Ben Marcia Santos İken

5 dk

Yeşil sahaların tozunu atacağına inanıyordu ama işler istediği gibi gitmedi. Hikâyenin geri kalanı için sözü Mahir Ünsal Eriş'e bırakıyoruz.

"İspanya alır" dedim.

Kaşlarını istihzayla kaldırdı, yüzünü çepeçevre saran bir gülümsemeyle, beni küçümseyerek, "Nah alır!" diye cevap verdi: "Papaz her gün pilav yemez oğlum, geçti artık o işler. Yaşlandı topçuların hepsi. İtalya'nın 21 yaş altı takımı çok iyiydi geçen senelerde. Gençlere imkân verilirse İtalya alır, o da olmazsa Arjantin."

Arjantin deyince süt mavi bir serinlik geçti içimden. Çocukluğumun Maradona’lı zamanları dalgalandı zihnimin derinlerinde bir yerlerde. Çocukken Maradona'yı ne kadar sevdiğimi düşündüm. "Baba, Arjantin mi kaldı Allahını seversen" dedim, aynı alaycılıkla gülümseyerek. "Bir Messi'yle, Higuain'le olacak iş mi?" diye ekledim.

Babamın kaşları çatıldı. Yüzü, dinine kitabına sövmüşüm gibi bir acılaştı.

"Çok anlarsın çünkü futboldan, Marcio Santos!" dedi.

İşte yine aynı yere geldik, Marcio Santos laneti, peşimi bırakmayan hayalet. Yine bir futbol sohbetimizin tam ortasına geldi oturdu. 25 yıla uzanan lanetimiz: Marcio Roberto dos Santos.

Babamın hafta içi-hafta sonu demeden, gece gündüz maç seyrettiği yıllardı. Ada Ligi'nden Çizme'ye, Almanlardan Türkiye'deki 3. Lig karşılaşmalarına kadar, sanki sonunda mühim bir sınava girecekmiş gibi dikkatle bütün maçları izler, küçük bir deftere notlar alır, televizyonun karşısından ayrılmazdı. Kendince bütün futbolculara edecek bir laf bulur, değme teknik direktörden daha iyi takımlar kurar, bütün hocalara oturduğu yerden nafile tavsiyeler verirdi. Evde hayat, annemi delirtecek kadar futbol doluydu. Ben de çocuktum. Sokakta top beni bekliyordu. Mahalle maçları kuruluyor, babamdan duyduğum tuhaf adlı futbolcuların isimleri maçlarda havalarda uçuşuyordu: "Evet, Baldiviyezo ortasını yapıyor, top Goygoçeya'nın önüne düşüyor. Bir şut! Ve top ağlarda!"

‘90 Dünya Kupası'nın fırtınası daha yeni yeni diner gibiydi. Okulda, evde, mahallede o kadar çok futbol konuşulurdu ki dünyada herkes gözünü ayırmadan futbol seyrediyor sanırdım. Babam bir gün, gülen gamzelerini göstererek geldi işten. Kapının önünde altıya altı takım kurmuş maç yapıyorduk. Sokağın köşesini gıcır gıcır bir futbol topuyla döndü. Kucağında topla görününce ona doğru koştum. Elindeki topu yerden sektirerek bana doğru attı, gülümsemesi giderek büyüyordu. Yepyeni bir futbol topunun betona vurunca çıkardığı o eşsiz ses! Daha bir kez tekme yüzü görmemiş o nefis yuvarlaktan yayılan büyülü kauçuk kokusu! Maç dağıldı. Yeni topla bir maç daha kuruldu. İktidar benim elime geçmişti artık. Top benimdi; istediğimi oynatır, istemediğimi yedeğe alabilirdim. Her andığımda tadını damağımda duyabildiğim güzellikte bir mahalle maçı oldu. Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi.

Maç bitip akşam ezanı okununca eve döndüğümde asıl bombayı patlattı babam. Benden daha heyecanlı görünüyordu. "Seni Demirspor'un altyapısına yazdıralım!" deyiverdi. Liman, demiryollarına bağlıydı o zamanlar. O yüzden bir Demirsporumuz vardı; liman işçilerinin, demiryolcuların top oynadığı. Onların çocukları için de bu yaz okulu düşünülmüştü. ‘90 Dünya Kupası, neredeyse bir yıl sonra bile hayatımızı değiştirmeye devam ediyordu. Havalara uçtum. "Olur!" dedim. Babam gülümsedi. Eğitim hayatında çok istikbal vadeden bir çocuk olmadığımı biliyordu, hani belki olur ya, topa yeteneğim vardır en azından diye umutlanıyordu. Okumasam da hayatımız kurtulurdu. Hoş, okuyanların da başı bitten kurtulmuyordu.

Döndü, yine maçını seyretmeye koyuldu. Kim bilir kimle oynuyordu Brezilya. Babam, elinde küçük, spiralli not defteri, bir yandan maça bakıyor, bir yandan da izledikçe Brezilya'ya hayıflanıyordu: "Yazıklar olsun şu Brezilya'nın kurduğu takıma. O Santos denen adamı niye oynatırsın. Maç boyunca beş kere değdi adamın ayağına top." Şaşırdım. Maçların, yaşımdaki biri için biraz fazla uzun olduğunu düşünüyordum. Bir buçuk saat süren bir maç boyunca herkesin ayağına top değiyor olmalıydı. "Beş kere mi?" diye sordum. "Dört buçuktan beş" diye cevap verdi defterine bakarak, "Birinde ceza sahasının içinde top çarptı da arkadaşının önüne düştü." Güldüm. Komik gelmişti. Babamsa duruma kederlenmiş görünüyordu. Aldırmadım.

Günü geldi, Demirspor'un yaz futbol okulu başladı. İlk gün. Birkaç yüz metre koşturdular, birkaç ısınma, birkaç kültür fizik, birkaç da ayak içi pas antrenmanı yaptık. Sonra ikiye ayırdılar kalabalığı. Bir taraf formaları çıkardı, atletlerle kaldı. Ben formalı tarafa düştüm. Buna sevinmiştim. Çift kale maç yaptıracaklardı. Hoca geldi, "Sol ayağın var mı oğlum?" dedi. "Yok hocam" dedim, "Ama sağım iyidir." Umursamadı. Sol açığa koydu beni. Derken düdük çaldı, maç başladı.

Yanakları koşmaktan ve hırstan al al olmuş akranlarım deliler gibi koşuşturmaya başladılar. Demirspor seçmeleri değil de Dünya Kupası finali gibi bir azim, bir istek. Derken gerilerden bir pas düştü önüme. Aldım. Topu sağ ayakla sürsem arkamdan gelenleri ve kaleyi göremiyordum. Topu sol ayağıma almaya kalksam da sol elimle yazdığım yazılar gibi kargacık burgacık bir şeye dönüşüyordum. Ben karar verene kadar topun ayağıma değmesiyle kapılması bir oldu. Kararımı verdim. Bir dahaki top gelişinde sağ ayakla sürecek, arkadan gelenlere de kendimi siper ederek topu saklayacaktım.

Bir süre top gelmedi ayağıma. Mahalle maçlarındaki gibi sanmıştım. Ben ilerilerde bekleyeceğim, küçük diye ileride oynatmadığımız defansçılar kaleden savuşturdukları topu bana atacaklar, ben de doksana şandelleyeceğim. Ben ileride, rakip kale civarında bekledikçe hoca bana sinir oldu. "Oğlum girsene topa!" diye bağırıyor, dövünüyordu. Ben topa girene kadar top defanstan döndü, geldi gene benim önüme düştü. Sağ ayağımla topu sürmeye başlamıştım ki arkamdan gelen biri güm diye sırtıma yüklenip beni yere yıktı, tozlu toprakta debelenirken de topu aldı gitti. Bir düdük sesi bekledim, yok, gelen giden yok. Mahallede olsa kesin penaltı.

Sonra sağ kanattan bir atak yaptık ama gole ulaşmak mümkün olmadı. Bir korner kazandık. Gözüme televizyonda olduğundan bin kat daha büyük gelen ceza sahasının içinde minicik kalmış bir sürü çocuk, birbirimizle itişiyorduk. Derken korner kullanıldı, top yükseldi, yükseldi, bana doğru hızla yaklaştı. Yüzüme çarpmasından korktuğum için çabucak sırtımı döndüm. Ciğerlerimi dökesiye sırtıma vuran top benden sekip bizim formalılardan birinin önüne düştü. Bir vuruş ve işte gol! Hayatımdaki ilk gol pasımı vermiş oldum böylece.

Bunun üzerine atletliler alevlendiler. İştaha gelip atak üstüne atak yaptılar. Öyle ki bazılarında ben bile defansa kadar koşup savunmaya yardıma gittim. Kendi ceza sahamızdan çıkamaz olduk. Üç atak daha yapabildik maç boyu. İki soldan, başarısız. Biri sağdan, korner. Ama korner de sonuçsuz. Sonra gol üstüne gol yedik. Atletliler 6-1 yendiler bizi. Kenarda bekleyen işçi babalar, takımların adaletli paylaştırılamamış olmasına bağladılar bunu, enselerinin teri boncuk boncuk olmuş çocuklarını avuturken.

Ben üzgün değildim. Yenildik evet, ama gayet iyi oynadık. Benim için gayet iyi geçti maç. Sonuç alamadım ama ataklara katıldım, sol kanatta oynama tecrübesi kazandım, takımın tek golünün pasını attım. Daha ne olsun. Bunun gururuyla, mavi-lacivert formamı çıkarmadan babamın yanına gittim gerinerek. "Aferin ulan" deyip elini enseme vuracaktı: "Yenildiniz ama nasıl da çatır çatır oynadın sol kanatta. Kumaş var sende!" Önünde durdum, elini enseme uzatsın diye bekledim. "Marcio Santos!" dedi. Afalladım. Tamamen çıkmış aklımdan. "Efendim?" dedim. "Beş kere değdi ayağın topa bütün maç boyunca" dedi, "Marcio Santos gibi. Aynı. Dört buçuktan beş." Dikkatlice yüzüne baktım. Şaka yapmıyordu. Hakikaten yıkılımış görünüyordu. "Kul kınadığını görmeden ölmez derler" deyip arkasını döndü, yürümeye başladı. Beğenmediği Santos'un babası olduğunu görmek babamı yıkmıştı. Belki iyi gelir diye düşünüp, "Ama baba!" diye seslendim arkasından, "Gol attırdım?" Bana dönmeye bile gerek duymadan, yürüyüşüne devam ederek karşılık verdi bu sözüme de: "Evet, o da dört buçuğun buçuğu işte."

"Gitme Demirspor'un yaz okuluna artık" demedi bana hiç. Ama ben gitmeye cesaret bulamadım bir daha. Belki bulmalıydım, çalışıp azmetmeliydim. Yapamadım. Hem daha fazla rezil olmaktan, babamı daha çok kepaze etmekten korktum hem de mahallede futbol güzeldi. Kazanmak, kaybetmek daha basitti orada. Bana göre değildi formalı futbol. Babamı iştahlandırmak istemedim bir daha. Halbuki Santos, üç yıl sonra, dünya şampiyonu olan Brezilya kadrosunda yer alacaktı. Gerçi penaltı kaçırdı finalde. Ama canı sağ olsun, isteyince oluyor işte. Belki bunu gösterebilirdim babama.

Socrates Dergi