'da da mı hiç birlikte çay içmediniz?

Yani dışarıda içmedik en azından. Kazan'a transfer olduğumda birkaç kez evime davet etmiştim, yemek yemiştik. Gökdeniz benden biraz küçük, bizim bir alt yaş grubuyla daha iyi anlaşıyordu genelde. Ama saha içindeki uyumumuzdan dolayı saha dışını da öyle sanıyordu insanlar normal olarak.

Hazır konu Rusya'dan da açılmışken, orada daha huzurlu bir futbol hayatınız oldu mu?

İlk gittiğim yıllarda hiçbir ortak nokta bulamadığım için zorlandım. Hiçbir şey yoktu… Ne İngilizce ne Rusça. Tercüman var ama sahanın içinde değil ki. Anlaşabileceğin insan sayısı az. Durmadan bir sorgu halindesin, her şeyi soruyorsun ama dil olmadığı için anlaşamıyorsun. Anlaşamayınca kavga gürültü oluyor. Ailemi getiremediğim için zaten sinirim bozuk, üstüne kültür çok farklı ve haliyle yemekler değişik. Yani nereden baksanız ilk zamanlar çok ama çok zorlu geçmişti. Fakat geriye baktığımda kariyerimde iz bırakacak şeylerin çoğunun oradan geldiğini görmek beni mutlu ediyor.

O dönemlere bakınca genelde tek tük gazete haberleri aklımıza geliyor. Rusya Ligi'nin yayın hakları olmadığı için sadece "Fatih Tekke attı, Zenit kazandı" haberlerinden ibaret bir anlatısı vardı Rusya kariyerinizin. Rusya'daki maceranızın yeteri kadar değer görmediğini düşünüyor musunuz?

Türkiye'de oynarken değer verildi de mi Rusya'da oynarken verilecekti Allah aşkına… Çok önemi yok. Futbolu biraz bilen, futbolla ilgilenen insanların teveccühü benim için en önemlisi. Hangi takım olursa olsun; Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı beni görünce bu teveccühü gösteriyor. Daha farklı bir değer olabilir miydi? Olabilirdi. Telefonların çıkışı, sosyal medyanın hayatımıza girişi ve tüketimin artması bugünkü sporcuları da farklı bir noktaya taşıyor. O döneme ait şeyler o dönemde yaşandı ve bitti. Bu döneme ait şeyler bu dönemde biraz daha farklı şekilde yaşanıyor ve bitecek. Her dönemi kendi içerisinde değerlendirip ona göre bir tahlil yapmak lazım. Fakat neticede pişmanlıklar var mı? Var. Kazanımlar var mı? Çok var. Kaybettiğimizi düşündüğümüz şeyler var mı? O da var. Ama hayat zaten tam olarak böyle bir şey. Geçmişe yapacak bir şey yok.

Değer görmek deyince… A Milli Takım neden Fatih Tekke'den yeteri kadar yararlanamadı, Fatih Tekke neden yeteri kadar A Milli Takım'a çağrılmadı?

Ben milli takıma aslında çok gittim de… Şimdi bu cümleyi kurarsam millet yanlış anlayacak… O yüzden şöyle diyeyim: Ben çok gittim ama hep sakatlandım! Elli kere gittiysem yirmi defa sakatlandım ve kadrodan çıktım. Toplamda otuz kere A Milli olamadım sanırım. Neyse, çok önemli değil. Benim için sayıların hiç önemi yok. Burası Türkiye, bizim ülkemiz. Daha söylenecek ne var...

"Ben milli takıma çok gittim ama hep sakatlandım! Elli kere gittiysem yirmi defa sakatlandım ve kadrodan çıktım."

"Ben milli takıma çok gittim ama hep sakatlandım! Elli kere gittiysem yirmi defa sakatlandım ve kadrodan çıktım."

Lig TV'de Quiz programına katıldığınızı hatırlıyoruz. "Ben yeterince çalışmaya Zenit'e gittiğimde başlamıştım" şeklinde bir açıklamanız vardı…

Antrenman yapmayı sevmezdim demek değil bu. Kaç senelik futbolculuk hayatımda bilerek takım antrenmanına çıkmadığım olmamıştır. Ama ekstra çalışmalar fazla olabilirdi, doğru. Belki sprint sayımı artırabilirdim, daha güçlü olabilirdim ve farklı profile geçebilirdim. Mesela şimdi oyuncularıma bakıyorum, son beş yılda salona çok ciddi zaman harcıyorlar ki doğrusu da bu. Biz dışarıdaki fuzuli işlere daha fazla zaman harcadık, orada onu kastetmiştim.

Zenit'te diğer futbolcuların da ekstra çalışmasının etkisi olmuş muydu bakış açınızın değişmesinde?

E tabii, orada kendi kendine bir değerlendirme yapıyorsun. Mesela bakıyorsun oyuncuların hepsi antrenman öncesi salonda çalışıyor. Sonra kendine bakıyorsun, "Ya benim burada ne işim var?" diyorsun. İki gün geçiyor, üç gün geçiyor, diğer sporcular hep salonda. Sen de artık kafanda 'Ayıp oluyor ya bir de ben gideyim' diyorsun, gidince de alışıyorsun. Alışınca da diyorsun ki adamların oyuna, sahaya, işe bakışı seninkinden çok farklı. Bulunduğun çevre seni ya yükseltiyor ya düşürüyor.

Başka ne gibi çevre farklılıkları vardı peki Türkiye ile Rusya arasında?

Luciano Spalletti gelir aklıma bu konularda. Ondan önce ben hiçbir hocayla öyle taktiksel formasyonla çalışmamıştım. Daha çok spontane oynanan, oyuncuların yeteneğine bakan klişe bir oyun oynadık çoğu zaman. Ama şimdi oyun öyle oynanmıyor. Şimdiki oyuncuların oyunu kafasına göre oynama şansı yok. Artık bir sistemin içinde o aksiyon anında yapman gereken hemen hemen her şey belli. Taçtan kornere kadar… Bu belirginlik, oyuncuyu gelişime zorluyor. Güçsüzse güçlendiriyor. Oyun anlamında gelişmesi gerekiyorsa geliştiriyor. Eğer oyuncu gelişemiyorsa da oyun onu sistemin dışına gönderiyor.

Spalletti'nin metotları sizi bir şoka uğrattı mı? "Ya bu zamana kadar biz ne oynuyormuşuz?" gibi bir düşünce geçti mi içinizden?

İlk olarak antrenman metotları konusunda farklılaşmaya başladığımı hissetmiştim onunla çalışınca. 33-34 yaşlarında, zaten futbolun birçok şeyini bildiğini düşündüğüm yıllardı. Ama dünyanın maçını oynamış ve çoğu şeyi bildiğini düşünüyor da olsan birilerinin seni bilgisiyle şaşırtabilmesi çok değerlidir. Bir grubun belirgin bir şekilde, belirgin olmayan şeylere karşı en doğru oyunu oynayabilmesi çok mühim bir şey. O belirgin olmayan şeyleri daha belirgin hale getirmek için gereken doğru dizilişi, doğru formasyonu, doğru idmanı onunla fark ettim. Tahtada oyunu anlatışı, antrenman metodu, taktiksel ve defansif öğretileri, bunların yanında oyunu öğretmeye çalışması bana çok farklı gelmişti. Ve o farklılık diğer hocalarda göremediğim cinstendi. Rusya'da çalıştığım diğer hocalar da tıpkı Türkiye'dekiler gibi 'Çık, beşe iki oyna' mantalitesine yakındı. Oyun, sadece oyuncunun yeteneğine kalmamalı.

"Rusya'da çalıştığım diğer hocalar da tıpkı Türkiye'dekiler gibi 'Çık, beşe iki oyna' mantalitesine yakındı. Oyun, sadece oyuncunun yeteneğine kalmamalı."

"Rusya'da çalıştığım diğer hocalar da tıpkı Türkiye'dekiler gibi 'Çık, beşe iki oyna' mantalitesine yakındı. Oyun, sadece oyuncunun yeteneğine kalmamalı."

Türkiye'de 'Çık, beşe iki oyna' mantalitesi sanki hâlâ benzer bir noktada.

Benzer değil, aynı noktada.

Neden onca yıl sonra değişen bir şey yok?

Kulüplerin yapılarından dolayı. Kulüpleri yönetenler, iyi teknik adam kriteri olarak tabelayı veya ilişkileri esas alıyor. O ilişkiler ne kadar güçlü olursa, kulübe ve kişilere ne kadar fayda sağlarsa kriter o kadar sağlanıyor. Eğer kulüp, doğru hoca kriterini sağlayamazsa oyun prensiplerinden, formasyonlarından, analizlerden uzaklaşıyor ve bir döngüye giriyor. Ya, birinci haftada hoca değişir mi? Dünyanın başka neresinde olabilir ki bu? Önce düşünce şeklimizi değiştirmek zorundayız. Milyonlarca para harcanıyor, herkes saatlerini buraya ayırıyor. Ama biz sözgelimi bir soru bile soramıyor, soruyorsak da cevabını alamıyoruz. "Hocam ne oynatmak istedin?" diye sor, "İşte 4-2-3-1 oynadım" diyecek. Ya zaten Türkiye'de başka bir şey oynanmıyor ki! Kulüplerin yüzde 85'i klasik 4-2-3-1 ile diziliyor. Ama ne oynadığını kimse bilmiyor. Sete mi oturuyorsun, geçiş oyunu mu oynuyorsun, savunma mı yapıyorsun? Türkiye'de "Ne yapıyorsun?" sorusu ile ilgili hiçbir somut cevap yok. Eğer bugün taraftar bizi alkışladıysa iyiyiz, yuhaladıysa kötüyüz. Bu yüzden yönetim de hoca da biraz daha tabela alayım, biraz daha skor için oynayayım derdine düşüyor. Amaç ömrü uzatmak, taraftarla arayı iyi tutmak. Kimsenin Türk futboluna bir şeyler verme niyeti yok. Yirmi senedir aynı cümleler…

Euro 2020'de Türkiye'nin başarısızlığına şaşırdınız mı?

Hiç şaşırmadım.

Neden?

Neden… Nedenini söylesem ayıp olacak ama dünya futbolunun bulunduğu nokta, sahaya bakış açısı, futbolda taktik formasyonların önemi, etkisi şu an dünyanın her iyi takımında çok rahat görebildiğimiz şeyler. Türkiye'de ise biz oyuncu performansı üzerinden gidiyoruz, dolayısıyla hata yapıyoruz. Kazandığınızı zannettiğiniz ama aslında kaybettiğiniz anlar vardır. Türkiye o anları da yaşadı, yoksa takımımız öyle kötü bir kadro değildi. Ama dediğim gibi biraz alışılmış şekilde devam ettiğimiz için bu sonuç kaçınılmazdı. Ben de herkes gibi çok üzüldüm ama şaşırmadım.

Öngörü

Hep "Golcüde bir içgüdü vardır, düşünmeden atar, düşünmeden gönderir topu istediği yere" denir ya… Sizin son vuruş konusunda bir özel çalışmanız var mıydı yoksa çoğunlukla o golcü içgüdüsüyle mi hareket ediyordunuz?

Gol atabilmeniz için arkanız, önünüz gibi olacak. Önünüzü gördüğünüz gibi arkanızı da görmelisiniz. Şutu vurmak mesele değil zaten. Hep ondan öncesi var. Topla buluştuğunda yapacağın şeyleri kafanda çoktan tasarlamış olman ve top geldiğinde bunu hızlı bir şekilde yapman gerekiyor. Karşında çünkü rakip var. Aynı alana baktığınızı, aynı şeyi gördüğünüzü düşündüğünde bir şeylerin farklı olması için, öne geçmeniz için, bir şeyleri farklı yapmanız lazım. Ya da Messi olman lazım, alacaksın kaleden kaleye gideceksin. Biz de Messi değildik. Ama öngörü vardı.

Hazır taktiksel konuşmalara girmişken, teknik direktörlük kariyerinize geçelim. Az önce konuştuğumuz doğaçlama futbol anlayışını değiştirmek, bunun dışına çıkmak nasıl mümkün olabilir?

Çıkmak mümkün olabilir değil, net söyleyeyim, İstanbulspor'da son iki dönemim ve Denizlispor'dayken zaman zaman bunun dışına çıktık. Denizli'nin tamamını söyleyemem, üç-beş maçla sınırlı kaldı ama İstanbulspor'da bunu başardık. Ben zaten "Burası benim üniversitem olacak" demiştim. Denenmemiş birçok şeyi denedik. Tabii ki oyuncu büyük faktör, robotla oynamıyorsun. Ama oyun çok net. Antrenmanda çalıştığın formasyonu, maçta rakibini düşünerek aynı şekilde uygulayacaksın. Kafana göre oynayamazsın. Kafana göre çalım atabilirsin, golü istediğin şekilde atabilirsin ama ana planın dışına çıkmamalısın. Benim oyuncularım kaleciden topu alıp bizi üçüncü bölgeye şu şekilde taşıyacak, şu şekilde hareket edeceğiz, şu şekilde rotasyon yapacağız, şu formasyonu uygulayacağız dediysek; bunun dışına çıktığımızda maçı kazansak da benim için başarılı değiliz demektir. Aynı şekilde oyun formasyonunda istediklerimizi gerçekleştirirsek yenilsek de benim için olumludur.

Süper Lig zamanının geldiğini hissediyor musunuz?

Yani bize millet genç diyor ama dünyanın en iyi hocalarından biri Nagelsmann 33 yaşında, biz 45 olduk. Dur bakalım… Benim öyle "Aman Süper Lig olsun" gibi bir düşüncem de yok. Rahat çalışabileceğim, iyi insanlarla karşılaşabileceğim bir yer olsun yeter. Oyunun kendisiyle ilgili kulüplere, camialara, Türk futboluna bir şeyler bırakabilmek istiyorum. Düşünce şeklini, konuşma şeklini, bakış açısını değiştirebiliyorsam, konuşulabiliyorsam bu benim için başarıdır. Yoksa "Aman biri bana şans versin" falan, böyle bir durumum yok, Allah göstermesin. Ben antrenörlüğü seviyorum; düşündüğüm şeylerin daha da gelişeceğini, Türk futboluna bir şeyler verebileceğimi düşünüyorum. Ben yer bulmasam da bu iş sevdiğim bir iş; izlemeye, takip etmeye, kendimi geliştirmeye devam edeceğim.

Sohbetimiz boyunca sık sık Z kuşağı vurgusu yaptınız. Türkiye'nin geçmişteki en başarılı teknik direktörlerinin bu yeni kuşakla iletişim kurmakta zorlandıklarını, eski otoritelerini sağlayamadıklarını ve eskisi kadar başarılı olamadıklarını görüyoruz. Katılır mıydınız?

Evet, yeni kuşak dediğimiz kuşak enteresan. Aslında enteresan da değil, farklı. Çünkü bir önceki nesille bağlantının kopuşu, köprünün yıkılışı kısa sürede oldu. Biraz da sosyal medyanın etkisiyle. Hepimizin yaratılış olarak belirgin özellikleri vardır, onların da öyle. Onlara sadece olduğunuz gibi olun, dürüst olun, insan olduğunuzu gösterin; bu önemli. Ve iletişiminizi insana karşı insan olarak kurun. Hoca-öğrenci değil, insan-insan ilişkisi kurunca, iletişime girdiğinizde sorunlar en aza indirgeniyor.

"Onlara sadece olduğunuz gibi olun, dürüst olun, insan olduğunuzu gösterin; bu önemli. Ve iletişiminizi insana karşı insan olarak kurun."

"Onlara sadece olduğunuz gibi olun, dürüst olun, insan olduğunuzu gösterin; bu önemli. Ve iletişiminizi insana karşı insan olarak kurun."

Nagelsmann'dan örnek verdiniz, oyunun taktik kısmına yatkınlığınızın daha çok olduğundan bahsettiniz, şunu merak ettik: Guardiola, Klopp, Nagelsmann gibi büyük hocalar daha çok topa sahip olmak isteyen, geriden topla çıkmak isteyen isimler. Sizin felsefeniz ne yönde?

Şu anda bu hayal. Hayali konuşmak mümkün değil. Oyuncu portföyüyle, özellikleriyle alakalı. Bir de genellikle gideceğiniz takımı siz belirlemiyorsunuz, kadroyu kendiniz seçemiyorsunuz. Ama yine de daha çok set hücumunu oynayan, topa sahip olan oyun tarzı hoşuma gidiyor. Oyuna bakışım bu. Elbette savunma da oynanabilir ama bu bana göre daha kolay. Az önce tarif ettim, topu kalecinizden alıp ta öteki kaleye, üçüncü bölgeye götürebilme şekliniz, denemeleriniz konusunda uzmanlaşmak daha zor ve bu da daha çok hoşuma gidiyor. Mesela o örneklerden biri de Gasperini. Adam 15-20 yıldır aynı sistem üzerinde çalışıyor ve 2020 Avrupa Şampiyonası'nda birçok dev takım onun sistemiyle oynadı. Taktiğin de ötesinde benim değiştirmek istediğim şey, bakış açısı. Teknik direktöründen yöneticisine, taraftarına kadar bakış açımızı değiştirmeliyiz ki bir şeyler gelişsin. Öbür türlü değişemeyecek ve gelişemeyeceğiz. Skorların üzerinden değil, oyunun kendisi üzerinden konuşmalıyız.

Gasperini'den bahsettiniz, onun sistemine benzer olduğunu söylediniz…

(Araya giriyor.) Efsaneyi unutmayalım tabii, Bielsa da var.

O zaman şuraya yönelelim; İstanbulspor'da bir dönem üçlü savunmayı tercih etmiştiniz…

Evet, takım yapısıyla alakalı işte. Üçlü oynadık orada, 3-5-2. O zaman Türkiye'de kimse üçlü oynamıyordu, oynadık ama biz.

Peki Türkiye'de neden herkes 4-2-3-1 oynuyor? Evet, her şey taktik formasyon değil ama neredeyse bütün kulüpler bu düzeni kullanıyor, bunun sebebi ne?

Çünkü kolay. İkinci bölgede beklersen eğer 4-2-3-1, 4-5-1 olur. Beklersin, kontratak yaparsın, kazanırsın, ömrün uzar. Gol atamasan da iyi savunma yaparsan yenilmezsin, yine ömrün uzar. Ama cesurca hamleler yaparsan o zaman çok gol de yiyebilirsin. Bunu kimse riske etmek istemez. Avrupa'da öyle değil ama.

Bahsettiğiniz gibi Avrupa'da takımların ciddi oyun şekilleri var. Euro 2020'de Şenol Hoca'ya gelen eleştirilerden biri de buydu. Hep bir makas açıldı diyoruz ve bunu sadece ekonomik olarak nitelendiriyoruz. Ama ekonomik olarak çok aşağıdaki takımlara karşı bile oyun üstünlüğünü kuramadık. Ya da milli takımlar arasında öyle bir ekonomik uçurum yok ama sahadaki makası orada da gördük.

Söylüyorum ya; teknik direktörlerin neyle ne kadar ilgilendiği, neyi ne kadar bildiğinden ziyade, neyi ne kadar uygulatma kabiliyetinin olduğu, ne kadar cesur olduğu öne çıkabiliyor. Daha da önemlisi yönetimlerin ve taraftarların buna nasıl baktığı, ne kadar tahammül edebildiği... Hepsi süreç. Bir taktiksel anlayışın tam ritmini bulması için belki bir seneye ihtiyacın varken, senden bunu yirmi günde yapman isteniyor. O yirmi günde de üç-dört maç varsa eyvah eyvah, yandın. Ânı kurtarıyorsun, bireysel yeteneklere kalıyorsun. Oyun spontane olursa oyuncunun performansı sizin gücünüzü artırır. Halbuki oyunun kendisi, oyuncunun gücünü artırmalı. Ama biz oyunun kendisiyle ilgilenmiyoruz. Oyunla ilgili bize birkaç cümle sunan var, o da sadece cümleleri kuruyor ama oyunda bir şey göremiyoruz. Diğerleri hep aynı klişeler: "Bugün iyiydik." Hani, ne yaptın? Hiçbir şey. Mağlupsun, santrfor aldın, 4-4-2'ye döndün. Başka? Başka bir şey yok. Yönetim, teknik adam, oyuncu, taraftar; hep beraber olmalı ve bakış açımızı değiştirmeliyiz. Değiştirmezsek ne olur? Yirmi sene sonra siz yine aynı şeyleri sorar, biz yine aynı şeyleri konuşuruz...

Socrates Dergi