
"Beş kelimeyle Allah'a da inanılmaz, aşık da olunmaz, film de çekilmez"
11 dk
Reha Erdem beklenmeyen bir sinemanın peşinde koştuğunu söylüyor. 1980’lerden beri çektiği filmlerle sınıflandırmalara ve sınırlara karşı çıkarken ara renklerin izinden gidiyor. Dönüp durduğu yer ise çocukluktaki yaralar. Ünlü yönetmen ile yeni filminin hazırlıklarını yaptığı ofisinde buluştuk, liseden sinemaya, futboldan Gezi’ye farklı alanlara daldık.
Arşivlerde gezinirken 1980’lerde Fransa’dan kaleme aldığınız yazıların da içinde bulunduğu Ve Sinema dergilerine rastladık. O dönemlerde niçin yurt dışına gitmiştiniz, yazılarınız burada nasıl tepkiler alırdı?
Şimdiki filmlerim gibi karşılanırdı. Yani, denize atılmış şişeler gibi. 80’lerde Fransa’da öğrenciydim, sinema okumaya gittim. Orada olmanın benim için avantajlarından biri, burada bulamadığım filmleri seyredebilmekti. Okumak ve izlemek için gittim.
Sinemaya ilginiz de Fransa'da yaşadığınız dönemde mi başladı?
Aslında çocukken tiyatro ile başladım. Sonra fotoğrafla ilgilendim. Akabinde ikisinin arası olarak gördüğüm sinemaya sardım. Öyle bir sanat ki bu insan bir değince bırakamıyor. 17 yaşından beri ben de başka bir şeyle ilgilenemez oldum.
Galasaray Lisesi mezunusunuz. Okulda sporla ilgilenir miydiniz?
Çok kabiliyetsiz bir futbolcuydum. Zaten bizim okulda ayağına top değmemiş insan çok azdır. Sabah 5’te Grand Cour’da turnuvalar yapardık, hatta tenis toplarıyla oynardık, onlar tuvalete kaçardı, oradan çıkarır, öyle devam ederdik. Sınıf arkadaşlarımdan biri Ruşen Çakır’dı, o benden daha yetenekliydi, kalede penaltı kurtarırdı ama aşırtma gol yerdi. Yediği aşırtma goller yüzünden uzun süre ’Şandel Ruşen’ dedik ona. Çevirmen Haldun Bayrı vardı, o da nefis oynardı. Zaten sınıftaki yetenekli sporculardan bazıları profesyonel oldu. Mesela Ali Türsan vardır, sonra basketbol oynadı. O, şu an kalmayan komple sporcularındandır. Sizin ilk sayınızda Mehmet Demirkol, Can Bartu’dan bahsederken ne kadar komple sporcu olduğunu anlatıyor ya, Ali de öyleydi. Bütün sporlara kabiliyeti vardı.
Kulüp ile bağınız nasıldı?
Sokakta beraber top oynadığımız abilerden bazıları orada okuyordu. Onlara hayranlığım yüzünden Galatasaray’a gittim. Hatta o dönem Robert Kolej’i kazanmıştım ama tercih etmedim. Yani aslında, eğitimimde futbol belirleyici oldu. Okulda içimdeki Galatasaraylılık değişti. O çocuksu his başka bir şeye dönüştü. Altıncı sınıftaydım, okulun içinde şimdi müzede olan malzemeler vardı. O sıralar okulun kapısına yeni bir bina yapılıyordu. İçeriden oraya, o malzemeler taşınıyordu. Biz de yardım ediyorduk. Müzedeki bütün o malzeme elimden geçti ve bu sayede Galatasaray ile çok derin, kültürel bir bağ kurma şansına eriştim. Galatasaraylılık denilince ben hâlâ o formaları, eşyaları hatırlıyorum. Belki şu an spor kültürü dediğimiz şeyin anlamı kalmadı, artık başarı ya da başarısızlık, kazanmak ya da kaybetmek dışında bir şey önemsenmiyor. Fakat o eski formalara, malzemelere dokunmuş olmak bile bana heyecan veriyor, şu andaki bakışın dışında, başka bir dünya gibi hissettiriyor.
Futbolla aranız şu an nasıl? Maçlara gidiyor musunuz?
Takip ediyorum bir taraftan. Küfür ede ede izliyorum evde otururken. Özellikle televizyondan seyretmeyi çok seviyorum. Ara sıra lise arkadaşlarımla maçlara gittiğim de oluyor fakat çok sevmiyorum o deneyimi. Etrafı izlemekten golü göremiyorum. Orası bambaşka bir dünya, konsantre olamadığım bir yer. Golleri de tekrarları olmadığından kaçırıyorum. Geçen sene yenildiğimiz bir maça gittim, dört gol oldu, birini görebildim anca.
Televizyondaki gol tekrarlarından farklı olsa da sinemanızda tekrarlar önemli yer tutuyor. Korkuyorum Anne’de, Kaç Para Kaç’ta hep bunları görüyoruz. Tekrarla ilişkiniz nasıl?
Ritim, anlam üretir. Sinemada ritim mühimdir. Şiirde de böyledir. Geçenlerde bir yazı okudum, “İnsan ruhuna neden nakaratlar iyi gelir?” sorusunun peşinden koşuyordu. Bu, herhalde ritimle alakalı. Nakarat, ritim, beşikte başlayan bir şey, kalp atışıyla başlıyor. Arka arkaya baktığınızda hayattaki birçok şeyde o ritmi görüyorsunuz. Kimi zaman aksak bir ritim bu. Sinemada da farklı ritimler, tekrarlar kullanabilirsiniz. Ben deneme heveslisiyim, bu yüzden o tekrarların peşinden koşuyorum.
Lisede ve sonrasında kahramanlarınız var mıydı? Sporculardan ya da sinemacılardan odanızda posteri olan isimler kimlerdi?
Spordan hiçbir zaman kahramanlarım olmadı. Lakin içimde o Galatasaraylılık hep vardı. Sonra bu Galatasaray Liselilik ile karıştı ki biz onun içerisine farklı anlamlar yüklemiştik. Zira bir taraftan hâlâ benim çok hoşlanmadığım, kabul etmediğim bir Galatasaray Liselilik vardır. Abinin küçüğü sahadan çıkardığı, erkeksi, şoven, okul bittikten sonra ticari bir ortaklığa dönüşen o anlayışın yerine, biz gerçekten dayanışmacı, kültürden, tarihten beslenen bir anlayış koymaya uğraştık. Küçükken sahadan çıkmayarak başladık buna, dövüştük. Büyüyünce de kimseyi sahadan çıkartmadık. Bunlar belki simgesel şeyler gibi geliyor olabilir fakat bir yandan da anlamlıdır. Lise dediğiniz sekiz sene sürüyor, sonra dışarıda bir hayat boyu insanlar kendilerinden küçükleri sahadan çıkartıp “Abi” dedirtmeye çalışıyor. Zaten baksanıza, başımız bütün o abilerle belada.
Fransa'da yaşamak hayatınızda neler değiştirdi? 1980 sonrası oradan buraya bakışınız nasıldı?
Daha geçenlerde Kenan Evren’in ölümüyle birlikte yeniden o yılları düşündüm. Benim o dönemde Fransa’da olmam büyük bir şansmış, şimdi bakınca anladım. Zira darbeyle birlikte buralar tümüyle çölleşti. Buraların çöllüğünü orada telafi etmeye çalıştım. Sinema için gitmiştim oraya, Paris bu açıdan bir cennetti o zamanlar. Gitmeden önce de burada örgütsel faaliyetlerde zaman zaman filmler çekiyorduk. Benim o dönemler bile amacım Jean Luc Godard’ın militan sinemasının benzerini yapmaktı. Kahramanım oydu. Slogan atmayan işler yapmaya çalışıyorduk Godard’dan aldığımız ilhamla birlikte. Fakat bunu her zaman örgütteki diğer insanlara anlatma imkânı bulamıyorduk.
Fransa’dan döndükten sonra ilk filminiz A Ay’ı çektiniz. Yakın dönemde verdiğiniz bir söyleşide ilk filminizle ilgili “Ben ne kadar Türksem A Ay da o kadar” ifadesi kullanmıştınız. Kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?
Ait olduğum bir yer var. Dilini konuştuğum yer. Fakat ondan öte benim için içerisi, dışarısı yok. Hele şu dünyada iç de kalmadı, dış da. Kültürel anlamda da insan nereden besleniyorsa onu yansıtmaya çalışıyor. Sonuçta insanın konuştuğu bir dil, çıktığı ortam, yetiştiği kültür var. Bir de sonradan merakıyla girdiği alanlar. A Ay ile ilk ortaya çıktığımızda benzer bir Türk filmi yoktu ve bana “Neden klasik müzik kullandın?” diye soruyorlardı. Fakat ben onu da kullanırım, başka bir müziği de. Zira Doğu, Batı, Kuzey, Güney ayrımlarına çok fazla inanmıyorum. Her şey çok fazla kategorize ediliyor. Her şey siyah ve beyaz diye sınıflandırılıyor. Halbuki esas renkler bence o arada kaybedilen şeylerde, nüanslarda saklı. Aslında o ara renk diye gördüğümüz şeyler ana renk ve insanı biricik, kendisi ve özgün yapan şey. Ve onlar insana yeni yollar getiriyor. Genel anlamda evet, bir farklılığım olduğuna inanıyorum lakin bu Türk olmamamdan gelmiyor, benim ben olmamdan geliyor.
Sınıflandırma demişken. Yabancı festivallerde Türkiye’den gelen filmlere farklı bir bakış olduğuna inanıyor musunuz? Yani geçmişte İran’dan bekledikleri gibi bizden de bekledikleri bir sinema var. Siz bunun dışına çıktığınızı düşünüyor musunuz?
Sinema anlayışım hep sorulur. Ben ‘beklenmeyen sinema’ yapmak istiyorum. Beğendiğim sinema da bu. Beklentileri karşılamaya çalıştığınızda hiçbir özgürlüğünüz kalmıyor. Bu ister gişe olsun, ister festival olsun, ister arkadaş olsun. Bütün dünyada, bir filminizi beğendiklerinde sizden devamında da aynı şeyleri yapmanızı istiyorlar. Beş Vakit’ten sonra bu çok başıma geldi. İran sinemasını, Kore sinemasını böyle öldürdüler. Binlerce sahte iş çıktı, Kore’de binlerce Kim Ki Duk benzeri adam çıktı, zaten Kim Ki Duk’un kendisi de sahte bir adam. Suyunun suyu çıktı yani. Artık su akmıyor. Elbette oralarda da hâlâ güzel işler var lakin genelde kuruyan bir sistem var ortada. Onun dışında bizim sinemamız böyle olmadı bence, çünkü bizim nesilden çıkan arkadaşlar kendi doğrultusunda gitmeyi sürdürüyor. Farklılığı bu getiriyor.
Mekan, filmlerinizde çok önemli. A Ay'ın konağı, Beş Vakit'in köyü, Hayat Var'daki ev... Sporda da mekan çok özeldir. İnsanlar stadyuma sadece maç izlemeye gitmezler, o deneyimin kendisi, tetikledikleri, orada olma hissi de hep maçla bir araya gelir. Bunu siz de hissediyor musunuz?
Açıkçası yabancısı olduğum bir kültür bu. Fazla kalabalıktan hoşlanmadığımdan olabilir ki maçlara gittiğimde genelde lisedekilerle oluyoruz, 30-40 kişi. Gündelik ne varsa oraya da yansıyor. Mesela bu sene e-bilet ile stadyumların bir anda boşalması. Ne kadar çabuk değişebiliyor her şey. Fakat stadyumda beni ürküten bir şey de var. O şiddet. Geçen Fenerbahçe maçını izliyorum, Volkan ve Emre’nin ayağına ne zaman top gelse ıslıklanıyorlar. Onlar da karşılığında devam ettiriyorlar tavırlarını, o onu besliyor, o onu besliyor. Yine Emre’nin feribottaki kavgasını gördüm, çok çirkin bir saldırı tabii ki ama bir yandan da bakınca, Emre o anda “Kardeşim sen benim ne kadar erkek olduğumu biliyor musun?” kavgasına çeviriyor işi. “Yedin benden tokadı” diyor. Herkes birbirini tokatlamak derdinde. Pataklama isteği bitmiyor, kimse de dur demiyor. Herkesin birbirini pataklamak istediği bir yerde o yüzden ben de golleri kaçırıyorum belki.
Peki Gezi, bir mekân olarak size ne ifade ediyor?
Gezi Parkı’nda tanıştığım o yeni jenerasyon beni çok heyecanlandırıyor. Gezi, onların bir anlamda festivali, sineması, tiyatrosu oldu. Zira orada dijital bir çağa doğanları gördük. Çok büyük bir kesim yıllardır onların yergisini yapıyordu, onlara boş kafalar diyordu. Evet, bu kuşaklar bildiğimiz anlamda politik değil. Zira o eski kafa temsiliyete inanmıyorlar. Nedir o kafa? Ben seni seçtim, sana teslim edeceğim kendimi. Şimdi o hiyerarşiye prim verilmiyor. Katılımcılık talebi var onlarda, temsiliyet yok. Bilgi, bizim zamanımızda biriktirilmesi gereken bir şeydi. Ancak şimdi üzerinde kayılması gereken bir şey. Sörf gibi. Bu çağ, sörf çağı. O bilgiyi hareket içerisinde görmek, onu biriktirmeden hissetmek istiyorlar. Bu kafalar demokratlığa çok daha uygun. Geçenlerde bu minvalde bir konuşma yapmıştım Koç Üniversitesi’nde. Çocuklar dedi ki: “Siz bizi çok abartıyorsunuz.” Öyle değil aslında, benim olduğum yerden bu böyle. Gezi bence bütün bunları gösterdi. Hâlâ kimse bunu anlayabilmiş değil, politik kısmıyla tartışılıyor sadece ama politik olmayan tarafı anlaşılabilmiş değil. Bence esas ilgi çekici olan, orada görünen, açığa çıkan şey o.
Altyazı'da Aralık 2008'te yazdığınız yazıda sinema anlayışınızı ve hayata bakışınızı anlatmıştınız. Yazının başlığı 'Aşk ve İsyan'dı. Gezi de bu başlığı karşıladı mı sizin için?
Gezi’de sevdiğim şey o beklenmeyen yandı. Herkesi ürküten de buydu. Tıpkı benim sinemadan istediğim o şeyi gördüm orada. Zira beklenmeyen şey korkutur. Beklenmeyenden özgürlük çıkar. Beklenti, kontrol edilebilir. Beklenmeyen ise başka bir yere götürür. Durmak, direnmek, orada duran, direnen inanılmaz bir kalabalık yaratmak mesela. Beklenti ise bir şekilde otoriterlikle ilgilidir.
Aşksızlık, sevgisizlik, tahammülsüzlük şu an Türkiye'de gündelik yaşamı ele geçirmiş durumda. Ülke, sanki Hayat Var'da anlattığınız ailenin kocaman bir yansıması oldu. Bu ülke hep böyle miydi?
Hep böyle olması imkânsız. Zira insan böyle değil. Bu anlamda 1980’leri düşünmek çok ilginç sonuçlar çıkarıyor. Bir kötülük yapılıyor, bir sürü kuşak etkileniyor. Düşünsenize, evinizde zaten bir mücadele veriyorsunuz, kendinizi kanıtlamaya uğraşıyorsunuz. Yukarıdan bir adam o gün size evden çıkmayı yasaklıyor. Siz zaten ruhen evden gitmeyi kafaya koymuşsunuz, gidemiyorsunuz. Bu kadar da basit bazen. Biz evlere sevgisizce sıkıştırılan bir toplum olduk. Sürekli bir sıkıştırılmışlık var. Aileden, toplumdan, dinden gelen. Bu, maçta davranışınıza da yansıyor, eve de yansıyor, sonucunda yoksunluk geliyor. Sürekli kavga eden ve beş kelime ile konuşan bir sürü insan görüyorsunuz. Beş kelime ile Allah’a da inanılmaz, aşık da olunamaz, film de çekilemez.
Türkiye’de sadece seçim ve politika konuşuluyor olması sizi de boğuyor mu?
Başka hiçbir şeye alan kalmadı. Hayatımızda ne var? Maç var, seçimler var. İkisinde de bol bol kavga ediyoruz. Seyirlik, bizde sadece kavgadan çıkıyor. Vizyona bakın; Nuri Bilge Ceylan’ı, Altın Palmiye’yi geçtim, düzgün Amerikan filmlerine bile seyirci gitmiyor. Bir de futbol, siyaset hep hesap kitap olan şeyler. Kaç para, kaç puan, hesap, kitap. Bu yüzden sanat gibi lüzumsuz görülen, işe yaramaz sanılan şeylere çok ihtiyaç var.
“Bütün diktatörler anasından babasından yaralıdır"
Bütün filmlerimin politik olduğunu düşünüyorum. Politik derken, içlerinde gündelik hiçbir şey yok. Ruh hallerinden bahsediyorum. Babasına, annesine hayır diyemeyen insanlar meydanlara gidemez ki? Bütün diktatörler anasından, babasından yaralı insanlardır. Çünkü kendi özgürlüğünü kurmak aile içinde bağımsızlığını yaratmakla başlar. Hayır demekle, kendi alanını açmakla başlar. Fakat babasından, anasından yaralı insanlar, o yaraları başkalarının üzerine çıkarak, kahramanlık yaparak geçirmek istiyorlar. Hep öyle olmuyor mu? Zira insanların hayattaki en büyük sıkışmışlığı çocuklukla başlıyor. Küçük yaralar, büyük yaralar, yüklenilmiş çöpler. Bunlardan kurtulmadıkça bir şey olmuyor. Hayat, bunlardan kurtulma ve özgürleşme yolu. Mutluluk değil bu, özgürleşme yolu. Film çekmek de benim için böyle.
"Bizi bu sene şampiyon yapmayacaklar"
Mesela futbolda da “Bizi bu sene şampiyon yapmayacaklar” geyiği vardır. Her takımı tutan arkadaşım var, hepsi bunu diyor. Kim yapmayacak? Bunu hep merak ediyorum. Onlar kim? Bize her şeyi yaptıran da bu laf. Beşiktaş’ı bu sene şampiyon yapmayacaklar, Galatasaray’a izin vermeyecekler, Fenerbahçe’ye şöyle yapacaklar, HDP’ye barajı geçirtmeyecekler. Kim bunlar? Hep bu dış mihraklar edebiyatı. Evin dışı, takımın dışı, partinin dışı.