Bendeniz Kemal Deniz

12 dk

Futbol son yüzyılda defalarca değişti. Yeni akımlar, yeni ikonlar türedi. Hepsi futbol kültürüne katkıda bulundu. Uğur Meleke o anları yazdı.

Ankara’daki yatılı okul yıllarımda, soğuk yatakhane, tatsız kazan çayı ve katı kurallara rağmen beni hâlâ delicesine hayata bağlayan şeylerden biri, belki de birincisi, sararmış birkaç mektup sayfasıydı.

İlk sayfasının sağ üstüne muntazam bir şekilde 11.11.1989 tarihi atılmış, ilk okuduğumda anlamını bilmediğim 'BDKD' satırı ile başlayan birkaç mektup sayfası... Yatakhanede aylarca yastığımın altında sakladığım, yüzlerce defa okuduğum, ezberlediğim ama satır satır okumaya hiç doymadığım, hayatımın en değerli kâğıt parçaları...

Ankara’da 24 kişilik bir yatakhaneydi kaldığımız. Işıklar gece 12’de belletici öğretmenler tarafından söndürüldüğünde herkes uykuya dalar, bense koca kırmızı kasetçalarımdan TRT Radyo 1’deki spor programının tekrarını beklerdim.

00.30 sularında program başlar, tok bir ses, yayını “Bendeniz Kemal Deniz” diyerek açardı. Çok geniş bir perspektifle konuşurdu programda: Olimpiyat Oyunları, Dünya Kupaları, basketbol, güreş ya da binicilik fark etmezdi Kemal Deniz için. Hayatımda ilk kez kafamda birikmiş soruları sorabileceğim bir adam vardı kulaklığımın ucunda. 1. Lig fikstürü neye göre çekiliyordu mesela? İki takım ligi aynı puan, aynı averaj ve aynı gol sayısı ile bitirirse kim şampiyon olacaktı? Ya da Kızılyıldız’ı Avrupa kupalarında bu seviyelere getiren sır neydi?

Şimdiki çocuklar şanssız. Zira o yıllar, futbolu sevmeye çok müsait yıllardı. Yaşı tutmayanlar, 1989’un Türkiye tarihinde, özellikle de spor tarihinde hayati bir sene olduğunu hatırlamayacaklar tabiatıyla.

O yıl ilk kez bir Türk takımı, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmişti. Genç teknik direktör Mustafa Denizli, şerefli mağlubiyetler dönemine isyan etmiş, her maç öncesi “Şansımız yüzde 51” demişti.

Ulusal takımımız da İtalya’da düzenlenecek 1990 Dünya Kupası’nın kıyısından dönmüştü Tınaz Tırpan yönetiminde. Doğu Almanya’yı iki, Avusturya’yı bir kez yenmiş, grubun son maçında Sovyetler Birliği’ne kupa umuduyla gitmiştik. Eğer o İtalyan hakem, Avusturya maçının son dakikasında Rıdvan’a yapılan penaltıyı verse, averajla Avusturya’yı geçecek ve İtalya’da biz olacaktık!

Ülke, 12 Eylül’ün yaralarını sarmanın kıyısında, özgürleşmenin civarında idi. Arabesk müzik TRT’de yasak olduğu için Hakkı Bulut, bakanlık desteğiyle ‘Kıskanıyorum’ adlı eseri yazmış, ‘acısız arabesk’ kodlu, pedofili soslu bu şarkı o yıl TRT’de çalınmaya başlamıştı: “Henüz üç yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyoruuum, kıskanıyoruuuum, kıskanıyoruuuuum!”

10 yaşındaki Ankaralı yatılı çocuk bendeniz ise radyonun diğer tarafındaki o bilge adamı kıskanıyordum sadece. Sonunda dayanamayıp bir mektup yazdım ona. Cevapların bazılarını bilemeyeceğini düşünerek, biraz da ukala bir üslupla sordum sorularımı ve bir buçuk sayfalık mektubu TRT İstanbul Radyosu adresine postaladım.

Altı sayfalık bir yanıt geldi. Evet tam altı sayfa... Bugün 20 bin satan bir gazetenin iki bin okunan bir yazarına attığınız iki satırlık e-postaya yanıt gelmezken, 65 yaşındaki o bilge adam, 10 yaşındaki bir çocuk dinleyicinin sorularını tam altı sayfa boyunca detaylarıyla yanıtlamıştı.

“BDKD (Bendeniz Kemal Deniz)” diye başlıyordu mektup: “Bana abi diye hitap etmişsiniz ama sanırım dedeniz yaşındayım. 1924 doğumluyum. TRT eski Spor Dairesi Başkanıyım, Türkiye’de ilk spor bültenini hazırlayan ve sunan kişiyim ben.” Mektubu okumaya başladığımda boğazım düğümlenmişti. Yutkunamamıştım bile. İnternetin keşfedilmesine seneler vardı ama galiba ‘pre-google’ ile tanışmıştım. Sorduğum her soruya detaylı yanıt verebilen biri vardı karşımda... İki yıl mektuplaştık. İstanbul’a nakil olduğumda tanıştık, vefatına kadar da birkaç kez görüştük. İstanbul’un en büyük adamı o gün de oydu, hâlâ da odur benim için.

Caner (Eler) beni arayıp, Socrates için futbol tarihinde ekolleri başlatan ya da bitiren maçlarla ilgili bir yazı istediğinde zihnimde beliren ilk kare, Kemal Deniz’in BDKD ile başlayan bir mektubu idi yine galiba...

1990 yazıydı. Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde hazırlık sınıfını tamamlamış, final imtihanlarını geçmiş ama aileme yalan söylemek suretiyle İstanbul’a dönmemiştim. Benim gibi futbol delisi bir-iki sınıf arkadaşımla birlikte Ankara’da kalmıştım 10-15 gün daha. Çünkü İstanbul’a dönersem babama bakkalda yardım etmem gerekecek, daha da kötüsü babam, sabah 6’da dükkâna gidip ekmeklerlesütlerle uğraşmam gerektiği için gece 22.00 maçlarını izlememe izin vermeyecekti.

Yatakhanede her gün 18.00 ve 22.00’deki maçları rahat rahat izliyor, notlar alıyor, defter tutabiliyordum. Bir yandan da turnuva öncesi, ortası, sonrası Kemal Deniz’e yeni mektuplar yazıyordum tabii ki. 8 Temmuz gecesi Roma Olimpiyat Stadı’nda oynanacak Almanya-Arjantin finalinin bana göre tek favorisi Maradona’nın arkadaşlarıydı, o ise Almanya’nın makine düzenine işaret ediyordu satırlarında. Tabii ki bu müsabakanın kaderini tayin edecek, çocuk gözyaşlarıma engel olamayacağım o insafsız düdüğün ve Brehme’nin penaltısının futbolda bir devri kapatıp, başka bir devri açtığını da çok sonra anlayacaktım.

4 Temmuz 1954: Bern Mucizesi

Enteresandır, sadece 1990 Dünya Kupası finalinde değil, futbol tarihinde dönüm noktası sayılabilecek hemen her anda bir penaltı noktası beyazı ya da düdük siyahı söz konusu...

Hâlâ birçokları tarafından futbol tarihinin en büyüğü kabul edilen 50’lerin altın takımı ‘Sihirli Macarlar’, 4 Temmuz 1954’te bir Bern mucizesiyle imparatorluklarını Almanya’ya kaptırdılar ama 60 yıl sonra bugün hâlâ son dakikada Kocsis’in ceza alanı içinde düşürülüşüne penaltı düdüğü çalınmamasına isyan ederler. Çoğu amatör oyunculardan oluşan, kendi ülkelerinde resmi bir ligi bile olmayan Macarlar o finali de kazanmış olsalar, 1950-56 arası tam 50 maçlık bir yenilmezlik serisi yakalamış olacaklardı. Ve belki de bir daha hiçbir milli takımı Macarların yanına yakıştıramayacaktık.

60 yıl sonra bugün ekseriyetle Hollandalılarla anılacak ‘Total Futbol’un da esas mucitleri sayılıyor kimilerine göre o Macarlar. Son derece esnek sayılabilecek ‘WM’ dizilişini, kenar adamlarının hem savunmacı hem de hücumcu vasfı gördüğü 2-3-3-2 formasyonunu Cruyff’un arkadaşlarından önce onlar uygulamışlar aslında. Onların çağını kapatan unsursa futbol dışı faktörler olmuş: 4 Temmuz günü Bern’deki feci yağmur, bir gün sonraki gazetelerin ‘Fritz Walter havası’ olarak adlandıracağı hava ve zemin koşulları Macarları durdurmuş. Ayrıca Herberger’in takımının tarihte ilk kez vidaları takılıp-çıkartılabilen Adidas ayakkabıları o maçta giymeleri, futbolda ekipman etkisinin başlangıcı sayılabilir.

Almanların o maçı kazanması bir milletin de yeniden doğuşu hükmünde. İkinci Dünya Savaşı sonrası bir global spor organizasyonunda ilk kez Alman milli marşı çalınmış o gün. O maç sonrası moralleri tavan yapan ve yaralarını sarmaya başlayan Almanlar, bugünkü modern günlerinin de temellerini atmışlar aslında.

2 Temmuz 1962: Real Madrid Hegemonyasının Sonu

Şampiyon Kulüpler Kupası tarihinin ilk beş yılının tamamında Real Madrid’in kupayı almasında Macarların altın çocuğu Puskas’ın önemli katkısı var. 1956-57-58-59-60’ın Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu Real Madrid, 1962 finalinde de bir önceki sezonun şampiyonu Benfica’ya karşı soyunma odasına Puskas’ın 38 dakikada yaptığı hat-trick ile 3-2 galip giriyor. Benfica’nın efsane koçu Guttmann, devre arasında oyuna Cavem’i sokup ikinci 45’te Di Stefano’yu durdurunca maç sonunda kazanan 5-3’lük skorla Portekizliler oluyor. Tabii Real Madrid hegemonyasını bitiren teknik adam Bela Guttmann’ın da bir Macar olduğunu not etmek gerek sanırım. Ayrıca Benfica’nın o günden beri, yani yarım yüzyıldır uluslararası hiçbir kupa kazanamadığını, tam 10 final kaybettiğini ve bu durumu ‘Guttmann’ın laneti’ olarak andıklarını da...

Total Futbol

Macarların temelini attığı Total Futbol’un zirvesine ise 1960-70’lerde Ajax ve Hollanda Milli Takımı ile ulaşılıyor. Futbolda artık Pele döneminin sonları. Siyah İnci, Brezilya’yı 1958, 1962 ve 1970’te dünya şampiyonu yapmış. Ama artık takımlar bir-iki yetenekli oyuncuya bağımlı olmaktan çıkma uğraşında. Pozisyonlar daha özgür, futbolcular daha esnek. Maç içinde forvetler savunmacı, savunmacılar forvet. Kaleci dışında herkes gezgin. 20’nci yüzyılın başlarında Ajax’ı çalıştıran İngiliz Jack Reynolds ve ‘Muhteşem Macarlar’ın koçu Gusztav Sebes’in ektiği tohumları mükemmelleştirense Rinus Michels. Michels’in yarattığı, bir tür ‘boşluk oyunu’. Boşluğu oluşturma, bulma ya da doldurma üzerine kurulu bir düzen. Total Futbol’un zirve anında, 1972 Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Ajax, Inter’i 2-0 mağlup ettiğinde gazeteler defansif futbolun, ‘İtalyan Katenaçyosu’nun öldüğünü ilan ediyorlar.

Total futbolun ölüm nedeniyse bir tür lider bağımlılığı... O takımın önemli parçalarından Ajax stoperi Hulshoff, sahada durmaları gereken yeri, yaratmaları veya doldurmaları gereken boşluğu hep Cruyff’un talimatlarıyla öğrendiklerini söylüyor. O takımın Cruyff bağımlılığı, 1974 Dünya Kupası finalinde iflasa neden oluyor. Özellikle maçın ikinci yarısında Berti Vogts’un Cruyff’u iyi marke etmesi, orta saha üstünlüğünü Almanlara, Beckenbauer-Overath-Hoeness üçlüsüne geçiriyor. Neeskens’in penaltısına Breitner’in penaltısıyla cevap veren Almanların kazandığı Dünya Kupası ise yeni bir ekolün habercisi. Çünkü 1972 Avrupa ve 1974 Dünya Şampiyonu Almanlar, tarihte bunu başaran ilk futbol ülkesi oluyor.

20 Haziran 1976: Panenka Vuruşu

Almanya, Euro 76’nın finalinde, 20 Haziran’da Beckenbauer’in kaptanlığında tarihte bir başka ilki başarmak için sahada... Eğer o gün Belgrad’da Almanya Çekoslovakya’yı penaltılarda mağlup edebilmiş olsa, tarihte üç büyük turnuvayı üst üste kazanan ilk (2012’ye kadar da tek) ülke olacaktı.

Almanya’yı tarihe düşeceği bu muhteşem nottan mahrum bırakansa yine bir penaltı atışı. 28 yaşındaki Çek orta saha oyuncusu Antonin Panenka’nın o penaltıyı topun dibine girerek nasıl attığını herkes duymuştur. Ama çok az kimse, o cesur vuruşun Euro 76’nın finalinde, son Avrupa ve dünya şampiyonu Almanlara karşı atılan son penaltı atışı olduğunu bilir.

29 Mayıs 1985: Heysel ve Çöküş

Cruyff’un Ajax’ının 71-72-73, Beckenbauer’ın Bayern Münih’inin de 74-75-76 Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluklarına şaşırmamak gerek sanırım. Avrupa’nın kulüpler düzeyindeki sıradaki 10 yılıysa, İngiliz hegemonyasına sahne oluyor. Dâhi menajerler Bill Shankly, Bob Paisley, Brian Clough ve Joe Fagan yönetimindeki İngiliz kulüpleri, 1977-1985 arasında dokuz Şampiyon Kulüpler Kupası finalinin sekizine çıkıp yedisini kazanıyor. Kupa 1’deki Britanya üstünlüğünün sonuysa ne acıdır ki bir trajedi saklıyor altında.

Avrupa futbolunun en büyük stat trajedisi Heysel Faciası, sadece Liverpool’un değil bütün bir İngiliz futbolunun kıta yarışından dışlanması anlamına geliyor maalesef. 29 Mayıs 1985’te Brüksel’de bir grup Liverpool taraftarının Juventus’luların olduğu bölüme saldırısının bedeli, 31’i İtalyan 38 masumun hayatı oluyor. İngilizler 6, Liverpool 8 yıl katılmıyor Avrupa kupalarına. Liverpool’un duygusal koçu Fagan, o maçla antrenörlüğe veda ediyor. Sekiz yıl içinde tam 20 farklı İngiliz kulübü hak ettiği halde Avrupa’da yarışamıyor. 29 Mayıs 1985 günü Juventus’un Liverpool’u 39 cenazenin önünde 1-0 yendiği Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde de küçük bir penaltı trajedisi gizli. İsviçreli hakem Andre Daina, pozisyona çok uzak olduğu için Boniek’in ceza alanının bir metre dışında düşürülmesine penaltı çalıyor. Şimdiki UEFA Başkanı Michel Platini’nin attığı penaltı golüyle tarihin en mutsuz kupasını evine götürüyor Juventus...

8 Temmuz 1990: Tanrı'nın Gözyaşları

Ne Puskas, ne Pele, ne Cruyff, ne de Beckenbauer ve takım arkadaşları esas sanatçının ön grubu olduklarını bilmiyorlar toplarını oynarken. Çünkü 20. yüzyıl futbol öyküsünün esas kahramanı, meğerse 1960 Ekim’inde Buenos Aires’te doğacak bir bücür erkek çocuğuymuş.

1 metre 65 santimlik dâhi on numara Diego Maradona, sadece basit bir dünya şampiyonu olmayacak, yıllarca baskı ve savaşlarla yıpranmış ülkesini birleştirecek, tüm zamanların en spektaküler sayısını ‘Tanrı’nın eli’ ile atacak, hatta aynı beş dakikaya ‘Yüzyılın golü’nü de sığdıracaktı. Futbol transfer rekorunu iki kez kıran tek oyuncu olan Maradona’nın kalbinin kırılma tarihi ise 8 Temmuz 1990 akşamı...

O akşam, Roma Olimpiyat Stadı’na üst üste ikinci kez Dünya Kupası’nı kaldırmak ve bu sayede şımarık Pele’nin kibirli yorumlarından kurtulmak umuduyla çıkan Maradona, son düdükle birlikte gözyaşlarına boğulduğunda aslında bunun bir dönemin sonu olduğunu da bilmiyorduk hiçbirimiz. 80’li yıllarda zayıf Napoli’yi iki kez Serie A, bir kez UEFA Kupası şampiyonu yapan, 1986’da Arjantin formasıyla Dünya Kupası’nı kaldıran Maradona’nın ipini maalesef Roma’daki finalin Meksikalı vicdansız hakemi Codesal çekti. Codesal’ın 84’üncü dakikada Sensini-Völler mücadelesine çaldığı penaltı düdüğü, hem Arjantin’de hem de dünya futbolunda bir dönemin sonuymuş meğerse.

Merak edenler için ekleyeyim... 9 Temmuz günü artık ben de okulu terk edip rotamı Ulus’taki otogara çevirmiş, dağınık valizimden sarkan Dünya Kupası notlarımla birlikte İstanbul’un yolunu tutmuştum. O gün çocuk aklımla belki futbolda neyin bittiğini tam olarak bilmiyordum ama yıllar sonra anlamıştım kalbimdeki eksiklik hissinin nedenini: Zira 20. yüzyılda artık bir daha hiç kimse onun kadar oyuna hükmetmedi. Hiç kimse onun topla olan mesafesinden daha yakına giremedi. Hiç kimse bir topu 62 metre boyunca dürtüp, sayısız tekme girişimine rağmen ağlarla buluşturamadı. Ta ki takvimler 18 Nisan 2007’yi, kameralar bir başka Arjantinli dâhi bücür Messi’yi gösterene dek...

26 Mayıs 2004: Bir İhtimal Daha Var

90’lı yılların başında Milan, sonunda da Manchester United ve Real Madrid, güçlü kadrolar ve göze hoş gelen oyunlarla kazandılar kupaları. Futbolun eğlence çağı olarak adlandırabileceğim bu süreç, Alex Ferguson gibi, Van Basten gibi, Ronaldo gibi, Zidane gibi dehalardan ilham aldı.

2004 Şampiyonlar Ligi şampiyonu Porto ise biraz aykırıydı. 26 Mayıs akşamı Gelsenkirschen’deki Şampiyonlar Ligi finalinde Porto, Monaco’yu 3-0’la geçmesine rağmen topla oynama oranı sadece yüzde 45’ti. Rakibinden daha az pas yaptı, daha az şut attı ve daha az korner kullandı. Maçtaki 20 faulde ve üç sarı kartın tamamında Porto’lu oyuncuların ismi yazıyordu. Ama kazanan da 3-0’lık skorla Porto’ydu. Jose Mourinho tandanslı bu kontrol oyunu, Euro 2004 şampiyonu Yunanistan, 2005-2006 Premier Lig şampiyonu Chelsea, 2006 Dünya Kupası şampiyonu İtalya ve 2010 Devler Ligi galibi Inter’in de anafikri olacaktı gelecekte.

1 Temmuz 2012: Tiki Taka'nın Zirvesi

Yirmi birinci yüzyılda hayatın her alanında değişim hızının arttığını not etmek gerek sanırım. Önceleri 100 yılda bir yapılan icatlar, sonra 50 yılda bire evrildi. Şimdilerde belki 10 yılda bir oluyor hayatımızda sert değişiklikler. Futbolun da komünikasyon çağının baş döndürücü rüzgârından etkilenmemesi ve değişiminin hızlanmaması imkânsızdı. Mourinho-Rehhagel-Lippi gibi realistlerin karşısına çok kısa süre içinde Rijkaard ve Guardiola gibi Cruyff öğretili hayalperestler çıktı. Tiki-Taka diye adlandırılan o öldürücü pas oyunu, kısa süre içinde Mourinho realizmini unutturdu: 2006-2009-2011 Devler Ligi galibi Barcelona ile 2008-2010-2012’de üç büyük turnuvayı üst üste kazanan İspanya Milli Takımı, bütün dünyanın öykündüğü zevk veren bir top oynuyorlardı artık. 1 Temmuz 2012 gecesi Kiev’de İspanya, İtalya’ya top göstermeden Avrupa şampiyonu olduğunda sanırım Tiki-Taka’nın ya da ‘Xaviesta’ çağının zirvesi yaşandı. Tiki-Taka’nın bir üst versiyonu ise son iki-üç yılda Jürgen Klopp ve Jupp Heynckes gibi antrenörlerin ‘Umschaltspiel’ (geçiş oyunu) güncellemesi ile piyasaya sürüldü.

23 Nisan 2013: Geçiş Oyunu ve Karşı Pres

Aslında Barcelona ve İspanya’nın Tiki Taka’sının Xavi-Iniesta-Ronaldinho-Messi gibi olağanüstü top saklayıcılara bağımlı olduğu açıktı. 2005-2013 arasında top saklamanın yetmediği maçlar oldu, dönemsel kötü sinyaller de verdiler. Örneğin 2010 Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Inter, Barcelona’yı geçerken bu sistemin bir panzehiri olabileceğini hissettirmişti. Lâkin zaman gösterdi ki esas panzehir kaleye otobüs çekmek değil, savunmadan hücuma hızlı geçebilmekmiş. Şampiyonlar Ligi 2013 yarı final ilk ayağında Münih’te Heynckes’in Bayern’i, Barcelona’ya karşı sadece yüzde 37 topla oynayarak kazandı. Heynckes rakibine şutlarda 9-2, kornerlerde 11-4, tabelada da 4-0 üstünlük kurarak futbolda yeni bir çağın başladığını Dortmund koçu Klopp’la birlikte tüm yeryüzüne ilan etti. Çünkü bu oyunun sırrı, sadece top sendeyken değil, top rakipteyken de ne yapacağını bilmekte saklıydı. Rakibin en zayıf anı, senin topu kazandığın andı ve bu zayıflığı üç-dört saniye içinde gole çevirebilirdin. Bunun için savunma oyunundan hücuma, hücumdan savunmaya hızlı geçmeliydin (Transition play)… Şok karşı presler yapmalıydın (Gegenpressing)... Nitekim 2013 Devler Ligi şampiyonu Bayern’le finalisti Dortmund’un da sırrı aynıydı. Tıpkı 2014 Dünya Şampiyonu Almanya gibi.

İtiraf edeyim: Tiki-Taka ile ilgili olağanüstü olumlu düşüncelere sahip olduğumu söyleyemem. Matematikseverler beni daha iyi anlayacaklardır: Bu anlayışın limitini alırsanız, sanki kalecisiz, savunmasız, santrforsuz, 11 orta sahalı, gol yemeyen ve gol atmayan bir sonuç çıkacak ortaya... Oysa futbol böyle bir mükemmelliğe kapalı, anlık değişimi çok yüksek, Kurosawa’nın Rashomon’u gibi sahanın farklı yerlerinden, maçın farklı anlarından baktığınızda farklı görünmesi gereken, görecelilik barındırması icap eden bir oyun. Hayat gibi. Top her zaman sizde olmaz hayatta. Bazen geride durur, izler ve gecenin en karanlık olduğu anın, gündüze en yakın anı olduğunu kurarsınız kafanızda.

“Hayat sen plan yaparken başına gelen şeylerdir” demiş ya John Lennon. Futbol da öyle işte. Başına gelenlere en iyi reaksiyon veren, bu işin en başarılısı galiba. 1950’lerde de öyleydi, 2000’lerde de böyle, sanırım 2050’lerde de aynı olacak...

Socrates Dergi