
Beyefendinin Evlatları
19 dk
Bobby Robson, 'Sir' unvanını alan futbol adamlarından biri olarak oyunun tarihine adını yazdırdı. Rüştünü ispatladığı ilk takım Ipswich Town'ın yeri, Sir'ün kalbinde hep başka bir yere sahipti.
Tarih 6 Mayıs 1978… "TRT Televizyonları, bugün İngiltere'nin Wembley Stadı'nda Arsenal ile Ipswich takımları arasında oynanacak İngiltere Kupası finalini Türkiye saatiyle 17.00'den itibaren naklen yayınlayacaktır." Milliyet okurları, o sabah bu cümleleri okudular. Arsenal, İngiltere'nin en köklü takımlarından biriydi. Ama rakip Ipswich Town'ın bir şeyler ifade edeceği Türk okur sayısı fazla değildi. Aslında birkaç yıldır adım adım zirveye yaklaşmış ve dünya üzerindeki en prestijli maçlardan birine çıkmaya hak kazanmışlardı. Daha da tepeleri göreceklerdi… Bu yükselişin arkasında bir beyefendi vardı: Bobby Robson.
26 Ekim 1968… Fulham, sahasında Bury'ye diş geçirememiş ve 90 dakika 0-0 sona ermişti. Tam sekiz maçtır kazanamıyorlardı. Zaten sezon başından beri 16 maçtan sadece iki galibiyet çıkarabilmişlerdi. Futbola Fulham'da başlayan, West Bromwich Albion formasıyla milli takıma kadar yükselip 1958 ve 1962 Dünya Kupası kadrolarında yer alan Robson, yuvaya dönmüş, bir süre sonra da kariyerini bitirip Ocak 1968'de takımın menajer koltuğuna oturmuştu. İlk maçında Leeds'e 5-0 yenildi ve o sezon takımı küme düşmekten kurtaramadı. İkinci Lig macerasında da Bury maçı, onun sonu olmuştu. 36 lig maçının tam 21 tanesinde mağlubiyetten kurtulamamış, sadece altı kez sahadan başı dik ayrılmıştı. Birkaç gün sonra beklenen haber geldi. Çaylak antrenör Robson'ın görevine son verilmişti. "Çok sevdiğim oyun tarafından diri diri yenmekteyim" diyordu. İpotek riski vardı, çocuklarını düşündü bir süre. Yıllarının geçtiği Craven Cottage'da sahanın ortasına yürürken ağlıyordu. Galiba menajerlik ona göre değildi…
8 Eylül 1971… Manchester United'ın yıldızı George Best'in bir gün önce yaptıkları biraz ağırdı. Ipswich savunmasına kariyerlerinin en büyük kâbuslarından birini yaşatan Kuzey İrlandalı, skoru 3-1'e getirdiğinde Portman Road'daki Ipswich'lilerin hedefinde bir adam vardı: Menajer Bobby Robson. "O gün beni kovsalar Ipswich'te kimse yöneticileri eleştirmezdi" diyordu yıllar sonra. Başkan Frank Cobbold'un ofisine giderken her şeye hazırdı. Cobbold, taraftarların bir gün önceki tutumu nedeniyle menajerinden özür diledi. Sonra da görevini sürdüreceğini söyledi. Kendi deyimiyle dizlerinin üzerinde sürünerek girdiği odadan bir dev olarak çıkmıştı. Cobbold'un kararı, İngiliz futbolunda yeni bir sayfa açacaktı.
Robson, Fulham'daki hayal kırıklığı sonrasında 1969'un ocak ayında Ipswich ile anlaştığında mutluydu. Kendisine uygun, menajerlik yapmaktan keyif alacağı bir takıma geldiğini söylüyordu. 1962'de Alf Ramsey önderliğinde İngiltere şampiyonu olan Ipswich, Ramsey'nin milli takımın başına geçtiği 1963-1964 sezonunda yere çakılmış ve küme düşmüştü. 1968'de tekrar büyük sahneye çıktıklarında istediklerini bulamadılar ve iki menajerle yolları ayırıp, yeni bir maceraya koyuldular. Sürpriz bir şekilde Robson'la anlaştılar.
Sezonun yarısında devraldığı takımı ile ligi 12. bitirdi. Ertesi sezon 22 takım arasında 18. oldular, 1970-1971 sezonu ise tam bir faciaydı: 20 mağlubiyet ile 19. sıradaydılar. Sabırların taştığı, başkanın kararlılık gösterdiği 1971-1972 sezonunda da ilk 10'a dahi girememişlerdi. Frank Cobbold'un kardeşi Patrick, "Biz futbol hakkında çok fazla bilgi sahibi değiliz. Bu nedenle Robson'ı seçtik. O, şirketin en yetkili yöneticisi ve elinin rahat olmasını istiyoruz" diyordu. Bu desteğin sebebi, kulüpteki herkesin rahatlıkla fark edebildiği bir durumdu. Robson, kulüp için gecesini gündüzüne katarak çalışıyordu. Maddi sıkıntıları olan kulübün, büyüklerle aşık atması imkânsızdı. Robson, gözünü genç yeteneklere dikti ve gözlemci ekibini oluşturmaya başladı. Ron Gray, ekibe katıldığında tarihler 1970'i gösteriyordu. Onu, özellikle İskoçya'daki gençlerden sorumlu olan George Findlay izleyecekti. 1971'de ise ilk büyük piyangoyu kazanacaklardı.

Kevin Beattie
Gray, izlediği bir genç solağı Robson'a anlatırken "Bir boğanın boynuna sahip" diyordu. Kevin Beattie, sol ayağı ve insanüstü gücüyle, İngiltere topraklarına adını duyurmaya başlayan bir gençti. Liverpool menajeri Bill Shankly başta olmak üzere gözleri sarışın solakta olan birçok yönetici vardı. Robson, Gray'in 'boğasını' izledi ve gözlemcisine şunları söyledi: "Bu çocuğu kaçırırsan, işini de kaybedersin." 1971'de Beattie, Ipswich kulübünün kapısından nihayet girdi. Beattie, birkaç yıl sonra "Patronun Elmas'ı" ya da "Patronun Mavi Gözlü Evladı" olarak anılacak, Shankly'nin transfer edemediği için en çok pişmanlık yaşadığı oyuncular listesinde tepeye kurulacaktı. Aynı yıl bir başka gence daha yukarı çıkması için elini uzattı Robson. 1966'dan beri takımda olan haşin bek Mick Mills'e kaptanlık pazubendini emanet etti. "Henüz 22 yaşındaydım ve kendimi buna hazır hissetmiyordum. Ama o, bana güvendi ve 11 yıl kaptanlık yaptım."
12 Ağustos 1972'de yeni sezonu Old Trafford'daki 2-1'lik Manchester United galibiyeti ile açtıklarında artık işler tıkırındaydı. O sezonun kış transfer döneminde son dokunuşu yaptılar ve Everton'ın gelecek vadeden 21 yaşındaki santrforu David Johnson'ı transfer ettiler. Mayıs ayında, Avrupa bileti alamayan İskoç, İngiliz ve İrlanda takımlarının katıldığı Texaco Cup'ı kazandılar. İngiltere 1. Ligi'nin 1972-1973 sezonu bittiğinde dördüncü sıradaydılar ve uzun süre sonra Avrupa sahnesine çıkmaya hak kazanmışlardı. Texaco Cup defteri, Ipswich için kapanıyordu.
Ertesi sezon ligi yine aynı dereceyle kapadılar ama hayatlarına yeni bir heyecan eklenmişti. Portman Road sakinleri, alışık olmadıkları Avrupa sahnesinde de aradığını buldu. UEFA Kupası ilk turunda Real Madrid'le eşleşen takımları, İngiltere'de 1-0'lık galibiyeti koparmayı başarmıştı. İspanya'da da maçı 0-0'a bağlayıp Real Madrid'i elemeyi başardılar. Daha sonra çeyrek finale kadar uzanan yolları, Leipzig'e penaltılarla kaybedilen maçla kesilse de Robson'ın takımı misyonunu tamamlamıştı.
1974-1975 sezonunda Avrupa'ya erken havlu atsalar da ligi, şampiyon Derby County'nin iki puan gerisinde, üçüncü olarak bitirdiler. Altyapıdan çıkan Brian Talbot ve Roger Osborne, iyiden iyiye takıma girmeye başlamışlardı. Beattie artık takımın vazgeçilmeziydi. David Johnson ve Trevor Whymark ise gol yükünü çekiyordu. 1975'te Robson'ın İskoçya'daki gözü George Findlay de turnayı gözünden vuracaktı. Bir orta saha oyuncusu olmasına rağmen golü koklama becerisi ile santrforları kıskandıran John Wark, artık Ipswich için ter dökecekti. Bir sezon önceki UEFA Kupası heyecanının yerini bu sezonda FA Cup alıyordu. Leeds United'ı mağlup edip yarı finale çıktıklarında, karşılarında West Ham'ı buldular. Hakem Clive Thomas'ın ofsayt gerekçesiyle vermediği Ipswich golünün tekrarı gösterildiğinde, ortada ofsaytla ilgili bir emare yoktu! 2-1 yenildiler ve Wembley biletini alamadılar. Kaptan Mills, Thomas'a olan öfkesini finalden çıkaranların başında geliyordu: "1955'ten beri bütün finalleri izlemiştim ama 1975 Finali'ni izlemedim. Newmarket'a at yarışlarını izlemeye gittim." Ipswich taraftarları, kulüp tarihindeki ilk FA Cup finali için üç yıl daha bekleyecekti. Hakem Clive Thomas ise üç yıl sonra büyük bir 'icraat'a daha imza atacak ve Dünya Kupası'nda Brezilyalı Zico'nun son dakikada attığı golü, "Top havadayken maçı bitirdim" diyerek iptal edecekti…
Sadece Birinci Lig'deki sonuçlar mutlu etmiyordu. Genç takım, 1973 ve 1975'te Federasyon Kupası'nı kazanmış, temelleri birkaç yıl önce atılan sistem, gerçek manada işler hâle gelmişti. Gözlem ekibi ise çalışmalara devam ediyordu. 1976 yazında Liverpool'a giden Johnson'ın ayrılışını dramatize etmediler. Paul Mariner'ı şehre getirdiler. Sezon sonunda Mariner, Johnson'ı aratmayacağını kanıtlamıştı.
1977-1978 sezonu öncesinde her şey olumluydu ama sahadaki performans, 1970'lerin başındaki felaketi anımsatıyordu. UEFA Kupası'nda 3-0 kazandıkları maçın rövanşında Barcelona'ya aynı skorla yenildiler ve penaltılarla kupaya veda ettiler. Ligde ise düşmekten sadece üç puanla kurtulmuşlardı. Üstelik golcü Whymark'ın kariyerini bitirecek sakatlık da 1977'deki Boxing Day maçında kapısını çalmıştı. Altyapının ürünlerinden David Geddis ile açık kapatılmaya çalışılsa da aldıkları yara büyüktü. Yine de takımı ve taraftarları futbola bağlayacak bir cephe kalmıştı…

"Küme düşmekten üç puanla kurtulan Robson'ın takımı, FA Cup'ı kazanarak tarihe geçiyordu."
"Hepimiz yeni kıyafetler giydik. Pat, sen de git kendine güzel bir bluz, kazak ya da giyecek bir şeyler al işte. Merak etme, bizdensin!" Pat Godbold, Robson'ın asistanlığını yapan tecrübeli bir kulüp çalışanıydı. Alf Ramsey ile de mesai yapmış ve şampiyonluğu yaşamış isimlerdendi. 'Mr R.' diye çağırdığı Robson'ın bu 'emrini' yerine getirdi ve bugün dahi sakladığı mavi-beyaz elbisesini aldı. 6 Mayıs 1978, sadece Godbold ve Robson için önemli değildi. İngiltere futbol ahalisinin o yıllarda Dünya Kupası'ndan sonra en prestijli kupa olarak gördüğü FA Cup'ta tarihlerinin ilk finaline çıkacaklardı.
Ipswich Town, nihayet futbol mabedine çıkıyordu. Karşılarında Arsenal vardı ve Liam Brady, Pat Jennings, Alan Hudson ya da Robson'ın eski öğrencisi Malcolm Macdonald gibi oyuncularına bakıldığında favoriydiler de… Fakat Ipswich, sezonun acısını Arsenal'dan çıkarmaya kararlıydı. Üç topları direkten döndü, Jennings harika kurtarışlar yaptı. Dakikalar 77'yi gösterdiğinde, sahneye Osborne çıktı. 12 çocuklu bir çobanın oğlu olan ve Ipswich'te büyüyen Osborne'un o günkü görevi, Arsenal'ın orta sahadaki beyni Brady'yi durdurmaktı. Bu görevini yerine getirdikten sonra pek de alışık olmadığı bölgeye, rakip ceza sahasında doğru koştu ve sol ayağıyla Pat Jennings'i avladı. Ipswich, tarihinde ilk kez FA Cup'ı kazanıyordu. Osborne ise golü yıllar sonra şöyle anlatacaktı: "Takıma girdiğim günden itibaren Bobby Robson devamlı 'Biraz da sol ayağını kullan' diye bağırıyordu!" Robson, kariyerinin ilk büyük kupasını kazanmıştı. Dönüşte, taraftarlarına yaptığı minnet konuşması sırasında gözyaşlarını tutamamış ve zorlandığı günlerde ona sahip çıkanları unutmamıştı.
"Pazartesi günleri kulüpten içeri girerken ıslık çalarım. O sabah, binadaki en mutlu surat bana ait olmalıdır. Tüm gözlerin benim üzerimde olduğunu düşünürüm. Motivasyonu sağlayan insanları kim motive edecek? Kulübün ruh hali; takımı, teknik ekibi, sekreteri hatta çaycı hanımefendiyi bile etkiler." Bobby Robson, sadece sahadaki fikirleri ile fark yaratmıyordu, futbolcular başta olmak üzere herkesle ilgilenmeye çalışıyordu. 1979'da takımın değişmez parçalarından olan Terry Butcher, bunlardan biriydi. Genç savunmacı ile köpeklerini birlikte gezdiriyorlardı. Hatta Robson'ın çok sevdiği bahçesinde çimleri biçme işi de Butcher'a kalmıştı. 'Patronun evladı' Beattie ise tiryakiliği üzerinden anlatıyordu patronunu: "Takımda sigara içen iki kişi vardı: Ben ve Allan Hunter. Robson hiçbir zaman karışmadı. Sadece, 'Bizi hayal kırıklığına uğratırsanız sizi sigara içmekten alıkoyarım' derdi." Robson, bu uygulamaları ile özel bir takım yaratmıştı.
Pas futbolunu benimseyen Bob Paisley'nin Liverpool'u zaten Avrupa'nın kral tahtındaydı. Onun ayak izlerini takip eden Brian Clough'ın Nottingham Forest'ı da ortalığı birbirine katmaya başlamıştı. Robson da klasikleşmiş İngiliz futbolu ile ancak bir yere kadar geleceğinin farkındaydı. O döneme kadar yaptığı transferlerle bunu az da olsa başarmıştı. Yine de daha büyük bir adıma ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Çareyi Hollanda'da buldu. 150 bin sterlin karşılığında Hollandalı Arnold Mühren'i transfer etti: "Gördüğüm en büyük profesyoneldi. Maç bittiğinde herkes içmeye giderdi, Mühren ise uyumaya…" Alan Brazil de ilk 11'e monte edilmişti. Onun da artık sırası gelmişti. FA Cup zaferi sonrası rahatlayan Robson, hedefindeki İngiltere şampiyonluğu için parçaları tamamlıyordu. 1978-1979 gerçek manada bir geçiş sezonu oldu. Ligi altıncı bitirdiler, Kupa Galipleri Kupası'nda ise üçüncü tura kadar yükselseler de şampiyon olacak Barcelona'ya 2-1 ve 0-1'lik skorlarla elendiler. Robson, sezon sonunda hayalindeki orta saha için son kurşununu da atacaktı. Hollanda kültüründe yetişmiş bir diğer orta saha elemanı Frans Thijssen'i transfer ettiğinde, bugünün deyimiyle 'box-to-box' özelliklere sahip üç orta saha elemanı vardı artık. Ipswich'in doruklara yolculuğu başlıyordu…
Yeni sezona fena girmeseler de eylül ayından itibaren yine irtifa kaybetmeye başlamışlardı. 1 Aralık'ta Coventry karşısındaki 18. maçlarına çıktıklarında sadece altı galibiyet alabilmişlerdi. O gün de 4-1 kaybettiler. Ama ondan sonra 3 Mayıs 1980'deki sezonun son maçına kadar mağlubiyet yüzü görmemişlerdi; 23 maçta 16 galibiyet aldılar. Serinin en görkemli maçı, 1 Mart'ta oynadıkları ve 6-0 kazandıkları Manchester United 90 dakikasıydı. Üstelik United kalecisi Gary Bailey, üç penaltı atışında da gole izin vermemişti. 1971'de Best'in şovuna engel olamayan ve taraftarı tarafından ıslıklanan Robson, bu sefer alkışlanan adam oluyordu. Ligi, dağıttıkları United'ın ardından üçüncü bitirdiklerinde, bir süredir uzak kaldıkları UEFA Kupası serüvenine bir kez daha çıkacaklardı…
"Uzun yıllardır görülmeyen efektif bir futbol oynuyorduk. Sadece Ipswich taraftarları değil, tüm İngiltere bizi izlemekten keyif alıyordu. Bence ülkenin en iyi takımıydık." Robson, yıllar sonra Porto'yu çalıştırırken verdiği röportajda, 1980-1981 sezonundaki takımını böyle anlatıyordu. O sezonu dikkate aldığımızda haklılık payı da vardı. Birkaç aksilik dışında… Ipswich Town, o sezonun büyük bölümünü lider götürmesine rağmen ligin bitimine doğru çöküş yaşadı ve son sekiz maçta altı kez yenildi. Robson, yıllar sonra "İki oyuncum daha olsa şampiyon olurduk" diyordu. Aston Villa, sadece 14 oyuncu ile zafere ulaşmıştı ama Robson'ın takımının koştuğu kulvar sayısı biraz fazlaydı ve 21 oyuncu Bobby için yeterli değildi. FA Cup'ta yarı final oynamışlar, Lig Kupası'nda altıncı tura çıkmışlardı. Üstelik bir de UEFA yolu vardı. Mutlu sona giden 12 maçlık, yorucu bir yol…

Kaptan Mills, UEFA zaferini kutluyor...
Aris ve Bohemians Prague gibi düşük kalibreli rakipleri saf dışı bıraktıktan sonra, Manchester United ve Juventus'u elemeyi başaran; Zmuda, Boniek ve Smolarek gibi milli oyunculara sahip Widzew Lodz ile eşleştiler. İngiltere'deki ilk maçta aldıkları 5-0'lık galibiyet göz kamaştırıcıydı. Çeyrek finalde ise daha da büyük bir 90 dakika oynayacaklar, Platini ve Rep gibi uluslararası yıldızlara sahip, birkaç yıl önce Şampiyon Kulüpler Kupası finaline çıkmayı başarmış Saint-Etienne'i deplasmanda geriye düşmelerine rağmen 4-1 yeneceklerdi. Robson, o maç için "İngiltere futbol tarihinin en iyi deplasman performanslarından biriydi" diyordu. Yarı finalde de Köln'ü geçtiler ve finalde AZ Alkmaar'ın rakibi oldular. Evlerinde oynadıkları ilk maçı 3-0 kazandıklarında, soyunma odasında uzatılan mikrofona şunları söylüyordu patron: "Sanırım kulüp tarihine geçeceğiz." Öyle de oldu. Rövanşta 4-2 kaybetseler de kupaya ulaşmışlardı. Filmin başrolünde ise kupada tam 14 gol atan orta saha John Wark vardı. Robson, eseriyle gurur duyuyordu: "Ipswich'i haritaya traktörleriyle değil, futboluyla soktuk." Takımı üzen tek şey vardı; 1970'lerin ortasından itibaren sakatlıklarla boğuşan "Patronun Elmas'ı" Beattie'nin dizleri artık oynamasına engel oluyordu ve finalde, kadroda yer almadığı için madalyasını alamamıştı. Robson, yıllar sonra çalıştırdığı en iyi İngiliz futbolcuları sıralarken onu unutmayacaktı: "Shearer ve Bryan Robson. Beattie sakatlanmasaydı o da burada olurdu." Kevin Beattie, 1981 sonunda henüz 28 yaşında futbola veda ediyordu…
Jokeri Beattie'den yoksun olsa da yine şampiyonluğa oynamaya devam etti Robson ve takımı. Liverpool ile bitiş çizgisine kafa kafaya girdiler. Ama sezonun sondan ikinci maçında Forest'a yenilip bir kez daha ikincilikte kaldılar. Soyunma odasında oyuncularını teselli eden Robson, şunları söylüyordu: "Boş verin, boş verin. İyi bir sezondu, ikinci oldunuz. Hayat ve futbol hayal kırıklıkları ile doludur!" Bu, onun takımıyla yaptığı son konuşmalardan biri olacaktı. Yıllar önce Alf Ramsey'de olduğu gibi, Ipswich ile ortaya koyduğu işler, onu İngiltere Milli Takımı'nın yeni menajeri yapacaktı.
Ipswich'te onunla büyüyen ve daha sonra milli takımda da kaptanlık verdiği Terry Butcher "Oyuncular iki özelliğini severdi: Dürüstlüğü ve sadakati" diyordu. Leeds United, Barcelona, Manchester United, Everton ve daha birçok takımdan transfer teklifi alsa da Ipswich'i hiç bırakmak istemedi. "Her şeyi onlara borçluyum," diyordu, "Beni yerden kaldırdılar." Ama milli takımı reddedemezdi. "Ipswich'ten ayrıldığım gün o takımın bir araya getirdiğim en iyi grup olduğunu biliyordum. O kaliteye, başka bir takımla ulaşmak için uzun yıllara ihtiyacım olduğunu, belki de hiçbir zaman bunu yapamayacağımı biliyordum." Belki bu kadar büyük bir peri masalı yazamadı ama her zaman fark yaratan bir antrenör oldu. Dünya Kupası'nın basiretsiz takımı İngiltere ile iyi işlere imza attı. Bir defa Maradona'nın eline, bir kez de 'penaltı lanetine' yenik düştü. Daha sonra da PSV, Sporting Lisbon, Porto, Barcelona ve Newcastle'da kupalar kazandı. Bütün bunları yaparken de Ipswich'teki modelini korudu.
Ronaldo gibi bir yeteneği büyük futbol sahnesine çıkarması, Ipswich günlerinden kalma bir potansiyel fark etme alışkanlığıydı. Ama onu birçok antrenörün önüne koyan unsur, insan ilişkileriydi. Wark, "Benim babamdı, eğer o olmasa ev hasreti çeken bir genç olarak hemen Glasgow'a dönerdim" sözleriyle özetlemişti. Bugün eski öğrencileri, kişiliğinin onlar üzerinde bıraktığı etkiyi anlatıyor. Hatta Guardiola, antrenör olmayı kafasına koymasında başrolün Robson'da olduğunu belirtiyor. Özellikle antrenör dendiği zaman futbolu bir fizik profesörü ya da matematik dehası olarak gören birini arayan yeni kuşak futbolseverler için o kusursuz bir antitez. Yakın dönemde Ipswich'i çalıştıran Mick McCarthy, şöyle diyor: "Harika bir antrenördü, onun için bu kadar tanınıyor tabii ama aynı zamanda harika bir birey yöneticisiydi ve oyuncusundan en iyisini alırdı. Bu da bir diğer yeteneğiydi. Teknik-taktik bilgisi başka bir şey, idare etmek başka bir şey. İkisi de onda vardı."
Kariyerinin başında Robson'a kapıyı gösteren 'yuvası' Fulham, 1999-2000 sezonuna kadar en üst seviyeye çıkamadı. Bobby'nin yerine getirilen Billy Dodgin'in en büyük başarısı, onu Fulham'a getiren QPR ile yaşadığı Lig Kupası zaferi olarak kalacaktı. Robson ise ülke futboluna verdiği katkılar ve duruşu nedeniyle Britanya İmparatorluk Nişanı'na layık görüldü ve dünya futbol tarihinin en çok saygı gören figürlerinden birine dönüştü. Sir, diğerlerinden en büyük farkını şu cümlesiyle anlatıyordu: "Benim en büyük sırrım; oyunu, kupalar ve ödüllerden daha çok sevmem."