Benim Dünyam

10 dk

Cevad Prekazi, saha içinde yaptıklarıyla efsane olmakla kalmadı; Türkiye futbol literatürüne de "Koşsam Real Madrid'de oynarım", "Topun canı vardır" gibi özlü sözler kazandırdı. Şimdi ise söyleyecek yeni sözleri var...

— İlhan, Prekazi arıyor! Telefondayım.

— Kim arıyormuş?

— Cevad Prekazi, onunla röportaj yapmaya geldik.

— Ciddi misin? Eskiden her Sırp gibi ben de futbolu severdim. Partizan taraftarıydım ve onun hayranıydım. Yugoslavya’nın en iyi şut atan futbolcularından biriydi. 35 metre, 40 metre fark etmez. Hakem serbest vuruşu çaldıysa gol olmuş sayardık. Saygılarımı iletin.

Belgrad’da kaldığımız evin sahibi Milenko Markovic ile şehirdeki ilk saatlerimizde bu konuşmayı yaptık. 1980’li yıllarda Türkiye futbolunda büyük izler bırakmış Prekazi için oradaydık ve Yugoslav futbolundaki etkisine tanık olmamız da uzun sürmemişti.

Ertesi gün Cevad Prekazi ile ‘eski şehir’ olarak adlandırılan bölgede, sık uğradığı bir restoranda buluştuk. Kendisine götürdüğümüz üç adet dergiyi sunduk. Birini reddetti. Sebebi kapaktaki Jose Mourinho’ydu: “Bu katil, bunu almam. Futbolu öldürdü. Taktik, taktik, taktik…”

Ait olmadığını düşündüğü dünyada doğruları ile yaşayan efsane solak ile konuşmaya hazırdık…

Yugoslavya, sizin de yetiştiğiniz dönemde çok önemli yıldızlar çıkarmıştı. Bunu sadece sistemle açıklayabilir miyiz?

Çok büyük bir futbol sevgimiz vardı. Sadece futbola da değil, bütün sporlara... Ligimiz Avrupa’nın en iyilerinden biriydi. Basketbol, hentbol, su topu... Hepsinde olimpiyat madalyaları çıktı. Bu noktada devletin sistemi etkiliydi. Doktor hizmeti, eczaneler, malzemeler, hepsi bedavaydı. Herkes için aynı şartlar... O sistem gitti ama yetenek üretimi devam ediyor. Bakarsan; Hırvatistan, Karadağ, Bosna Hersek... Hepsi tekrar oyuncu yetiştirmeye başladı. Üstelik birçok genç savaş yüzünden yurt dışına kaçmıştı.

Sırbistan’ın nüfusu yaklaşık 7,5 milyon. Ama çıkardığı futbolcuya bakıyorsun, nüfusla orantılı olarak harika bir yüzde. Ama bizde futbolu öldürdüler, sistem yok artık. Federasyon başkanı seçilir mesela; ya Partizanlı olur ya da Kızılyıldızlı. Böyle olunca da takımlarını kollarlar ve tartışma bitmez. Kanunları uygulayan birine ihtiyaç var

Telefonunuz hâlâ Yugoslavya Marşı ile çalıyor. O dönemin sadece spor ortamı değil, insan yetiştirme politikasından sosyal yaşamına kadar sizi etkileyenleri nasıl anlatırsınız?

Ben Tito'nun askeriyim. Bir kere her insan özgür olmak ister. Onun zamanında özgürdük. Pasaportumuzla her yere gidebiliyorduk, sokaklarda serbestçe yaşayabiliyorduk. Belki harcayacak çok paramız yoktu ama herkes mutluydu, gülüyorduk. Herkes birbirine yardım ederdi. Şimdi burada birisi düşse kimse dönüp bakmaz bile. Spor ortamını zaten anlattım...

Galatasaray, 1989’da Kızılyıldız ile eşleştiğinde idarecilerimiz eşleriyle birlikte Belgrad’a geldi. Benim eşim de onları gezdiriyordu. Yöneticiler krampon almak istemiş, eşime danışmışlar. Eşim bilememiş, “Cevad'a her sezon öncesinde bedava krampon verirler. Her kulüp bunu yapar” demiş. Artık böyle bir şey yok.

O dönem Yugoslavya, yetenekli oyuncularına rağmen uluslararası organizasyonlarda büyük başarılar kazanamadı. Dejan Savicevic’le yaptığımız röportajda, ligin yorucu olmasının bunda etkili olabileceğini söylemişti...

Doğru, çok yorucuydu ama bence asıl sebep politikaydı. Mesela antrenörün 20 kişilik kadroyu oluştururken şuna bakması gerekiyordu; kaç Sırp almışım, kaç Makedon almışım... Bakmazsan; pat, bir telefonla hemen bir adamı aldırtırlar.

Belgrad derbisi ile ilgili neler hatırlarsınız? Genelde iki takımdan birinde oynayıp Türkiye’ye gelen futbolcular, “Galatasaray-Fenerbahçe maçındaki atmosfer ne ki!” minvalinde şeyler söyler...

Benim ilk derbimde 105 bin taraftar vardı. Bak, tüylerim diken oldu şimdi bile. İlk kez maça çıkıyorum ya! Sahaya adım attığınızda karşınıza Güney Tribünü çıkar, orası da hep Partizan’ındır. Tünelden bir çıktım, her yer siyah-beyaz. Harikaydı o zaman. Şimdi futbolla alakası yok. Sevinçler, üzüntüler, hepsi müthişti. En önemlisi de centilmenlik vardı. Şimdiki ise savaş! Biz 90 dakikada birbirimizi öldürebilirdik ama maç bitince sarılır, birlikte yemeğe giderdik. Sahte iş yoktu orada! Tek farkımız renkti. Benim en iyi arkadaşım Kızılyıldız topçusuydu. O rengi sevmiyorum ama niye nefret edeyim? Biz oynarken kulüplerin tarihini bilirdik ve o yüzden büyük saygı duyardık birbirimize.

Kendi değerlerini kaybetmenin birçok sıkıntıyı beraberinde getirdiğini mi düşünüyorsunuz?

Belgrad’da 15 yaşında bir çocuk geliyor, “Ciao!” diyor. 15 yaşındayken benden büyük birine “Ciao” deseydim tokat yerdim, eminim bundan. Bakın bir şey anlatayım... 12-13 yaşında elim kırıldı, hastaneye gittim abimle. Doktor da abimin arkadaşıydı. Baktı, teşhisi koydu, sonra da omzumdan bileğime kadar alçıya aldı. Doktora, “Ne alakası var şimdi?” der demez abimden tokadı yedim.

Ben genç milli takımda oynuyordum, kendi jenerasyonumun yıldızlarından biriydim ama deplasmana giderken kaptanın ve iki antrenörün çantalarını da taşıyordum. “Yok, taşımam” diyeceğim ha, biraz yerdi... Bu var ya, (cep telefonunu işaret ediyor) şeytanın ta kendisi, şeytanın teki bu! Kimse kimseyle konuşmuyor. Bir masada sohbet ediyorsunuz, zırt telefon çalıyor, adam kalkıp gidiyor. Herkes telefonla ilgileniyor. İletişimimiz kalmadı artık. Yarın kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelecek. Herkes tipik Amerikan insanı olsun istiyorlar. Tüm dünya ABD oldu. Bu benim dünyam değil.

Ülkenizdeki değişim ne zaman başladı?

Savaştan sonra. Paramparça oldu her şey. İnsanlar burayı terk etti, kalanlar için de her şey para oldu. Burada ve burada (kalbini ve beynini gösteriyor) zengin olmalısın. Kültür seviyesi çok düştü, herkes rüyalarda yaşıyor; çok çabuk para kazanmak, zengin olmak istiyor.

Kardeşim, Partizan’ın stadyumunda kütüphane vardı, kütüphane! 1945'te stadyum yapılırken bir bölüme de kütüphane sığdırmış adamlar. Partizanlı sporcular eğitime önem vermek zorundaydı. Belgrad’da kütüphanenin nerede olduğunu bilmiyordum ben, kulüpte vardı zaten. Orada ne zaman tadilat yapıldı, kütüphane gitti.

Cevad Prekazi (oturanlar, soldan ikinci) ve Partizanlı takım arkadaşları, Eski Yugoslavya Devlet Başkanı Josip Broz Tito ile birlikte...

Cevad Prekazi (oturanlar, soldan ikinci) ve Partizanlı takım arkadaşları, Eski Yugoslavya Devlet Başkanı Josip Broz Tito ile birlikte...

Galatasaraylı eski futbolcular da sizin çok okuduğunuzu anlatır zaten...

Kaptan Cüneyt, en efendi topçulardandı. Bir tek o liseyi bitirmişti; o kadar! Diğerleri ile ne konuşacaksın? Bilmiyorlardı ki... Eğitim yok. Kitapsız bir yere gitmezdim, hâlâ öyle. Gazeteci Temel Özalak ile yaptığımız sohbetler sabaha kadar sürerdi.

WhatsApp profil fotoğrafınızda da Che Guevara var...

Ben böyle doğmuşum kardeşim. Kalbim sol tarafta, ben de sol taraftayım. Hatırlıyorum; rahmetli annem anlatıyordu bazı şeyler, dinle ilgili falan, ben diyordum ki "Ya, nerede bu Allah?" Bu fakirler nasıl kendini bu kadar dine vermiş anlamıyordum. "Sen şeytansın" diyordu annem bana. Tabii ki okumaya başladım sonra. Büyük adamları okuyorsun, görüyorsun...

Dünyanın her yerinde savaş var. Ne için? Para. Kimse söylemiyor onu. Hepsi de hesapta dinle ilgili, dinciler yapıyorlar... Hangi Allah'a inanıyor bunlar? Sen dini seviyorsun, okey, bana ne? Ama ben de inanmıyorsam, sana ne? Benden beş yaş büyük olan abim de bir ara sardı bu işlere. Okuyup okuyup anlatıyordu. “Ya, tamam! Sen inan, beni bırak” diyordum...

Tito'nun sağ kolu vardı, Koca Popovic. O istasyonlar, caddeler; hepsi onun babasının ve dedesinindi. Gençliğinde çok büyük kapitalistmiş. Babası onu üniversite için İsviçre'ye göndermiş. Döndüğünde altı dil biliyormuş. Sonra Sorbonne'a gitmiş. Seine Nehri'nin sol tarafında en büyük solcular, sağ tarafında en büyük sağcılar vardır o dönem. Jean-Paul Sartre falan, hepsi solda... Popovic de o tarafı seçmiş. Çünkü o insanlarla tanışmak, oturup sohbet etmek istemiş. Ve döndüğünde komünist olmuş, her şeyi bırakıp İspanya İç Savaşı'na katılacak kadar... Çok büyük zengin kardeşim! Demek ki parayla olmuyor her şey.

Che Guevara... Aristokrat bir aileden geliyor, bilmeyen yok. Tatil yapayım diye kalkmış motosikletle Güney Amerika'ya gitmiş. Ama orada insanların ne kadar fakir olduğunu görünce dünyası değişmiş. Konfor alanını bırakmış, başka bir yola baş koymuş, bu yolda ölmüş... İnsan kardeşim, insan... Babam aynısını diyordu: “Bak oğlum, dünyada iki tane din var; biri iyi insanlar, biri kötü insanlar.” Bitti!

Siz imaj olarak da bugünün deyişiyle ikon futbolculardan biriydiniz. Müzikle de ilgili olduğunuzu düşünürsek; bunda dinlediğiniz grupların, müzisyenlerin etkisi oluyor muydu?

Yok, yok. Onların hepsi benim kafamdan çıkıyordu. Bak, 30 sene oldu, küpe kulağımda. Ben hep bir şeyleri değiştirmek istiyordum, aklımdan neler geçiyordu... Mesela saçlarımı boyatmak istiyordum ama Simo (Zoran Simovic) “Her şeyi yapamazsın” diyordu. Galatasaray'a imzaya geldim. Hava çok sıcak, şort giymişim. Bazı futbolcular gelip “Ne giydin öyle, ayıp” diyordu. Ne ayıbı be! Sana ayıp, bana değil. Türkiye’de bacak bacak üzerinde atmazlardı mesela... Ben babamın yanında bile öyle otururdum. Bunun saygıyla bir alakası yok ki!

Babanızdan çok etkilenmişsiniz...

10 üzerinden not verirsek, 15 puanlık bir adamdı. Büyük adam! Bakması yeterli, elini hiçbir zaman kaldırmadı. Ama büyük otoriteydi. Çok şey öğrendim ondan. Nasıl anlatayım; annem ve babam çok farklıydı. Hiç konuşmazdı babam, zaten bir kelimesi yeterliydi. Düşünmemizi sağlardı hep. Vefat etti ve benim yarım gitti. Öyle yarım yaşıyorum ben. 9 Şubat’ta 38 sene oldu. Hep arıyorum onu. (Gözleri yaşarıyor) Babamla ilgili konuşmayı hiç sevmem, ağlarım çünkü. Annemle ilgili konuşabiliriz; 2002’de vefat etti. Ama babam çok büyük babaydı.

Futbola dönelim. Partizan’dan Hajduk Split’e gidiyorsunuz. Oradan da ABD’ye; kısa bir salon futbolu maceranız var...

Türkçe karşılığı ne oluyor, bilmiyorum. Tamamen avantürist (maceraperest) bir iş.

Sizi Hajduk’tan koparan neydi?

Yeni bir antrenör gelmişti, (Stanko) Poklepovic… Beni takımda istemedi. En iyi oyuncusuydum. Asanovic gençti, onu düşündüğünü söyledi. Bir de Salov vardı, onun da kalacağını belirtti. Bana “Git” dedi. Az kalsın dövecektim, yemin ediyorum. Çok zor durumdaydım. Sinirlerim bozulmuştu, “Hayde bir gideyim ABD’ye” dedim. 30 bin dolar verdiler, o senelerde kaç futbolcu bu paraları kazanırdı ki? Split’te kalsam maaş alacaktım ama kesin bir bokluk yapacaktım.

Baltimore’da Almanya ile Dünya Kupası kazanmış Bernd Hölzenbein ile takım arkadaşıydınız...

Beni gördüğünde inanamadı zaten. “Ne işin var burada?” diye sordu. “Olağanüstü oyuncusun” derdi, ben de “Holzi be, bende menajer yok. Normal bu” derdim. Sonra Galatasaray’a gittim, Almanya’da Offenbach ile oynuyoruz... Holzi de maçtan sonra Derwall’i görmeye gelmiş ama benim Galatasaray’da olduğumdan haberi yok. Tünelde yürüyorum, baktım Derwall ile Holzi konuşuyor. Bağırdım: “Holzi!” Bir bakışı var, anlatamam... Yine sordu: “Ne işin var senin burada?” Galatasaray’da oynadığımı anlattım. Derwall’e de aynı şeyleri söyledi, beni övdü...

ABD’de isminiz Jeff Prekazi olarak karşımıza çıkıyor hep. Özel bir sebebi var mıydı bunun?

Aptal onlar, aptal! Ondan dolayı. İsimleri söylemesi zor geldi mi öyle telaffuz ediyorlar. Jeff, Stan... Reşat vardı, Galatasaray’da da oynamıştı kısa süre, ona da Ray diyorlardı...

Nasıldı oradaki futbol ortamı?

Buzda oynanıyor ya, hokey, onun gibi... Bir kısım oyuncu giriyor, iki-üç dakika oynuyor, sonra çıkıyor... Karmaşa... Bir de sürekli dolaşıyorsun. Baltimore’dan Los Angeles’a uçak yedi saat.

Galatasaray macerası da Partizan’dan takım arkadaşınız Simovic’in telefonu ile başladı...

Bir telefon, papapap... (Rüdiger) Abramczik mukavelesini uzatmamış. Simo aradı, “Gel” dedi. “Tamam” dedim. Simo, gazeteci Yahya Vatansever ve Futbol Şube Sorumlusu Selçuk Uygur ile görüştüm. Kamp başladı, Simo ile kalıyoruz. Bu arada çifte vatandaşlık teklifi yaptılar. En sonunda bir şartla kabul ettim. Şartım, kulübün Belgrad’da bir daire almasıydı. Onu da hep para, para, para diye düşünen Alp Yalman kabul etmeyince mukavele yapmamaya karar verdim. Derwall görüştü sonra Alp Yalman'la. Orada “Prekazi’yi kabul etmezseniz ben başka yabancı almayacağım” demiş. Öyle olunca beni transfer ettiler ama çifte vatandaş olmadım.

Jupp Derwall kariyerinizin neresinde?

En tepede, bir numara! Çok efendi, çok iyi antrenör. Sanki Alman değildi! Sanırsın iki kalbi vardı. Tabii ki Almanlarda da iyi insanlar vardır ama Derwall başkaydı be abi! Her şeyi öğretti, çok şeyler getirdi Türkiye’ye. Her şey onunla başladı Türkiye’de. Sonraki bütün başarılarda payı var.

"Tabii ki Almanlarda da iyi insanlar vardır ama Derwall başkaydı be abi!"

"Tabii ki Almanlarda da iyi insanlar vardır ama Derwall başkaydı be abi!"

Derwall, Türkiye’ye geldiğinde şartlara ve futbol oynanış tarzına inanamadığını yazar. Sizin de bu konularda şaşırdığınız noktalar var mıydı?

Sokakta gibi futbol oynuyorlardı. Kaç kere Derwall’e söyledim; “Bir şeyler yapmalısınız, taktik olarak takıma müdahale etmelisiniz” dedim. “Onlar anlamazlar” cevabını verdi. Vallahi bak. Florya’da toprak sahayı ilk gördüğümde Simo’ya “Burada mı çalışacağız?” dedim. Deplasmanlar daha beter. Denizli, Rize, Ordu... Denizli’de toprak bile değildi saha, Ordu’da toprak, Rize’de biraz kum biraz toprak... İzmir, Trabzon, Malatya, Samsun gibi şehirlerde ise sahalar iyiydi bak.

"Onun gibisi gelmedi ama..."

Galatasaray’a ilk geldiğim zamanlar, antrenmandayız… Uğur Tütüneker de yanımda koşuyor ama ben ona değil de ters tarafa bakıyorum. Döndüm, pası Uğur’a attım. Beklemiyor tabii, bağırmaya başladı: “Ya sen öbür tarafa bakıyordun, niye buraya attın?” İçimden “Aptal, devam etsene” dedim. Semih Yuvakuran televizyonda söyledi, “Ben futbolu Cevad'dan öğrendim” diye. Onların suçu değil ki! Bir şey göstermemişler.

'Çingene' Arif'te (Kocabıyık) ne yetenek vardı; sağ ayak, sol ayak, çalım… Ama 18'e girmeye korkuyordu. Bunlar altyapıda öğretilseydi Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu olurdu. Kaç gol var Arif'in Galatasaray kariyerinde? Bir elin parmağı kadar yoktur.

Sonra Yusuf (Altuntaş)… Onun gibi stoper Türkiye'de yok, ben hâlâ görmedim. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi defans oyuncusu. Avrupa'da da her takımda rahatlıkla oynardı. Çok da karakterli bir insandı. Ama kafa yok! Vermedi kendisini. Ne kapasite, ne potansiyel, her şey vardı onda. Ama Türkiye'de kaldı, yazık etti. Bugünün piyasasında 50 milyon ederdi. Zevkle söylüyorum, hayvanın tekiydi! Ben onu çok seviyordum, insan olarak da futbolcu olarak da...

Turgut Özal'a kupa töreninde forma hediye etmiştiniz…

Benim kafamda hep bir şeyler dönüyordu. Giderken tribünlere, kulüpten biri “Elini öpeceğiz” dedi. “Kimin elini öpeceğiz? Ben sadece babamın elini öperim” dedim. Sıranın en sonundaydım. Bütün takım öptü elini, sıra bana geldiğinde ben eğilmedim. Formamı çıkardım. Şaşırdı o da. Uzattım formamı, “Her sene bize plaket hediye ediyorsunuz hatıra olarak, bu defa ben de size hatıra olarak formamı veriyorum” dedim. Öyle kaldı.

Cruyff’un sizi Ajax’a istediği doğru mu?

Evet, Münih’te bir salon turnuvasına gitmiştik ve en iyi futbolcu seçilmiştim. Neler yaptım neler... Ajax da o turnuvadaydı. Turnuva bitti, aynı gece başka bir turnuva için Stuttgart’a gittik, Ajax orada da vardı. Kahvaltıda oturuyoruz; Simo, ben, Kovacevic... Cruyff da karşıda bir masada... Devamlı ona bakıyorum, en sevdiğim futbolcu herif. Bir baktım; papapap Cruyff geliyor!

— Günaydın!

— Günaydın!

— 15 dakikan var mı?

“Var” dedim ama öleceğim, titriyorum. Partizan-Kızılyıldız maçı oynamış adamım, hayatımda ilk kez heyecanlandığımı hissediyorum.

— Kontratın ne zaman bitiyor?

— Yazın.

— Ajax’ta oynamak ister misin?

— Tabii.

— Ama bir sorun var...

Biliyordum sorunu, eski PSV kaptanı Lazar Radovic arkadaşımdı, ondan öğrenmiştim; Hollanda Futbol Federasyonu, bazı sezonlarda Yugoslavya’dan oyuncu alınmasını yasaklıyordu. O sene de bunu yapmışlardı. Cruyff, eğer istiyorsam bir şeyler deneyeceğini, başka ülkenin pasaportunu alıp Ajax’ta oynamamı sağlamak için uğraşacağını söyledi. Başka ülke pasaportunu hayatımda kabul etmem, Galatasaray’ı da bırakmam, mümkün değil. Ama işin ucunda Cruyff var, kimse kusura bakmasın! Telefonumu istedi, arayacağını söyledi. Birkaç gün sonra hakikaten de aradı:

— Hi.

— Hi.

— I’m sorry.

— No problem.

Her şeyi denediğini ama olmadığını söyledi. Yanılmıyorsam altı ay sonra da Barcelona’nın başına geçti.

Kariyerinizde en üzüldüğünüz an budur herhâlde?

Tabii, Cruyff ayağına geliyor kardeşim, Cruyff! Beni göreceksin ama; felaket bir titreme...

14 yıl aradan sonraki şampiyonluğa gelelim. Eskişehirspor maçından önce stresi var mıydı takımda?

Çok… Çok korkuyordu oyuncular.

Siz?

Bende yoktu. Korku sadece kötü sonuç verir. Ben çıkıyordum maça; to be or not to be… Kendime o kadar güveniyordum ki... Bir de frikik öncesi ufak kavga çıktı İlyas'la (Tüfekçi) aramızda. İlyas vurmak istedi, “Sen ne zaman gol attın?” dedim. Aldım sonra topu, tak, haydi iyi günler… İşte, kendine güven budur.

Steaua Bükreş ile oynadığımız rövanş maçını hatırlıyorum. İzmir'deydik. Maçtan kısa bir süre önce birkaç gazeteci bana frikik attırdı. Çıplak ayakla vuruyordum, hepsi doksana gidiyordu. Maçta da aynısını attım ama kaleci Lung çok uzun boyluydu, parmaklarının ucuyla dokundu, direkten döndü. Cüneyt gitti tamamladı, gol oldu. İnanamıyordu gazeteciler, “Nasıl yapıyorsun?” diyordu. Kardeşim çalışıyoruz… Tabii ki benim bir avantajım da vardı, ayağımın küçük olması, 38 numara. Bir de o zamanki toplar çok iyiydi, artık öyle top yok.

Tango mu?

Evet. 1978 Dünya Kupası'nda çıkmıştı. Turnuva Arjantin'de olduğu için topa da Tango demişler. Müthiş toptu, nereye istersen oraya gidiyordu. Tabii çalışmak lazım devamlı, yoksa gitmez.

Neuchatel Xamax maçıyla ilgili hep Mustafa Denizli konuşulur; “Beş atacağız dedi, beş attık” diye...

Propaganda. Biz zaten Neuchatel'i eleyeceğimizi biliyorduk. Benim en ufak bir şüphem yoktu. Hem bizim takımı biliyordum hem rakip takımı. Sahaya girmeselerdi, ilk maç da ya 1-0 biterdi ya 1-1. Garanti. Bir anda abuk subuk goller yedik, 3-0 oldu.

"Biz zaten Neuchatel'i eleyeceğimizi biliyorduk. Benim en ufak bir şüphem yoktu."

"Biz zaten Neuchatel'i eleyeceğimizi biliyorduk. Benim en ufak bir şüphem yoktu."

Rövanşa çıkarken rahattınız yani?

Ben her zaman rahattım. Sonraki turda, Köln'deki Monaco maçından önce şehirden bir saat uzaklıkta bir yerde kalıyorduk. Her gün yağmur yağıyordu. Ben kitap okuyordum, mola veriyordum, çıkıyordum yağmurda sigara içip dolaşıyordum. Bir hafta boyunca bunu yaptım. Bütün hafta herkes pappapap konuşmuş, maç günü kahvaltıda kimsenin çıtı çıkmıyor. Derwall ziyarete geldi, otobüse bindik, maça gidiyoruz... O zamanlar walkman'ler vardı, taktım kulaklıkları, otobüste müzik dinliyorum. Şarkılara eşlik etmeye başladım. Bir baktım, Cüneyt geliyor, kaptan... Koluma dokundu, çıkardım kulaklığı... Diyor ki “Cevo, konsantre ol maça...” Dedim Cüneyt, ben yedi gündür konsantre oluyorum. Savaşa gidiyoruz; ya öleceksin ya yeneceksin... Derwall bana bakıyor, böyle yapıyor... (Baş parmağını yukarı kaldırıyor) Geldik soyunma odasına, herkes hâlâ sessiz... Ben bekliyorum, sahaya çıkalım diye. Konsantreyi çoktan bitirmişim, burada. (Kafasını gösteriyor)

Bir daha o frikiği hiç atamamışsınız…

Ben frikiğin doktoruydum. Öğrendim, nasıl vurulması gerekiyorsa vurdum. Öğrettim de... Mesela Tugay, antrenmandan sonra kalıyordu: “Cevad Abi, hadi frikik atalım.” Çok yetenekli çocuktu. Bir maçta savunmada eksiğimiz vardı, “Tugay oynasın, o her şeyi oynar, bir tek kaleci olamaz” demiştim. Oynadı da... Yetenek kardeşim. Teknik süper, şut süper… Doktor öğretti ona, o da doktor oldu! Şimdi OFK Belgrad'daki çocuklara öğretiyorum. Kendim de hâlâ çok iyi kullanıyorum, kramponla ya da çıplak ayakla… Ama yok, yıllar geçti, o frikiği atamıyorum. Yapamıyorum... Orada benim istediğim olmadı. İstediğimi yapabilsem belki gol olmayacaktı. Dış falso vurmak istedim, düz gitti.

Önemli olan orada topa vurma cesareti göstermek…

Zaten eşim benim gerildiğimi görünce tribünde kardeşi ve arkadaşına “Bu manyak oradan vuracak galiba” demiş. Sonra, gol işte… Eğer kendine güvenmiyorsan, olmaz.

O golü boksör Jack Dempsey'nin yumruklarına benzetiyormuşsunuz, o dönemki röportajlarınızda bu var...

Onu Sayın Temel Özalak yazmış. Onu çok severim ama benzetme bana ait değil. Asıl etkilendiğim şeyi anlatayım. ABD'li yazar Dale Carnegie'nin yazdığı bir psikoloji kitabını okuyordum o dönem. Her şeyin psikolojiyle ilgili olduğunu o kitapla anlamıştım. İnsan hikâyelerine tanık olmuştum. Mesela birini anlatayım... Çok zengin bir adam; amansız bir hastalığı var, ölümü bekliyor. Bir de hayali var: Gemiyle dünya turu yapmak. Doktoru tabii buna izin vermiyormuş. Adam gitmekte diretince, doktor bir yasak listesi hazırlamış. Onu yiyemezsin, bunu içemezsin; her şey yasak. Çeşit çeşit de ilaç vermiş. Adam kendisine bir tabut almış, kaptanla konuşmuş; “Eğer gemide ölürsem beni bu tabuta koyacaksınız, şu buzlukta saklayacaksınız, dönüşte de şu adrese göndereceksiniz” demiş. Sonra binmiş gemiye, doktor neyi yasakladıysa hepsini yemiş. İçki, sigara, her şey... İlaçları atmış denize, hiçbirini içmemiş. Tur bitmiş, dönmüş doktora gitmiş. Doktor bunun yaşadığını görünce şaşırmış. “Gel” demiş, “Sana bir check-up yapalım.” Bütün testleri yaptıktan sonra, “İnanamıyorum,” demiş, “siz hasta değilsiniz.”

Monaco maçında oyundan çıkarılışınızı hatırlıyor musunuz?

Orada Mustafa Hoca kendini kaybetti. Nasıl beni değiştirir ya? Normal insan Tanju'yu çıkarır, Uğur'u santrfora kaydırır, orta sahayı kuvvetlendirir… Ama yine kazandık.

Steaua Bükreş’e karşı niye olmadı?

Mustafa Hoca! Yanlış yaptı. Beni sağ tarafa koydu. Erhan'a “Hagi'yi tut” dedi. En büyük komedidir Muhammet'in o maçta oynamaması. Muhammet olsaydı, Hagi 90 dakika adım atamazdı. Garanti… (Miodrag) Belodedici o dönem Romanya'dan kaçıp Kızılyıldız'a transfer olmuştu. Benim arkadaşım gazeteci olarak gidip onunla sohbet etti, Steaua'ya dair ne varsa hepsini öğrendi. Ben de her şeyi Mustafa Hoca'ya anlattım. Ama o hepsini tersine çevirdi. Orada Tanju'suz oynamamız gerekiyordu. Uğur tek başına ileride, ben onun arkasında, kalabalık orta saha, kalabalık defans… Kesinlikle elerdik.

Savaş döneminde Sırbistan’a dönmek nasıl bir karardı?

Bakırköyspor’da oynuyordum ama ne maçtan ne antrenmandan keyif alıyordum. Bir gün geldim eve, eşime “Bavulları topla, gidiyoruz” dedim. Savaş nedeniyle içimde hiçbir heves kalmamıştı. Aklım buradaydı.

İstanbul'dan giderken herkes “Manyak mısınız? Savaş varken nereye gidiyorsunuz?” diyordu. Buraya geldik, “Manyak mısınız, niye geldiniz?” dediler. Ama işte, öyle olmuyor... Çok etkiledi beni savaş. Başka bir ülkeyle savaşıyor olsaydık bu kadar etkilenmezdim. Tabii ki savaşın her türlüsü kötü ama iç savaş en kötüsü kardeşim. Çünkü her yerde arkadaşım var. Psikolojik olarak o olay beni öldürdü. İdmana gidiyordum ama niye gittiğimi bilmiyordum. Kalmamıştı içimde hiçbir şey. O yüzden bıraktım döndüm. Bana bir şey olsa bile en azından kendi ülkemde, kendi şehrimdeydim. Etrafımda sevdiklerim...

"Kaç bin kişi öldü, kaç bin kişi kaçtı, kaç ev yok oldu. Ne oldu? Çok mu zor kardeşim birlikte yaşamak? Birbirine saygı göstermek zor mu?"

"Kaç bin kişi öldü, kaç bin kişi kaçtı, kaç ev yok oldu. Ne oldu? Çok mu zor kardeşim birlikte yaşamak? Birbirine saygı göstermek zor mu?"

Ülkenize döndüğünüz sırada Galatasaray'daki takım arkadaşlarınızın hiçbiri sizi aramamış...

Maalesef. Ama ne yapayım ben? Onların yüzü.

Kimse mi aramadı?

Hiç. Başka arkadaşlarım aradı ama futbolculardan arayan olmadı.

Savaşın etkilediği şeylerden biri de aslında Yugoslavya Milli Takımı o dönem...

Politika işte. Her şeyi yapıyor... Sonuç ne? Kaç bin kişi öldü, kaç bin kişi kaçtı, kaç ev yok oldu. Ne oldu? Faydayı kim gördü? İnsanları ayrıştırıp birbirine düşürdüler. Yok Hıristiyan, yok Katolik, yok Müslüman... Çok mu zor kardeşim birlikte yaşamak? Birbirine saygı göstermek zor mu? Farklılıkları sevmek zor mu? Ne olduğumuz alnımızda mı yazıyor? Ama insanların aklını karıştırdılar. Menfaat, para... Her şey materyalizme döndü, futbol da... Her şey, her şey

Socrates Dergi