
Benim Jenerasyonum
16 dk
Ato Boldon 1990'larda sahneye çıkan özel bir sprinter kuşağının yıldızlarından biriydi. Bugünlerde başarılı bir yorumcu olan Boldon'la kariyerini, parlak jenerasyonunu, en büyük rakiplerini ve pişmanlıklarını konuştuk.
Trinidad & Tobago'dan ABD'ye göç ettiğimizde 14 yaşındaydım. New York'taki Jamaika Lisesi'ne devam ederken futbolcu olmaya çabalıyordum. Bir soğuk kış günü, lisenin atletizm antrenörü Joe Trupiano'nun dikkatini çekmişim. Bana şöyle dedi: "Müthiş bir hıza sahipsin. Nasıl bir sporun içinde olmak istersin? Bu saf hızı evcilleştirip ondan elde edeceğin sonuçları daha da büyük hâle getirmek ister misin?" Atletizm takımına geçtim. Karayiplerden gelen diğer öğrencilerle dostluklar kurup sprint macerama başladım. İki yıl sonra da Olimpiyat Oyunları'na gittim.
1992 Olimpiyat Oyunları benim için kahredici bir deneyimdi. Henüz 18 yaşındaydım ve o yıl 10.22 koşmuştum. Sprinterlere özgü kendini beğenmiş bir tavır takınmıştım. Olimpiyatta da benzer bir dereceyi elde edip en kötü finale çıkarım diyordum. Ancak ilk turda elendim. Acı bir tokat gibiydi benim için bu. Kendi kendime şöyle dedim: "Anlamıyor musun, pisttekiler dünyanın en iyi sprinterleri. Hiçbiri senin daha önce hangi dereceyi koştuğunla ilgilenmiyordu. Seni ezmek için oradalardı." O seviye başka türlü vahşete sahip bir ormandır. Yani, Barselona büyük bir facia ve hayal kırıklığıydı. Aynı zamanda bir dersti. Akabinde Dünya Gençler Şampiyonası tarihinde 100- 200 metre dublesi yapan ilk atlet oldum. Hayal kırıklığı beni kamçılamıştı.
1992, atletizm tarihi için bir dönüm noktasıydı. 1988 Seul'de Ben Johnson'ın dopingli çıktığı, Carl Lewis'in galip ilan edildiği 100 metre finalinden 1992 Barselona finaline sadece iki atlet kalmıştı: Linford Christie ve Dennis Mitchell. Mitchell da sonradan patlak veren büyük BALCO doping hikâyesinin merkezindeki antrenör Trevor Graham'in öğrencisiydi. Carl Lewis, Leroy Burrell ve Mike Marsh gibi isimler ise o yılların Santa Monica Atletizm Kulübü'nün sporcularıydı. Onlar da efsane antrenör Tom Tellez'in öğrencileriydi. Aynı, yakın dönemi domine eden Usain Bolt ve Yohan Blake'in üyesi olduğu Glen Mills'in çalıştırdığı Racers Track Club gibi, 1990'ların ilk yarısında da onlar hegemonya kurmuştu. 1991'e dek Carl ve Leroy dünya rekorunu toplam 5 kez kırdılar. 1991 Dünya Şampiyonası'nda ise Carl, Leroy ve Dennis 100 metrede ilk üçü kapıp ABD hegemonyasının simge yarışını koşmuşlardı. Orada Michael Johnson da 200 metreyi şampiyona rekoru ile kazanmıştı. Ancak 1991'de kazandığı altın, Carl Lewis'in bu mesafede kazandığı son madalyaydı. Onun çağı kapanıyordu.
1992 finalinde Carl yoktu ve Linford Christie de 32 yaşındaydı. Onun da yaşı ilerlemişti fakat 1992'de her şeyi kazanmıştı, 1993 Stuttgart'ta da dünya şampiyonu oldu. Akabinde benim de dâhil olduğum; Donovan Bailey, Frankie Fredericks, Michael Johnson ve Maurice Greene gibi isimlerin yer aldığı neslin zamanı geldi. Donovan 1995'te dünya, 1996'da olimpiyat şampiyonu oldu. 1997-2001 arası da Maurice Greene'in yıllarıydı.
Linford Christie ve Carl Lewis iki farklı sprinter ekolünü temsil ediyor. Linford tam bir 200 metreci değildi, 100 metre için yaratılmıştı. Daha çok güç ve hırs tarafını temsil ediyordu. Ama sprinterler tarihinde zarafetin, ustalığın ve maharetin bir tanımını yapacak olursak bunun sözlük karşılığı Carl Lewis olur. Carl, hâlâ tarihin en iyi teknisyeni olarak kabul edilebilir. Stil olarak kusursuzdu neredeyse. Linford, koşu stiliyle pek artistik puan kazanamayabilirdi ancak başarı anlamında Carl'dan çok da uzakta kalmadı. Ama Carl'ı izlediğinizde başka bir resim hatta tablo kalırdı zihninizde. Süzülürdü adeta. Linford ise pisti sarsarak ilerlerdi.
Doğal Yetenek
1990'lardan en favori atletlerim iki kadın. Biri Avustralyalı Cathy Freeman, diğeri de Fransız Marie-Jose Perec. Bilhassa Perec olağanüstü zarif ve eşine nadir rastlanacak kadar doğal bir yetenekti. 1996 Atlanta'da onu 200-400 metre dublesi yaparken izlemek hayatımda yaşadığım en sıradışı deneyimlerden biriydi. Engelli koşudan gelip yaptıkları akıl almaz. Aynı lakabı gibi bir gazel asaleti ve doğallığıyla koşardı. 400 metre gibi dayanıklılık da gerektiren mesafeyi çok kolay ve eforsuz kazanıyormuş gibi gösterirdi.
1996 Atlanta 100 metre finali... Şöyle diyeyim, hayatımda tekrarlamak isteyeceğim tek yarış değil, aynı zamanda tek gün. Aslında geçmişle ilgili pek fazla pişmanlık hissetmem. Ama üçüncü hatalı çıkış sonrası kollarımı savurduğum o an, o yarışın tümü baştan yaşamak istediğim tek zaman dilimi. O günle ilgili bir Groundhog Day filmine ihtiyacım var. Sadece ilk, ikinci ve üçüncü hatalı startları değil. Her şeyi baştan sona yeniden yaşamak isterdim. Olanlar ne benim yüzümdendi ne de kontrol edebileceğim bir durumdu. Üçüncü hatalı çıkış sonrası kollarımı savurdum ve isyan ettim. Aslında bu kişiliğimin bir yansımasıydı. O finaldeki atletlerin en genci ve tecrübesiziydim. Start takozuna yerleştiğim anda kazanmaya hazır olduğumu hissediyordum. Hatalı çıkışlarla şampiyonluğumu geciktirdiklerini düşünüyordum. Ah gençlik! Tecrübesizliğim ve sabırsızlığım yüzünden, o hatalı çıkışların yaşandığı süreci iyi idare edemeyip aylarca hazırladığım yarış planımı çöpe atmıştım. Bütün eleme turları ve yarı finaller boyunca sabırlı, soğukkanlı ve planıma sadık şekilde ilerlemiştim. Ama start denemeleri boyunca yaşananlar sonrasında zihnen dağılmıştım. Çok kızgındım. Ama yine de acele etmemeliydim. Sanki yarış 50 ya da 60 metre çizgisinde bitiyormuş gibi koşmamam, alev topuna dönüşmemem gerekiyordu. 22 yaşındaki bir atletin tecrübesizliği kolay baş edilir şeyler değildir. Şimdi bir antrenör ve yorumcu olarak tekrardan izlemek çok zor gelir o yarışı. Öğrencilerimin öyle bir deneyimi yaşamalarını istemem açıkçası.
1996 Atlanta yarışı öncesi genç Ato ile sohbet edebilsem ona şunu derdim: "Sen ne halt ediyorsun? Neden o enerjini böyle berbat bir şekilde kullanıyorsun. Kontrol edemediğin için hayal kırıklığı yaşadığın durum, kontrol edebileceğin bir süreç değildi." Ben doğuştan bir kontrol manyağıyım ve o gün kendimden çok daha büyük bir şeyi kontrol edemediğimden dolayı kontrolümü kaybetmiştim. Mesela Linford'ın o gün yaptığı ikinci hatalı çıkışına bakıyorum, belki de koşmak istememişti, kim bilir. Hâlihazırda hatalı çıkışı olan bir atletin yapacağı bir starta benzemiyordu ne de olsa. O benim kahramanlarımdandı. Ama o yarışta gerçekten var olmak, yer almak istiyor muydu emin değilim. İkinci hatalı çıkışına bakın, lütfen tekrar izleyin. Ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Biliyorsun, veda yarışıydı o. Bu şekilde bir dramayla veda etmeyi tercih eder gibiydi. Yine de sinirlerime hâkim olup soğukkanlılığımı korusam muhtemelen yarışı kazanırdım.
Donovan Bailey genelde hep kötü start alırdı. O nedenle başta paniklerse bir daha öne geçemeyeceğini bilirdi. Yarış planını ve start sonrası koşusunu uygulamada neredeyse kusursuzdu. O tip startlardan sonra yarışı kazanabilmek için kalan metrelerde zaten hatasız koşmanız gerekir. Bailey de 1996 Atlanta finalinde starttan kalan metreleri eksiksiz koştu. Onu hiç kıskanmadım. Çünkü o şartlarda doğru zihinsel yapıda olan oydu.
100 metrenin tam tersine 200 metre yarışında daha rahattım. Kendimi baskı altına sokmadan yarışa girdim. Michael Johnson ve Frankie Fredericks gibi iki büyük isme karşı yarışırken üçüncü olmayı hep olumlu bir şekilde hatırlıyorum zaten. 100 metreyi nasıl pişmanlıkla anımsıyorsam Atlanta'daki 200 metre yarışını da o kadar tatmin olmuş bir şekilde anımsıyorum. Kariyerimin en iyi ikinci zamanıyla bitirmiştim. Ayrıca iki çok iyi dostum tarafından geçilmiştim. Üzülecek bir tarafı yoktu. Her şeyden öte kırılan tarihi bir dünya rekorunun karesindeydim.

Michael Johnson ile aynı dönemde yarıştığım için hem çok şanslıydım hem de fazlasıyla şanssızdım. Bu işin en iyilerinden biri. Belki de en kendine özgüsü. Sıradışı stili ve özel yetenekleriyle benim için bir simgedir. Michael biraz ilgisiz, soğuk ve kendini muhafaza eden bir yapıya sahipti yarışırken. Frankie ise iyi iletişim kuran, nazik ve beyefendi bir karakterdi. İkisi de harika insanlardır. 1997 Dünya Şampiyonası 200 metre finalinde Frankie'yi geçip kazandıktan sonra neredeyse gidip ondan özür dileyecektim. Büyük bir Frankie hayranıydım hep, atletizme başlamadan önce de öyleydim. Benim gibi genç bir sprintere hep yol göstermişti ihtiyaç duyduğumda. Linford, Donovan, Michael ve Maurice gibi isimlere denk gelmese 3-4 altını daha olurdu.
Sporda bir rekabetin parçası olabilmek için bir kazanıp bir kaybetmelisiniz. Michael Johnson ve Frankie Fredericks'ten öte asıl dişli rekabetim Maurice Greene ile olandı. Michael'ı zaten hiç geçemedim (Gülüyor). Frankie ile bir rekabetim var denebilir belki ama Maurice ile olan başka bir boyuta sahipti. Onu arada 200 metrede geçerdim, o ise beni 100 metrede hep yenerdi. Antrenman partneri olmamız da meseleye ayrı bir boyut katıyordu. Ama daha iyi olan da oydu. 1997 Dünya Şampiyonası'nda o 100 metreyi ben 200 metreyi kazanmıştım. 1996'dan sonra Michael Johnson daha çok 400'e odaklandı. 200'de zaten dünya rekorunu kırmıştı ve artık o mesafede yapacağı bir şey kalmamıştı. Gidip Donovan Bailey ile garip bir 150 metre şov yarışı bile koşmuştu. O nedenle 90'ların ikinci yarısında onunla karşılıklı yarışamadık. Frankie de aynı dönemde çok sakatlık yaşadı. Eskisi gibi değildi artık. Böylece meydan bana ve Maurice'e kalmış oldu. Nesil olarak Donovan Bailey, Bruny Surin, Obadele Thompson gibi atletleri de buraya ekleyebiliriz. Sadece büyük şampiyonalarda değil, bu jenerasyon sezon boyunca birçok yarışta karşı karşıya gelirdik. 1997-2001 arasında Maurice ve benim yarattığımız ikili rekabet ise hepsinin önündeydi.
1997'de Dünya Şampiyonluğu kazandığımda büyük mutluluk yaşamıştım. Trinidad & Tobago küçük bir ada ülkesi ve bu ülkemin tarihindeki ilk dünya şampiyonluğuydu. Aslında 100 metrede de iddialıydım ancak yarış öncesi kramp sıkıntısı yaşamıştım. O nedenle istediğim gibi koşamadım. Kendimden biraz şüphe de etmiştim 200 öncesi. Bir sprinter kendinden bir an bile şüphe etmemelidir. 200 metre benim için çok önemliydi ve kendimi toparlamayı başardım. Atina'daki pisti de çok severdim. Bana iyi gelirdi. Hatta Maurice de o pistte 1999'da 9.79 ile dünya rekoru kırmıştı. Rüzgârın yönü, stadyumun havası, her şeyi iyi koşmaya çok uygundu. Lozan ile beraber en sevdiğim iki pistten biridir.
1999'da iki kez 9.86 koşmama rağmen sakatlık nedeniyle Sevilla'daki Dünya Şampiyonası'na gidememiştim. Büyük bir hayal kırıklığıydı ama bir yandan da bugünkü hayatıma olumlu bir etkisi olmuştu o sakatlığın. Hayatta herhangi bir günde yaşananların sonuçları sadece o güne dair olmuyor. Ben evde kalmak istiyordum ama menajerim sakatlığıma rağmen Sevilla'da olmamın iyi olacağını söyledi. O zaman sponsorum Adidas'tı ve Sevilla sokakları sırtımda kanatların olduğu reklam fotolarıyla kaplıydı. Son şampiyon olarak çok formdaydım ama sakatlanmıştım. O ortamda bulunmak ve yarışanları izlemek, Maurice'i 100-200 dublesi yaparken görmek bana zor gelmişti. Ama bir yandan da o şampiyona benim spor yorumculuğu kariyerimin başladığı yerdi. BBC için çalışmıştım Sevilla'da ve bu işi o ilk günden çok sevmiştim. Dönüm noktasıydı.
Sonsuz Arayış
'Daimi İkinci' tanımına uyan iki atlet tanıyorum. Biri Frankie Fredericks diğeri de de Merlene Ottey. Merlene'e hep büyük bir sempati hissettim. 200 metrede iki dünya şampiyonluğu ile çok etkileyici bir kariyeri var ama dokuz olimpiyat madalyasından hiçbiri altın değil. Kazanmaya sayısız kez yaklaşıp hep aynı noktada hayal kırıklığı yaşamak onun gibi yetenekli ve hırslı bir atlet için zor olsa gerek. Ben de bazı hüsranlar yaşadım ama muhtemelen onun kadar ucundan dönsem zihinsel olarak devam etmekte zorlanırdım. 30 yıllık bir kariyer! Merlene sürekli o altını arar gibiydi. Sonsuz bir arayıştı.
Maurice Greene, Şöhretler Müzesi'ne yakışacak bir kariyere sahip. 60 metre dünya rekorundan başlayarak 100-200 metrede kazandığı olimpiyat ve dünya şampiyonluklarıyla tartışmasız en görkemli kariyerlerden biri. 1999'da kırdığı 100 metre dünya rekoruna, aradaki Tim Montgomery skandalını hesaba katmazsak, 2000'lerin ortasına kadar kimse yaklaşamadı. Tarihin en iyi Amerikalı sprinteri. Genel olarak da Usain Bolt'la tanışana kadar o seviyenin üzerine çıkanı görmedik. Antrenmanlarda da beni hep daha iyiye iten rekabetçi bir yapısı vardı.
Doksanlar sprint dünyasına baktığınızda rekorlar dönemi olduğunu görürsünüz. Beş kez 100 metre dünya rekoru kırıldı. 200 metrede Pietro Mennea'ya ait rekoru Michael Johnson 17 yıl sonra kırıp yetmezmiş gibi bir de 19.32 ile onu başka bir zirveye taşıdı. Ama her şeyden öte kısa boylu, boğumlu kaslara sahip sprinterlerin zirvesinde olduğu bir çağdı. Bunda Maurice Greene, Leroy Burrell, Linford Christie ve benim olduğum ekibin etkisi çok büyük.
Aslına bakarsan 1980'ler sonu ve 1990'lar başı kadın sprinterler açısından çok görkemliydi. Aynı okula gittiğim (UCLA) Gail Devers, Florence Griffith-Joyner ve Jackie Joyner-Kersee gibi atletler vardı. Özellikle onların büyük hayranıydım. Aralarındaki rekabet de çok yoğundu. Mesela 1992 Barcelona ve 1996 Atlanta... Gail Devers'in Atlanta'da Merlene Ottey'i geçtiği 100 metre finali hayatımda izlediğim en iyi yarışlardan biriydi. Yani, kadınlarda o dönem çok daha yakın yarış finişlerine sahne oldu. Ayrıca Gail Devers'ın bir 100 metre engelli ustası olmasına rağmen 100 metrede iki olimpiyat şampiyonluğu kazanıp tek bir engelli koşu olimpiyat madalyası alamaması da tarihin en ironik olaylarından biriydi. Devers'in, 1992 Barselona'da sıradışı bir 100-100 dublesi yapmasına ramak kalmıştı. 100 engelli yarışında altına doğru giderken, son engele takılıp beşinci bitirdiği yarış en dramatik finişlerden biridir.
Bisiklet sporunda 1990'lar nasıl EPO çağıysa, atletizm ve hatta birçok spor dalı için de aynı dönem BALCO skandalı demekti. Marion Jones başta olmak üzere o kadar çok sporcu bu skandal kapsamında yakalandı ki... Dolayısıyla bahsettiğimiz dönemin büyük kısmında dopingin etkin olduğunu görebiliyoruz. İnsanlar bu konuyu konuşmakta zorlanıyorlar. Hâlbuki bu, spor ve atletizm tarihinin bir parçası artık. İnkâr edemezsiniz. Hatırlamak önemlidir çünkü bir daha aynı hataları yapmanızı engeller. Bu kadar atlet ve sporcu yakalandığına göre de demek ki 1990'larda doping çok yaygındı. Ben hiçbir zaman başvurmadım ama belki bu nedenle kaybettiğim yarışlar da oldu.

Bisikletçi Tyler Hamilton'ın kitabını okudum, evet. "Herkes yapıyor ve ben de onlarla durumu eşitliyordum. Hile yaptığımı düşündürecek bir durum yoktu" düşüncesini hatırlıyorum. Bu zaten en köklü problem. Dopinge sürükleyen faktörlerin başında kazanma stresi, maddi ve manevi kaygılar, performans baskısı sayılabilir. Ama kim doping yaparken yakalansa "Herkes yapıyor" anlatısına sığınıyor. Aynı politikacıların çalarken yakalandığında söylediği gibi. Uzun zamandır sporun içindeyim, çok şey biliyorum. Bisiklette ve atletizmde çok mu doping oldu, evet oldu. Ama bu tek bir sporun yükü değil. Küresel bir sorun. Hiçbir spor dalını tek başına yargılayamam. Hatta tam tersine bu spor dallarının dopingin daha çok üzerine gittiğini düşünüyorum.
1990'lardan en favori atletizm hatıram, 1991 Tokyo Dünya Şampiyonası uzun atlama finalidir. Carl Lewis, Mike Powell'a karşı. Evet o günlerde atletizm ile uğraşıyordum ama gerçek tutkuyu o yarışı izlerken hissettim. Üzerimde etkisi büyüktür. Bir Lewis öne geçiyordu, bir Powell. Sonunda Mike Powell'ın meşhur dünya rekoru gelmişti. Büyülenmiştim. O gün profesyonel atlet olmaya karar verdim.
1990'lar atletizmi ile ilgili değiştirmek isteyeceğim tek şey, doping. Bu sporu sevip icra eden temiz atletlerin hakkını yemelerinin yanında atletizmi büyük bir sevgiyle takip eden izleyicilerin artık her başarıya şüphe ile yaklaşmasına yol açtılar. Çocukluğumdan beri Amerikan sporlarını takip ediyorum. Atletizmde biri başarı elde ettiğinde, kesin dopinglidir yargısını hemen duyarsınız. Ama diğer sporlara geldiğinde buna başvurulmaz. Kobe Bryant diğerlerinden daha iyidir ama kimse ondan dopinglidir diye şüphe etmez. Kobe dopinglidir demek istemiyorum, bakış açısını anlatıyorum. Michael Jordan, LeBron James... Farklı nesillerden örnekler bulunabilir. Üstelik bu tip sporlardaki doping testleri çok yetersiz. Bir atlet yıl içinde hepsinden fazla test ediliyor. Aynı bisikletçiler gibi. Hâlâ doping var mıdır? Kesinlikle. Ama bu, sporun tümü kirlidir veya sadece bu sporlar kirlidir demek değil.
2000 Sidney'e giderken yaşadığım sakatlıklar nedeniyle hiç formda değildim. Ama zihinsel olarak baskı hissetmeden yarıştım. 100 metrede Maurice'in ardından ikinci olurken yediğim fark, 10.000 metre yarışında Haile Gebrselassie'nin kazanırken attığı farkla aynıdır. Pistteki en uzun ve en kısa yarışlar bunlar. Maurice domine etmişti, ikinci olduğum için şanslıydım. 200 metre yarışına gelirsek, Konstantinos Kenteris kazandığında aslında neye tanık olduğumuzun farkındaydık. Onu tanıyordum ve olimpiyat şampiyonu olmasına imkân yoktu. Hatta kürsüye doğru yürürken, ikinci olan Darren Campbell'a "Bu yarışı ve altını sen kazandın, farkındasın değil mi?" demiştim. Kenteris bir sahtekârdı. Şimdilerde ülkesi Yunanistan'da bile ondan saygıyla söz edilmiyor.
Bir yemek daveti versem ve üç kişi çağırmam gerekse ilk antrenörüm John Smith'i çağırırdım. İkinci konuğum Daley Thompson olurdu. Çünkü başkalarının ne düşündüğünü hiç önemsemez ve çok açık sözlüdür. Bir de Linford Christie'yi çağırırdım. Ona 1996 Atlanta 100 metre finalini sorardım: Neden?