socratesXreflect_alt

Ben, Sen, Biz ve Onlar

14 dk

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Annie Ernaux ile İstanbul'da buluştuk, filmlerden, kitaplardan, bisiklet yarışlarından söz ettik. İnan Özdemir'in özel röportajı...

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Bu röportaj ilk olarak Socrates App’te yayımlanmıştır. Socrates dünyasından en yeni yazıları, özel röportajları, dosyaları takip etmek için Socrates App’i indirin, spor dünyası cebinize gelsin.

— Bakma sen, Flaubert de yakışıklıydı.

— Gerçekten mi?

— Tipik Normandiya yakışıklılığı tanımına uymuyordu ama gençken…

Şişhane’de İKSV binasının en üst katında şık bir odadayız. Annie Ernaux’nun elinde sorularımın yazılı olduğu bir kâğıt var. Bir yandan beni dinliyor, bir yandan da kâğıda bakıyor. Az önce konumuz Fransa Bisiklet Turu’ydu. Ondan evvel Jean-Luc Godard durağındaydık. Daha önce bir belgeselden söz ettik. Sırada Gustave Flaubert var.

Hayranlık gösterme fırsatını bulmuşken Duygusal Eğitim’i övüyorum “Muazzam kitap. Ben Madame Bovary'yi de çok severim” diyor. Tahmin etmeliydim. Yazarlık yaşamını hakikatin peşinde geçiren, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne Fransa’nın toplumsal öyküsü içinde kadınların hikâyesini anlatmaya çalışan bir kalem var karşımda. Elbette yolculuğun başında Madame Bovary iyi bir referans noktası olabilir onun için de. Yine de her şey bu kadar basit değil.

Mesela, klasikler. Ernaux’nun 1974 tarihli ilk kitabı Boş Dolaplar’da tam da bu mevzu üzerine çarpıcı bir bölüm vardır. Romandaki genç kadın, Fransa’da kürtajın yasak olduğu yetmişli yıllarda hamile kalır. Devlet ona yardım etmeyecektir. Ailesine durumu açıklayamaz. Bebeğini aldırmanın yollarını aradığı günlerden bir tanesinde, bu arayışların ortasında, yurt odasına dönüp şunu düşünür. “Ders programındaki yazarlardan birine çalışsam, Victor Hugo mesela. Düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Hiçbirinde benimle, yaşadığım şeyle ilgili tek kelime, şu anda hissettiğim şeyi tarif edecek, bu berbat anları atlatmama yardımcı olacak tek satır yok.” Sonra ekler: “Kitaplar dilsiz bu konuda.”

"Kitaplar dilsiz."

"Kitaplar dilsiz."

Annie Ernaux’nun edebiyat yaşamı, bu duruma bir isyandır. Fransız kalem, hayatını yazar. Lakin bunu her zaman birinci tekil şahısla yapmaz. ‘Ben’ dediği de olur, ‘biz’ ve ‘onlar’ da… Kitapları sorularla doludur. Ben kimim? Annemin ve babamın öyküsü ne? İşlettikleri kafe-bakkaldan neden tiksiniyorum? Zenginler nasıl yaşıyor? Öğretmenlerim ve ailem niçin farklı kelimeler kullanıyor? Kitap okuyarak sınıf atlayabilir miyim? Edebiyatta neden sadece erkeklerin hikâyesi anlatılıyor? Bu sorular Ernaux külliyatında bazen roman şeklini alırlar, bazen anlatı, bazen de ‘gayrişahsi’ otobiyografi.

Ben Bir Başkasıdır

Şimdi, buradayız. Fransız yazarın İstanbul’daki programı yoğun. Oğluyla birlikte filme dönüştürdüğü Les Annees Super-8’i tanıtmak için Beyoğlu ile Kadıköy arasında gidip gelecek. Şehre dair sorular soruyor; masanın üzerindeki onlarca eseri imzalamaktan çekinmiyor. Birazdan, röportaj zamanı gelince, önce Ceyda Akaş Kabadayı’nın sorularını yanıtlayacak, sonra da sıra bana gelecek.

İlk olarak, belgesel. Les Annees Super-8, Ernaux Ailesi’nin el kamerasıyla çektiği görüntüler üzerine inşa edilen bir film. Ama sadece aile hikâyesi mi? “Hayır” diyor: “Aslında bir film hedefi doğrultusunda bu görüntüleri düzenlemeye başladığımız andan itibaren daha büyük bir anlam kazandılar. Bir aile projesi olmanın ötesine geçti ve bir dönem içerisinde konumlanıp değişti. Bu filmlerin artık aileye değil de izleyiciye ait olduğunu söyleyebiliriz.”

Merak ettiğim nokta, bu yaklaşımının edebiyatıyla uyuştuğu nokta. Ernaux, kitaplarını anlatırken ‘Je transpersonnel’ kavramını kullanmayı sever. Onun ‘ben’i bir kişiden fazlasını anlatır, bir topluluğa aittir. Aynı yaklaşım filminde de var mı? “Evet çünkü olayları bir bağlama koymakla yetinmedim, aynı zamanda çevremizdeki şeyleri, toplumun yaşadığı değişimleri aktarma gayesiyle hareket ettim. Benim için tarihi hissiyatla beraber vermek önemli. Hatırlamadığımız, tarihsiz yaşadığımız zaman eksiğiz. Gelecek için geçmişe ihtiyacımız var.”

1970’lerden bugüne Ernaux, ebeveyninin kafe-bakkalını, üniversitedeki kürtaj deneyimini, boşandığı eşini, iki çocuğunu, yaşadığı aşkları, kalp kırıklıklarını, bencilliklerini, ailesine öfkesini anlattı. Metinleri genelde doğduğu Normandiya’da geçse de anlattıkları dünya çapındaki okurlara seslendi. Peki bunu nasıl başardı? “Benim için basit çünkü kendimi daima bir başkası olarak görüyorum. Kendime mesafe alıyorum, kendimden uzaklaşıyorum. Bir zamanlar olduğum küçük kızı görüyorum, ama bir yandan da o bir başkasının nasıl bir çevrede yaşadığını görüyorum. Tıpkı bilmediği bir toplumu araştıran bir etnolog gibi, ben de aynı tekniği yaşantıma uyguluyorum.”

Hatıralar ve Filmler

Annie Ernaux kendisinden uzaklaşırken hatıralarına sığındı. O hatıralarda her şeye yer vardı. Şarkılar. Konserve gıdalar. Alışveriş merkezleri. Radyo. Tatiller. 1968 Olayları. Grevler. Mitterand. Belki de yazarlık kariyerinin doruk noktası olan Seneler, bunun kanıtıdır. Fransız kalem, toplumu ve dünyayı 1940’lardan 21. yüzyıla taşırken her taşın altına bakar. Naziler de renkli televizyonlar da Gorbaçov da o anlatının bir parçasıdır.

Hafıza, temel meselelerinden biridir. Belki de bunu gösterircesine, sıradaki soruma geliyoruz. Sayın Ernaux, peki ya filmler? “Çocukken bayılırdım fakat filmleri sadece sinemada görebildiğiniz yıllardı, dolayısıyla sık gidemiyordum. Yine de benim için güçlü bir deneyimdi. Esas 18-23 yaşlarımda, üniversitede olduğum dönemin sinemasını iyi hatırlıyorum. Rouen’da öğleden sonraları sinemaya giderdim. Godard, Varda yılları…”

"Tıpkı bilmediği bir toplumu araştıran bir etnolog gibi, ben de aynı tekniği yaşantıma uyguluyorum.”

"Tıpkı bilmediği bir toplumu araştıran bir etnolog gibi, ben de aynı tekniği yaşantıma uyguluyorum.”

Bir sonraki sorum da oydu aslında. Godard’ın 1970’lerle birlikte siyasallaşan kamerası, Varda’nın kendisini merkeze alarak toplumu anlattığı filmler kafamdaki Ernaux dünyasına uyuyordu: “Varda’nın izlediğim ilk filmi… Şey… Tek bir günde geçiyor… Paris’te doktorundan test sonuçlarını bekleyen bir kadın. Ha, Cleo 5’ten 7’ye. Olağanüstüydü. Filmin hikâyesi filmin süresine denkti. Zaten sinemada zamanın işleniş biçimi beni hep büyüler.“

Derken Ernaux’nun aklına başka bir yönetmen geliyor: John Cassavetes. “Benim sevdiğim Amerikan sineması o işte” diyor. Başka? Tam bir Alain Resnais hayranı. Hiroshima Mon Amour’u anıyor, sonra da L'Annee derniere a Marienbad’ın büyüklüğünde hemfikir oluyoruz: "O filmler yazılarımı çok etkiledi. Tabii bir de İtalyan sineması var. Hem İtalyan Yeni Gerçekçiliği hem de Michelangelo Antonioni...”

Mutlu Günler

Rouen demiştik, orada biraz daha kalalım. Genç kadın yine yurt odasında. Bu sefer mutsuzluğunun sebebi daha basit: “26 Temmuz 1963, gri ve nemli bir gün, Fransa Bisiklet Turu bugün Rouen’a geliyor. Sınavların yorgunluğuyla bitap düşmüş bir öğrenci -yani ben- yurt odasında saat 17.30’da uyanıyor. O an, varlığının bütün tuhaflığı yüzüne çarpıyor. On beş yaşındaki benliğinin en büyük arzularından birini, Fransa Bisiklet Turu’nu kaçırdığını fark ediyor.”

Sohbetimizin yeni durağı bisiklet yarışları. ‘Yazarlar ve Fransa Bisiklet Turu’ alt başlığını taşıyan bir antolojiyi Fransız yazara uzatıyorum. Şans eseri denk geldiğim bir metni bu kitapta yer alıyor. Ernaux, orada şöyle yazmış: "Çocukluğumun temmuz aylarını düşününce kulağıma gelen ilk ses radyodan yankılanan Fransa Bisiklet Turu oluyor. Seneler boyunca bu büyüleyici ve trajik ‘tefrika roman’ı dinledim. Heyecanla günün kahramanlarının isimlerini bekledim, ki ertesi gün hepsinin fotoğraflarını Paris-Normandie gazetesinden kesecektim. Sonunda büyük pazar gelip çatardı. Kasabadaki açık pencerelerin hepsinden aynı gürültü yükselirdi. En nihayetinde Le Tour sona erince günler birbirine benzerdi. Radyolar bir alışkanlık sonucu çalışmaya devam ederdi ama artık kimse tarafından dinlenmezdi. Sanki yaz, yarışçılarla birlikte, kaçıp gitmişti."

Bu metni hatırlayınca anlatmaya başlıyor: “Ailemin kafesinde radyo mutfaktaydı. Fransa Bisiklet Turu’nu açıyorduk ve müşteriler dinliyordu. Jean Robic, 1947 Fransa Bisiklet Turu’nu kazanmıştı, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenlenen ilk turdu o. Yarış, Paris’e ulaşıp sona ermeden evvel bizim oralardan geçmişti. Trenle birçok insanın Rouen’a gidip izlediğini hatırlıyorum. Bizim dükkân tren garına yakındı, dolayısıyla bağıran, çığlık atan insanları görüyorduk. Sokakta herkes birbirine ‘Robic’ diye sesleniyordu, herkes bir anda Jean Robic olmuştu.”

Sonra devam ediyor: “Her gün Paris-Normandie gazetesini alırdık. Kazananların fotoğraflarını oradan kesip biriktirirdik. 1954 Fransa Turu koleksiyonum vardı. Mutfaktaki Fransa haritasından etapları takip ediyorduk. Mutlu günlerdi.” Elbette çok zaman geçti. Ernaux’nun dediği gibi “Fransa Bisiklet Turu da eskisi gibi değil. O mitolojik boyutu kayboldu.” Yine de hatırlamak bile onu büyülüyor: “Geçenlerde yarışın tarihi üzerine bir belgesel izledim, 1960’larda çekilmiş, ‘super 8’ kamerayla. İnsanları 1960’ların elbiseleriyle görmek çok duygu yüklüydü.”

Zaten bahsi geçen antolojide yarışın esas toplumsal etkisinden söz ediyordu: “Hayatlarındaki pek çok ânı Le Tour’dan ayrı düşünemeyen milyonlarca insandık. (Louison) Bobet, (Jacques) Anquetil ve öteki yarışçılar hafızamızın, hayal gücümüzün, bizlerin bir parçasıydı. Rüyalarımızın ve duygularımızın kaynağıydı. Yaşamamıza yardımcı oluyorlardı. Zaten kültürün tanımı da budur. Tur, Victor Hugo ya da Charlie Chaplin gibi popülerdi.”

Toplumdan söz etmişken, Fransa’yı savaş sonrası en çok ikiye bölen tartışmalardan biri Raymond Poulidor-Jacques Anquetil rekabetiydi. Sürekli Anquetil'in kazandığı düelloları, Fransa’ya sarsardı. Ernaux da gülümsüyor ve söze giriyor: “Poulidor uzun yaşadı, hep kaybetti, daha fazla sevildi ama ben diğer taraftaydım. Anquetil’i destekliyordum. Hoş, daha sonra onun özel hayatı hakkında pek iyi şeyler duymadık. Ama Anquetil, Normandiya bölgesi yakışıklılığına iyi bir örnekti. Aslında Flaubert de öyleydi…”

Evet, yine kitaplara döndük.

"Poulidor uzun yaşadı, hep kaybetti, daha fazla sevildi ama ben diğer taraftaydım. Anquetil’i destekliyordum."

"Poulidor uzun yaşadı, hep kaybetti, daha fazla sevildi ama ben diğer taraftaydım. Anquetil’i destekliyordum."

Kolektif Nobel

Ernaux külliyatında spor geçen tek kısım bu değildi. Mesela 1998 Dünya Kupası hakkında Seneler kitabında şöyle yazıyor: “İnsanlar, her maçla birlikte o pazar gününe, çığlık çığlığa ve büyük coşku içinde, kazanmış olmanın mutluluğuyla âdeta (ölümün tastamam zıddı olmakla beraber) hep birlikte ölebileceğimiz o âna uzanan birkaç hafta boyunca, o meraklı bekleyişi yeniden yaşamayı, vızır vızır pizza teslimatı yapan moto kuryelerin dışında sokaklarda neredeyse kimsenin dolanmadığı, suskunluğa gömülen şehirlerde televizyonların karşısında toplaşmayı, yine tek bir arzuya, tek bir hayale, tek bir hikâyeye teslim olmayı çok özlemişti. Bu göz kamaştırıcı günlerin müstehzi bakiyesi, metro istasyonlarının duvarlarına asılı Evian suları ve marketlerin reklam afişlerindeki Zidane’ın yüzü oldu.”

Ya da Roland Garros? 1989’da Tiananmen Meydanı’nda toplanan öğrencilerle birlikte coşkuya kapıldığını ifade ederken bir anda Michael Chang'i hatırlıyordu. Kısacası, sinema da kürtaj da tenis de onun için kolektif açıdan mühimdi. “Başka bir dünya mümkün” anlayışıyla büyümüştü, umudunu kaybetmiyordu. Aşırı sağın yükselişinden endişe ediyor, Macron’un politikalarını eleştiriyor, grevlere, protestolara destek oluyor. Her şeyin bireyselleştiği, herkesin kendinden emin, başkalarına inançsız olduğu, sosyal hakların yalnızca tüketici hakları gibi görüldüğü bir devirde ‘biz’i yazıyor. Çoğu zaman ‘ben’ diyerek.

Zaten hedefi de buydu. Ev hanımlığına hapsolduğunu, asla kitap yazamayacağını hissettiği yıllarda da kafasında bu vardı. Nasıl yazacağını bulması yıllarını aldı. Boş Dolaplar, ailesinin dünyası ile okuldaki dünya arasındaki zıtlığın çarpıcı bir karşılığıydı. Babamın Yeri kitabında sadece ebeveyniyle değil, edebiyatla da mücadele ediyordu. Güzel yazmayı değil, gerçeği yazmayı o çarpışmalarda hedefine aldı. Olay, tüyler ürpertici bir deneyimdi. Bir Kadın, annesine vedasıydı.

Fransız yazar, Seneler’in bir yerinde edebi anlayışının kökenlerini anlatır. Hedefindeki kitabı şöyle özetler: “Yeniden kavuştuğu yalnızlığıyla birlikte, evliliğin çift olma halinin körelttiği düşünce ve duyguları keşfedince, aklına 1940 ile 1985 arasını kapsayan ‘bir tür kadınlık yazgısı’ yazma fikri geliyor, biraz Maupassant’ın Bir Yaşam’ı gibi, kendisinin içinde ve dışında, tarihin içinde, zamanın akışını hissettirecek, bütün varlıklardan ve şeylerden, ebeveyninden, kocadan, evden ayrılan çocuklardan, satılan mobilyalardan vazgeçişle, mülksüzleşmeyle sona erecek bir total roman.”

Zamanımız dolmak üzere. Sayın Ernaux, Nobel'inizi neden kolektif bir zafer olarak yorumladınız? “Ödülden sonra pek çok ülkeden bana yazan okuyucularım, sanki kendileri kazanmış gibi hissettiklerini dile getirdiler. Kadınlar, sınıf atlayan insanlar… Kolektif Nobel fikri buradan çıktı.” Böyle bakmaları büyüleyici değil mi? “Evet. Başkaları için bilmiyorum ama muhtemelen Fransa’da Camus’den beri böyle bir şey yaşanmamıştı. İlginç olan, Camus’nün ödül aldığı dönem böylesine popüler olma imkânına sahip olmamasıydı. Onu sadece okulda okuyabiliyorduk. 1957’de kazandı, 70 yıl olmuş.”

Peki kelimelerle dünyayı değiştirmek hâlâ mümkün mü? “Hâlâ mümkün olduğunu düşünüyorum… Buna inanıyorum. Kelimeler bizi günlük hayatımızda devamlı değiştiriyor. Cümle kurma biçimimiz dahi, istemesek de, bizi değiştiriyor.” Genç yazarlara verdiği öğüt de bu anlayışın bir parçası. Ernaux güzel yazmayı değil, gerçeği yazmayı öneriyor. “Sürekli hakikati aramak gerek. Çabucak başarıyı arzulamak değil…”

Röportajın burada sona eriyor. Birazdan eve döneceğim ve Annie Ernaux’nun kitaplarında sıkça andığı Paul Eluard dizelerini hatırlayacağım: “Birkaç kişiydiler yalnızca / bütün yeryüzünde / yapayalnız olduğunu sanıyordu her biri / birden kalabalık oldular.”

Bugün unutulmaz bir gün. Odama döndüğümde, eğer yalnız hissedersem, nereye bakmam gerektiğini iyi biliyorum. Annie Ernaux beni dinleyecek.

Fotoğraflar için Muhsin Akgün’e, röportajdaki yardımları için Nâfi Alpay ve Ezgi Sağır’a çok teşekkürler.

Spor dünyasını cebinize getirecek olan Socrates App yayında. Bu röportaj gibi birçok yazı, röportaj ve özel dosyayı Socrates App sayesinde okuyabilirsiniz. Ronnie O'Sullivan, Pablo Laso ve Fatih Terim röportajları, Eczacıbaşı'nın kazandığı ilk Avrupa şampiyonluğunun sözlü tarih çalışmasının yanı sıra devam eden NBA sezonundan Roland Garros'a, Formula 1'den Şampiyonlar Ligi'ne birçok yazı, röportaj ve özel dosya Socrates App'te sizleri bekliyor. iOS ve Android üzerinden indirmek ve bu yolculuğun parçası olmak bir tık uzağınızda.

Socrates Dergi