Benim Yolum

18 dk

Mirsad Türkcan’ın kariyeri yol ayrımlarıyla dolu. NBA macerası neden kısa sürdü? O ribaundu neden bırakmadı? 2005’ten sonra milli takıma dönebilir miydi? Belki de tüm bu yaşananların Frank Sinatra’yla bir alakası vardır.

Basketbola başlangıç hikâyelerinin genellikle tek tip oluşuna alışığız ama sizin için bunu söylemek pek mümkün değil. Voleybol, Şemsettin Baş ve Novi Pazar üçgeninde nasıl başladı bu serüven?

Ben Sancak bölgesi çocuğuyum. Novi Pazar’da doğdum. 1991’de Yugoslavya’da savaş çıkınca diğer herkes gibi bir karar vermem gerekti. Hem baba hem de anne tarafından ailenin yarısından fazlası ‘68’de Türkiye’ye göç edenler arasındaydı, o yüzden öncelik hep buraya gelmek oldu.

Normalde ailemden daima “Mirsad, aman oğlum sen okuyacaksın” cümlesini duyardım. Annem, babam, hatta şu anda ablam… Hepsi doktor. Mesela çok iyi voleybol oynuyordum, profesyonel olabilirdim. Sırbistan-Karadağ kurulduktan sonra aday kadroya davet de almıştım. Bir yandan da 7-8 yaşından itibaren basketbolun içindeydim. Sokakta Toni Kukoc’u taklit ediyordum. Çok hareketliydim ve sürekli spor yapmak istiyordum. Ailem hiçbir zaman engel olmadı ama eğitim hep daha öndeydi. Bunu hissettirmişlerdi. Benimse tek hayalimdi sporcu olmak.

1991 yılında, savaş devam ederken bir yaz tatilinde İstanbul’a geldim. Kartal’da oturan kuzenim Şemsettin Baş’ta kalıyordum. Halamın kızı ve büyük ablam da onunlaydı. Şemso’yla her gün asfalt üzerinde basketbol oynadık o yaz. Büyük ablam tatilin sonuna doğru, “Mirsad sen geri dönme. Yugoslavya’da durum malum. Basketbola başla Türkiye’de, burada okula yazdıralım seni. Türk vatandaşlığına da başvururuz” teklifini yaptı ve burada kaldım.

Şemso o dönem Paşabahçe’deydi ama bana Türkiye’nin en büyük kulübünün Efes Pilsen olduğunu, basketbola orada başlamam gerektiğini söyledi. Onun üzerine bir hafta sonu Efes’in tesislerine gittik. Altyapı takımı Ergin Ataman’ın yönetiminde. Ayağımda babamın aldığı yeni ayakkabılar, Efes’le denemeye çıkacağım için acayip hazırlanmışım. Zannediyorum ki iki saat antrenman olacak… Bana, “Gel bu potaya şut at. Git bir smaç vur. Bir de koş. Tamam bitti” dediler. Yukarıda, üçüncü katta bir beyefendi vardı. Beni şut atarken izledi ve daha sonra kayboldu ortadan. O gidince ben de herhalde yapamadım, iyi değildim diye düşündüm. Halamın kızına “Ya bu adam nereye kayboldu? Kötü müydüm ben?” dedim. Sonra yukarıya gittim o beyefendiyle tanışmak için.

Ergin Ataman’ın yanındaydı o beyefendi, Aydın Örs’tü. Çok kısa konuştular. “Yeteneğini gördük. Biz seni alacağız. Lojman evi de ayarlıyoruz. Pazartesi başlayabilirsin” cevabını verdiler. O gece mutluluktan uyuyamadım.

Hem Aydın Örs hem de Ergin Ataman’dan defalarca, “Mirsad’ın çalışma temposuna sahip çok az oyuncu var” açıklamasını duyduk. Neydi sizi motive eden? Daha ilk günden NBA miydi?

Bir kere ben ne kadar iyi olduğumu bilmiyordum. Seviyem belli değildi. Ciddi bir kulüpte, ciddi bir ortamda hiç bulunmamıştım. Takım arkadaşlarımla bire bir mücadeleye giriştiğim zaman, özel bir programa ihtiyaç duyduğumu hissettim. Daha yukarı gidebilirdim. Efes’te idmanlar ağırdı ama bana yetmiyordu. Yıldız, genç, ümit, A takım… Hepsiyle idmana çıkıyordum ama yine de yeterli olmuyordu. Günde 8-10 saatimi salonda antrenmana ayırıyordum. Bugün dönüp bakıyorum, valla kariyerimin başında sakatlanmamam büyük şansmış. İlk özel kondisyoneri getiren de bendim galiba... Daha önce Panathinaikos’ta Zeljko Obradovic’le birlikte sekiz sene geçiren özel kondisyonerimle her idman sonrası atletizm, çabukluk, halter ve şut çalışması yapıyorduk. Bana gülüyorlardı bu kadar çaba sarf ettiğim için. Tamer Oyguç’a “Abi ben NBA’e gideceğim” diyordum. “Sen NBA’i anca televizyondan izlersin koçum” diye cevap veriyordu. Sonra Houston beni 18. sırada seçince aynı gece onu aradım.

-Abi? Hatırlıyor musun?

-Tabii oğlum. Tebrikler.

Houston Chronicle arşivlerinde Rockets kadrosuna bir hayli çabuk uyum sağladığınızı görüyoruz. O sezon lokavt olmasa… Nasıl devam eder bu cümle?

Ben ne doğru zamanda NBA’e gittim ne de doğru takımla birlikteydim. Eğer Houston’da kalsaydım, eğer Scottie Pippen free agent olmasaydı… Eğer, eğer… Gittim ve lokavt oldu. Pippen’ın Houston’la imzalama durumu ortaya çıkınca beni Philadelphia’ya takas ettiler. Larry Brown’ın takımında oynamam pek mümkün değildi, Philly’ye gitmek de istemiyordum açıkçası. Telefonum çaldı. Hattın diğer ucunda Knicks’in genel menajeri Ernie Grunfeld var. “Mirsad seni istiyorum, Philadelphia’yla konuşacağım” dedi. Ernie’den bunu duyduktan sonra ben de gidip dönemin 76ers GM’i Billy King’le konuştum, “Gelmek istemiyorum, Philadelphia’da oynamak istemiyorum” dedim. Beni zorla takas etmek durumunda kaldılar New York’a.

Sonra… Sonra ne oluyor? New York’a gidiyorum ve bir hafta sonra Ernie Grunfeld kovuluyor. Yeni GM geliyor, Scott Layden. Düşünebiliyor musunuz? Bu kadar şanssızlığın bir anda olması mümkün değil. Kısmet olmadı. Özellikle Houston’da kalsaydım apayrı bir kariyer yolu izlerdim bence. Rockets’ta lokavt olduğu için ‘resmi’ idmanlar yoktu ama takım toplandığında koç Rudy Tomjanovich takımı pencereden seyrediyordu. Telefonla arayıp, “Böyle devam et. Süre bulacaksın Mirsad” demişti. Ama mevzubahis Scottie Pippen olunca, duygusallık rafa kalkıyor. Profesyonellik dışında düşünceye yer yok. Zor yoldan öğrendim.

Houston Chronicle arşivinden olmayan iki haberde ise “Kulüp Hakeem’e mescit yaptırdı. Mirsad’la beraber namaz kılacaklar” ve “Mirsad antrenmanların dışında Barkley ile dolaşmamaya özen gösteriyor” ifadeleri var...

Hakeem’e gerçekten mescit yaptırdılar. Orası doğru. Benim de müslüman olduğumu öğrenince çok iyi davranmıştı. Yardım etti, evine çağırdı, yemek yedik. Biraz kapalıydı. Çocuklarıyla, hanımıyla tanıştırdı beni. Barkley ise çok şakacıydı. “Hadi bırak bunları. Gel dışarı çıkalım” diyordu sürekli. Ama benim ne o zaman öyle bir isteğim vardı ne de şimdi var… Gece hayatını pek sevemedim. Bak işte İstanbul’da yaşıyoruz, beni göremezsiniz dışarıda. En fazla iki, üç... “Çıkayım, eğleneyim” diyen bir tip değilim. Barkley ile takılmadık o yüzden. Houston günleri Barkley’le gece gezmeleri yerine Carl Lewis’in antrenörü Frank’le bireysel çalışma yapmakla geçiyordu daha çok.

Knicks’te Jeff Van Gundy’nin size karşı tutumunun haksız olduğunu düşünüyor musunuz? “Koç yeni 3 numaranı buldum: Ben” çıkışınıza karşılık JVG’nin “3 numarada sen oynarsan beni kovarlar” dediği doğru mu?

Çok çalıştım ama bana şans vermedi. Korkak bir adam Jeff Van Gundy. Görüyorsunuz işte, şimdi de ESPN’de yorumcu. Adam antrenör ama antrenörlük yapmıyor. Benim gördüğüm kadarıyla detaylara önem veren, rakip takım analizi çalışan, iyi bir koçtu. Ama şimdi ESPN’de yorumculuk yaparak kolaya kaçıyor. Daha stressiz iş tabii. Herhalde parayı da buldu.

Bir keresinde yanına gidip “Beni oynatmıyorsan takas et koç” diye çıkıştım. “Mirsad daha 12-13 maç oldu, dünyanın en büyük takımındasın. Bunu nasıl söylersin?” cevabını verdi. Takımda Houston, Sprewell, Patrick Ewing, Larry Johnson, Kurt Thomas, Marcus Camby vardı. Koç sürekli “Biraz sabırlı ol” diyordu. Ama ben sabırsızdım, oynamak istiyordum.

3 numara olayına gelince… Bunu bir yerde daha duydum ama neresiydi hatırlamıyorum. Van Gundy bana karşı hiçbir zaman açık ve net konuşmadı, “Aklımdasın, merak etme” dedi hep ama beni hiç oynatmadı. Ben de o esnada, oynamıyorken Patrick Ewing ile konuşmuştum. “Ya kaptan, bu adam beni düşünmüyor. Sen soyunma odasının liderisin. Bir söylesene” demiştim. Belki Ewing’e konuşmuş olabilir Van Gundy. Onu bilmiyorum. Hiç karşılaşmadık New York’tan sonra. Umarım bir gün gelir de oturup konuşuruz. Bir kahve içmek isterim.

New York’tan Milwaukee’ye geçiş sürecinde neler yaşadınız? Yine Ernie Grunfeld’in, bu kez Bucks GM’i sıfatıyla devreye girdiği bir hikâye… Neden olmadı? Sakatlık mıydı problem?

Sezon öncesi kampı da dahil edecek olursak, ben New York’ta üç ay çok iyi çalıştım. Sonra oynamıyorsun, oynamıyorsun… Gençsin, demoralize olmak kolay. Biraz da depresyona girdim. Bıraktım çalışmayı ama yemeği bırakmadım. 20-30 gün hiç çalışmayınca kilo aldım. 30-35 dakikalık idmanlar benim normal tempomun çok altındaydı, vücudumun alıştığı düzeyde değildim. Hem ruhsal hem de fiziksel olarak kendimden uzaklaşıyordum. Sonra Grunfeld beni Milwaukee’ye aldı. 1.5 ay çalışmadığım dönemden sonra bana şans verdi. Bucks’ta birkaç idmana çıktım, birkaç şut soktum, fena değildim. Kadroya dahil oldum. Washington maçıydı, koç George Karl beni çağırdı ve “Hadi Mike oyuna gir” dedi. O zaman anladım ki bu adam bana şans verecek. Çok kısa sürede 4-5 ribaund aldım, sayı attım. Eve gittim heyecandan uyuyamıyorum. Sonra Atlanta’ya karşı iyi oynadım. Topuğumdan geçirdiğim plantar fasya sakatlığıysa işleri bozdu. Ağrıların geçmesi iki ay sürdü. Döndüğümde play-off başlamıştı, kadro çok şişikti. Koç Karl rotasyonu sekiz oyuncuya indirdi ve doğal olarak ben yoktum. Artık bitmişti. Ben kafamda bitirmiştim.

Ertesi sezon Ernie Grunfeld, “Sana yıllık 1 milyon dolar garanti kontrat vereceğim” dedi. Minimum da 300-400 bin dolardı o zaman, 1 milyon dolar iyi miktardı. “Gel, seni oynatacağız” demişti. Ama ben çok sıkılmıştım. Efes ve Ülker beni istiyordu, Avrupa’dan başka takımlar da vardı… Yorulmuştum. Ernie’ye, “1.5 sene oynamadım. Bir sene daha oynamazsam benim için yazık olur” dedim ve Avrupa’ya döndüm. Doğru muydu bu karar? Hayır. Yanlış yaptım. Kendi kariyerim açısından büyük yanlıştı NBA’den vazgeçmek.

Avrupa’ya geri döndükten sonra hiç düşünmediniz mi NBA’i? 2000’lerin ilk yarısının en dominant oyuncularından biriyken NBA’in radarına yeniden girmemeniz garip olurdu...

O dönem, Avrupa’ya geri dönenlerin tekrar NBA’e gidişi zor olur diye düşünüyordum. Milwaukee’den sonra yine şans geldi tabii. Joe Ash vardı, Houston scout’u. Beni çok severdi. Avrupa’dayken geldi birkaç maç seyretti. “Mirsad ne düşünüyorsun, döner misin?” diye sordu. “Ben mutluyum, büyük ihtimalle dönmeyeceğim” dedim. Şartlar öyle oluştu.

Joe Ash’in sizin için yazdığı “Hayatımda gördüğüm en agresif, en istekli Avrupalı oyuncu Mirsad” raporunu okumuştum. Aydın Örs’ün de saha içi meziyetlerinizi överken, “Beni çok uğraştırdı ama vazgeçemiyorsun işte, öyle bir yetenek” demişliği var. Bu ‘uğraştırmak’ tabirine de değinerek, biraz oyun karakterinizi, parkede hissettiklerinizi anlatır mısınız?

Ben Türkiye’ye geldikten iki sene sonra babamı kaybettim. Aydın Örs hayatıma o dönemde girdi. Bana koçluğun yanı sıra babalık da yaptı. Hayatımda kimseyle karşılaştıramayacağım, çok özel bir yeri var. Ben çocuktum, zor durumdaydım. Annem ve iki kız kardeşim savaşın ortasında Yugoslavya’daydı. Babam yok. Kafamda bin tane problem… Yarım gün antrenmanda, yarım gün telefonda geçiyor. Aile soruyor, amcalar, dayılar, arkadaşlar… Herkes orada, ben Türkiye’de yalnızım.

Bana çok büyük sabır gösterdi. Onun yerinde olsam, belki 100 kere atardım takımdan. Kızdığı dönem çok oldu, idmandan gönderdi, takımdan kesti ama hiçbir zaman umutsuzluk aşılamadı. Olay yaşanır, her neyse orada kalırdı. Ertesi gün, yeni bir gündü. Her zamanki sıcaklığıyla beni karşılardı. Belki sırf bu yüzden, “Mirsad’a öyle davranıyorsun, bize karşı taviz vermiyorsun” derdi oyuncular. Bilmiyorum, belki derlerdi bunu. Geçen Ufuk (Sarıca) Abi’yle konuşuyorduk mesela. “Senin baba rahmetliydi. Aydın Hoca hep üzerine titrerdi bu yüzden. Özel davranırdı sana” dedi. Daha o zamanlardan iyi tespit etmiş Ufuk Abi.

Tüm bunlarla birlikte basketbola yüzde 100 konsantre olmak zorundaydım. Kendime hedefler koydum ve çalışmaya başladım. Bu konuda içim rahat; çünkü Efes’teki ilk günümden, Fenerbahçe’deki son günüme kadar çok çalıştım. İşime saygı gösterdim. Güçlü yönlerimi tespit ettim. Onların üzerine gittim. Bazen koçlar benden rica ediyor, “Mirsad sen bu çocuklara anlatır mısın, nasıl ribaund alıyorsun? O mücadelede ne hissediyorsun? Söyle onlara” diyorlar. Herkese söylüyorum… Bakın inanın bana. İçinde ya vardır ya da yoktur. Tamam, ben her maçtan önce eşleşmeme bakardım, ribaundu iyi midir, adam ne yapar, ne eder diye. Analiz yapardım. Mersin Belediye ya da Barcelona, rakip fark etmez. Yardımcı antrenöre sorardım. Bunların hepsi tamam. Ama ribaund içgüdü ve zamanlama meselesi. Anlatmakla olmuyor. Şimdi menajerlik işi yapıyoruz, “Mirsad çok iyi ribaund alan bir çocuk var” diye haber geliyor. Açıp bakıyorum istatistiklerine, 6-7 ribaund. (Eliyle rakamı göstererek) Ben ALTI ribaund aldığımda uyuyamazdım. Dönüp dururdum yatakta.

Mesela EuroLeague ribaund rekorunda sizi geride bırakan Felipe Reyes. O da doğal bir içgüdüye sahip, değil mi?

Şimdi, o benim rekoru kırmadı. Bunda bir anlaşalım. Ben EuroLeague’de kaç maç oynadım? 120 küsur. Adam 250 maça çıkmış. Nasıl rekor kırmak bu ya? Toplamda beni geçmiş olabilir de iki katım maç oynamış. Ben NBA’de kalmışım, Dinamo Moskova’yla ULEB oynamışım. Benim maç başına ribaund ortalamam 10, adamın altı. Reyes iyi profesyonel, ribaundu da iyi ama… Biri çıkıp 120 maç oynar, 1400 ribaund alır şapka çıkarırım. Rekorlar kırılmak içindir çünkü.

Aydın Örs’ün “Mirsad beni çok uğraştırdı” sözü ekseninde; saha içi hırsı konusunu kapatmadan 2006’daki Marcus Haislip kavgasını sormak istiyorum. Bugün dönüp baktığınızda, nasıl hatırlıyorsunuz o olayı? Kenarda yine Aydın Hoca vardı…

Marcus benim takım arkadaşımdı. Ülker’de beraber oynamıştık ve çok iyi anlaşıyorduk. Hakikaten bak. Gidip yemek yerdik, beraber vakit geçirdik. İyi bir insan ve sporcuydu. Fazla konuşmazdı ama güvenebileceğim, iyi bir arkadaşımdı. Sonra o sene Ülker’de bizi yalnız bıraktı. Sene ortasında takımdan ayrıldı, geri dönmedi. Ülker kapanınca ben de Fenerbahçe’ye geçtim. Başkan Aziz Yıldırım, her fırsatta hedefin ligde kupayı kazanmak olduğundan bahsediyor. Avrupa’da kötü başlayıp üst üste üç mağlubiyet almışız. Efes’e karşı mesaj maçına çıktık. Ama çok kötü oynadık. İlk yarı hiç cevap veremedik, devre olmadan 20 sayı geriye düşmüştük. Bana da bir pozisyonda Marcus’un dirseği geldi. Mücadele esnasında olmuştu, kasıtlı değildi.

Devre arasındayız. Başkan Aziz Yıldırım soyunma odasının önüne geldi. Zaten içeriye hiç girmez, hep kapıda bekler. “Siz mücadele etmiyorsunuz, bu gidişle şampiyon falan olamazsınız. Bu sene çok önemli” dedi. Ben de hırslandım, belki biraz gaza geldim. Farkı 20 sayıdan epey aşağı çekmiştik. Sonra hiç ummadığım bir pozisyonda, Marcus’u arkadan ittim. Bir tane şut attı, ben de arkasından gelip vurdum ona. Tamamen benim hatam. Marcus döndü, “Mirsad?” diyerek ellerini iki yana açtı ve bana baktı. Tekrar ittim. Ondan sonra bence Marcus yanlış bir tepki gösterdi. Oraya kadar ben hatalıydım ama yumruk biraz fazlaydı. Benim için de sürpriz oldu. İtmek falan tamam da yumruk yani… İyi ki Willie Solomon beni çekti de yumruk tam gelmedi. Sıyırdı. Tam kafama gelseydi hakikaten büyük zarar görürdüm. Sonra dokuz maç ceza aldık. Bir süre konuşmadık ama yeniden bir araya geldiğimizde tokalaştık, tekrar oturduk ve karşılıklı olarak saygı gösterdik birbirimize. Sporda kavga da var. Önemli olan yeniden karşılıklı oturup yeniden göz göze gelebilmek.

1979 jenerasyonunun yavaş yavaş iskeleti oluşturmaya başladığı milli takımda problem bu muydu? Kavgalardan sonra göz göze gelememek? Bu yüzden mi 2005’teki Bulgaristan maçından sonra milli takıma hiç dönmediniz?

Ben 1976’lıyım. Hüseyin Beşok 1975’li. Geri kalan herkes neredeyse 1979-1980 doğumlu… Hidayet, Kerem ve Mehmet Okur altyapıda hep beraberdi. 1975-1976’da Hüseyin dışında kim var? Geç gelen Asım Pars. Normalde 1974 doğumlu zaten, nüfus kaydı 1976. Benim milli takımım aslında daha çok İbrahim Kutluay, Ufuk Sarıca, Orhun Ene ve Harun Erdenay’ın olduğu. Her jenerasyonda vardır bu. İlk girdiğin dönemde halihazırda kadroda bulunan oyuncular, altyapıda beraber oynadığın arkadaşlar… Gruplaşma böyle olur. Bunu kötü anlamda söylemiyorum, grup halinde vakit geçirmeye başlarsın ve diğerlerinden ayrışman normaldir.

Ben 29-30 yaşındayım, bu çocuklar en az üç yaş daha küçük. Biz abiyiz. Öyle hissediyoruz. Hidayet benim o gün de kardeşimdi, bugün de kardeşim. Kerem’le belki hiç Hidayet kadar yakın olmadık ama o hep bana saygı gösterirdi, ben de ona… Ülke basketbolu için inanılmaz hizmetler veren bir oyuncudan bahsediyoruz. Her sene sadece 15 gün tatil yapıp her sene üst seviye basketbol oynamak sanıldığı kadar kolay değil. Kerem’e saygım çok büyük.

2005’i konuşuyoruz değil mi? 2005’te o Bulgaristan maçını tek başına kazandım ben. O maçı kaybetsek gruptan çıkamıyorduk. Tek başıma aldım o maçı. 20 sayı 15 ribaund falan yaptım. Maç sonunda topu aldım ve vermedim. Son topları atmayı zaten çok seviyorum. Ben sıcağım, 20 atmışım. Kerem ve Mehmet yanıma gelip “Neden vermiyorsun?” deyince üzüldüm. Daha fazla milli olmuşum, üç-dört yaş büyüğüm… Ben de, “Eğer bu grup beni kabul etmiyorsa ben de eşyaları toparlar giderim. Milli takıma faydam böyle olacaksa, varsın olsun. Bu takımdan çıkayım” dedim. Tanjevic de zaten genç oyunculara yol açmaya meraklı. İster mi 29 yaşındaki Mirsad’ı? Ben giderken bile, “Koç beni çok ister, yine gelirim” dedim. Ama yok. O yüzden burada ben biraz oyunculardan ziyade Tanjevic’in felsefesinin problemli olduğunu düşünüyorum. Çok tartıştık biz koçla. Ben ne yapsam azdı. Avrupa MVP’siydim. Yetmiyordu. Genç oyuncu, genç, genç… Ne yapsam azdı. Tamam genç oyuncu oynatmak çok güzel ama biz de EuroBasket’e gidiyoruz. Hazırlık turnuvası değil ki bu?

Yoksa bizim aramızda geri dönülemez bir problem yoktu. “Ribaundu neden sen alıyorsun? Niye pas vermiyorsun oğlum?” seviyesindeydi tartışmalar. Ben hiçbir zaman “Mehmet Okur şöyle yaptı, böyle oldu” da demedim. Mehmet biraz acele etti, dolduruşa geldi sağdan soldan. Doğan Hakyemez’in katıldığı o NTV yayınından sonra beni onlarca gazeteci aradı. Açmadım. O zaman da kızmamıştım Mehmet’e, şimdi de kızgın değilim. Zaten çok iyi bir insan, özünü tanıyorum. Pişman olduğunu söylüyor. Hep dediğim gibi, sporda bunlar da var. Şimdi Tanjevic geliyor İstanbul’a, beni arıyor, yemek yiyoruz. Ben hep ararım, o beni arar. Yani bak, sadece milli takımda da değil, Fenerbahçe’de de bana zorluk çıkardı. Takımın başına geçtiği sene dedi ki: “Mirsad sen bu yıl oyna. Seneye takım bul. Benim Enes Kanter’im var.” Enes 16 yaşında falan galiba. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

-Koç ben yeni kontrat yaptım. Yeni evlendim, çocuk doğdu burada.

-Bilmem Mirsad. Enes Kanter’i oynatacağım ben.

-Koç, beni Real Madrid istedi. Gitmedim. Fenerbahçe’de kaldım.

-Seneye yoksun. Enes geliyor.

16 yaşında ya. Tamam genç oyuncuları oynatmak güzel bir felsefe ama ucu hep de bana denk gelmesin. Milli takım, Fenerbahçe.. Aziz başkan sağ olsun, hallettik. Ben gittim başkanla konuştum, o da benimle yeni sözleşme yaptı. Durumumu biliyordu. Real Madrid istemiş, paraya bakmadan Fenerbahçe’de kalmıştım. Bir ara düşündüm “Hata mı yaptım acaba gitmeyerek?” dedim ama sağ olsun başkan arkamızda durdu.

Fenerbahçe formasıyla jübile maçınızda parkeyi Frank Sinatra’dan My Way’le terk ettiğinizde kenardan, “Herhalde daha uygun bir şarkı seçimi olamazdı” diye düşünmüştüm. Şarkı sözlerinin 20 yıllık kariyerinizi özetlediğini mi düşünüyorsunuz, yoksa sadece sevdiğiniz bir şarkı mı?

Ben bu senaryoyu jübileden dört-beş yıl önce yazmıştım. Fenerbahçe formasıyla veda, My Way ve son sezonda şampiyonluk. Son yıl Türkiye’de kupayı alamadık, senaryodan tek eksik o. Gerisi tamam. Bir sporcunun kariyerini bitirebileceği en iyi şekilde bitirdiğime inanıyorum. Oyunculuğum çok fazla düşmedi. Ameliyattan dönüp EuroLeague Top 16’da ribaund kralı olmuştum. Daha iki-üç sene oynardım ama istemedim. Formam asıldı. Hayatta en sevdiğim şey olan Fenerbahçe’nin salonunda formam asılı. Daha ne isterim ki?

Bugün geri dönüp bakıyorum. Her zaman mücadele ederek bir yere ulaştım. Ribaundları, o topları hep öyle aldım. “Ribaundu çektikten sonra orada istatistikçilere bakıyorsun, yazıyorlar mı kontrol ediyorsun” diyenler var bana. Alakası yok. Ben yaşıyorum. Bazen top dışarıya çıkacakken ribaundu alıp oyun kurucuya veriyorum. Niye dursun ki orada? Niye yani? Eğer ben alabiliyorsam o ribaund yazılsın oraya.

Bak, bir hikâye anlatayım. Ivkovic antrenör. CSKA’da oynuyorum, rotasyonda sürem ortalama 22-23 dakika. Bir Cibona maçı vardı. 21 ribaund almıştım. Maçtan sonra Viktor Khryapa yanıma geldi. Rusça bir şeyler söyledi. Benim de Rusya’da ikinci dönemim, anlıyorum söylediklerini. “Sen ne diyorsun?” dedim, ellerini böyle “Aman” yapıp yaka silkti ve ayakkabılarını çıkarmaya başladı. Sonra duşa girdim, giyindim ve eve gittim. Ertesi gün koç Duda yanıma geldi ve bana Khryapa’nın ofisine uğrayıp “Bu Türkcan... Ben tam ribaund alacakken elimden topu kapıyor. Daha fazla dayanamıyorum, üzülüyorum ve dün maçtan sonra ona bir tepki gösterdim” dediğini söyledi. Güldü ve “Ne dedim sence?” diye bana sordu. Şöyle demiş:

“Üzülüyor musun? Güzelmiş. Biraz daha üzül. Sen niye Mirsad’ın elinden almıyorsun topu? O senden nasıl alıyorsa, sen de ondan al? Alamıyorsan bebek gibi ağlama. Mücadele et.”

Öyle işte. Son güne kadar çocuk gibi basketbol oynadım. Hep yarıştım. Herkesle yarıştım. Sadece rakiple değil, takım arkadaşlarımla da yarıştım. “Arkadaşım 30 sayı attı, ben 32 atayım” diye değil, “Takımıma maçı kazandıran ben olacağım” diye yarıştım. Bana kızmayın.

Sinatra’nın şarkıda söylediği gibi. Hep kendi yolumdan gittim.

Aydın Örs Anlatıyor

Mirsad hiperaktif bir çocuktu. Kendi de söyler. Haylazdı, yerinde duramıyordu. Disipline etmekte çok zorlandım o yüzden. Kendimle mücadele ettim. Kadro dışı bırakmayı düşündüğümüz bile oldu. Ama yeteneği, saha içinde ortaya koyduğu karakter tüm bu haylazlıklarının ötesindeydi. Bir şampiyondu, rekabet için yaşardı. Antrenörlük kariyerimde beraber çalıştığım en iyi üç-dört sporcu arasındadır. Hep söylüyorum, 17 yaşında Efes’teyken ben ona formayı vermek zorunda kaldım. Bugünün modern 4 numaralarına bakın, özelliklerini analiz edin. Mirsad 20 yıl önce o profildeydi. Ayrıca insani yönü de çok kuvvetlidir. Özellikle savaş döneminde yardıma ihtiyacı olanlara, maddi-manevi sürekli destek vermiştir.

Karaborsadan Bolşoy Balesi

Rusya’da oynarken annem yanıma geldi, “Bolşoy Tiyatrosu’na gitmek istiyorum” dedi. Ben zannediyorum bilet alıp gidiyorsun, maç gibi aynı. Mekana bir gittik, 1.5 ay sonrasına bilet var. “Ne yapsam?” derken karaborsa bilet satan bir çocuk gördüm. Annem ve kendim için birer bilet aldım. Sonra girdik içeri, baktım annem büyülenmiş şekilde izliyor. Ben 15 dakikada çıktım. Bizim kafamızda sadece basketbol vardı o dönem. Bale falan yoktu. Şimdi seve seve tamamını izlerim. Zaten geçen yılki Moskova ziyaretimde gittim Bolşoy’a.

Novi Pazar'a Selamlar

Milli takım formasıyla eski Yugoslavya ülkelerine karşı farklı motivasyonla oynardım. Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan... Savaşla alakalı değil. “Orada 15 yaşına geldim bana şans vermediler, ben şimdi göstereceğim size” der gibiydi isyanım. 2001’deki Hırvatistan maçına da kenarda başladım ve hatırlarsınız Hırvatlar maçı uzun bir süre 13-15 sayı arasında tuttu. Aydın Örs ikinci yarı oyuna almadan önce beni yanına çağırdı, “Mirsad ne yapıyorsan yap ama bir enerji kat, bir şey olsun” dedi. Konuşma öyleydi. Ben de geldim kolay bir basket attım, ellerimi kaldırdım, bağırdım çağırdım. Seyirci ayağa kalktı. Bir ıslık, kavga gürültü falan. Mehmet Okur sakat sakat oynamasına rağmen maçı çevirdi. Ülke basketbolunun dönüm noktası olan maçlardan biridir. Maç sonunda da içimden geldi, mahalleme selam yolladım. Bugün bile her ay gidiyorum Novi Pazar’a.

Socrates Dergi