
Bi' Serdar Vardı...
15 dk
1988 yazında Fenerbahçe formasını sırtına geçiren dört Sakaryasporlu gençten biriydi. Fakat sakatlık, diğer üç arkadaşı kadar oynamasına izin vermedi. Serdar Şenkaya ile o günleri ve sonrasını konuştuk…
Oğuz Çetin'in zekâsından konu açılır, Aykut Kocaman'ın jimnastikten gelen zarafetinden söz edilir… Sırada Turhan Sofuoğlu vardır. Onun da gücü övülür. Muhabbet yüzde doksan şöyle biter: "Esas bi' Serdar vardı. Platini! Konya'da arka direğe bir aşırtma vurmuştu… Tam Platini'ydi ya. Ama işte dizi izin vermedi…" Babam Metin Özgen, futbola ilgi duyduğum ilk günden beri bu konuşmayı -sırasını bozmadan- defalarca tekrarladı. Bana da Metin Özgen'in 'Platini'si Serdar Şenkaya ile konuşmak düştü. Boğaza nazır bir şantiyede, futboldan uzak ama futbol hakkında düşünmeyi ve konuşmayı seven Şenkaya'nın yanındayım…
1987-1988 sezonunda Türkiye Kupası'nı kazanan o Sakarya takımının ülke futbolunda ayrı bir yeri var. O oyuncuların birçoğunun sonraki yıllarda da liglerdeki etkisi devam ediyor…
Düzce'den gittim Sakarya'ya, 1985-1986 sezonunda küme düşmüşlerdi. Ben de bir yıl önce Düzce'deyken, Necdet Niş'le çalışmıştım. Çok küçük yaşta oynamaya başladım. Düzce 2. Lig'deydi ama tüm takımlar tarafından tanınan bir oyuncu olmuştum. Üç büyükler dışında bütün takımlardan resmi teklif gelmişti. Hatta 20 yaşımdayken, Ahmet Suat Özyazıcı döneminde Trabzonspor istemişti beni ama "Gidemem" dedim. Benim şöyle bir ayrıcalığım vardı: Babamın durumu iyiydi. Yani futbol âleminde alışık olduğumuz o maddi açıdan alt gruptan gelen çocuklardan değildim. Durum böyle olunca ilk başlarda futbolu biraz da zevk için oynuyordum.
Neyse, Necdet Abi bizle çalıştıktan sonra Sakarya'nın başına geçmişti. Oraya gidince beni istedi. Rahmetli babam da hasta Fenerliydi ama bir yandan da Sapanca doğumlu olunca "Sakarya'ya git, orada oynamanı isterim" dedi. Öyle olunca gittim ben de Sakarya'ya. Kadroyu hiç bozmadılar; Tuna (Güneysu) Abi, Nezihi (Tosuncuk), Özcan (Kızıltan), Sinan (Turhan), Oğuz (Çetin), Aykut (Kocaman), Turhan (Sofuoğlu)… O sene bir ben bir de kaleci Neşet (Muharremoğlu) yeni transfer olarak takıma girdi. 2. Lig'e fazla bir takımdık. Konyaspor da çok iyi bir takım kurmuştu. Zaten onların önünde averajla şampiyon olduk.
Sonra o kadro ile 1. Lig'e çıktık, bir tek Kemal Yıldırım'ı transfer ederek Türkiye Kupası'nı kazandık… Oradaki insanlar sokaklardan çıkmış, orada yeteneklerini göstermiş futbolculardı. Takım olmak, taktik, disiplin falan kimseye anlatılmamıştı. Ama başarı geldikçe o kenetlenme yaşandı.
Kupayı kazandınız ama o sezonda ligde de üst sıraları zorlayabilecek bir kadro var aslında…
İkinci yarının ilk maçında Sarıyer'i İstanbul'da 2-1 yendik ve dördüncü sıradaydık. Sonraki hafta lider Galatasaray'a 2-0 yenildik Sakarya'da, kötü de oynadık. Ondan sonra koptuk ligden. Kupaya da ondan sonra sarıldık aslında. Sanırım Galatasaray maçı Ocak ayındaydı, Şubat'ta da kupa maçları başladı. Konya, Fenerbahçe, Beşiktaş, Zonguldak derken, Samsun'u da yenip aldık kupayı.
Oğuz, ben, Özcan oynuyorduk orta sahada. Bekleyip, Kemal Yıldırım'a hızlı çıkıyorduk. Ama şans da var tabii. Beşiktaş'ı Sakarya'da 4-0 yendik ama Beşiktaş neler kaçırmış; yedisekiz yerdik belki ama Engin neler çıkardı… Zaten önce Fener sonra Beşiktaş'ı eleyince kupayı alacağımız belli oldu. Zonguldak'a gittik, yarı finalde 5-0 aldık maçı… O maçta Hakan Şükür girdi oyuna… 16 yaşında mı ne, ilk ya da ikinci maçıydı…
Kemal Yıldırım indi, bomboş çıkardı Hakan'a, o da boş kaleye golü attı. "Gol, gol!" diye seviniyor Hakan, Kemal Yıldırım da arkasından bağırıyor: "Gel lan buraya terbiyesiz! Bu gole sevinilir mi!" Hakan, Rahim, Bülent… Hepsi çocuk yaştalardı ama bizle idmana çıkmaya başlamışlardı…
Oğuz Çetin'le iyi bir ortaklık kuruyorsunuz orta sahada…
Oğuz, bir keresinde "Sen geldikten sonra takım oyuncusu olmayı öğrendim" demişti. Aslında kimse bana da bunu öğretmemişti. Ama düşünüyorsun, "Bu spor bireysel bir spor değil. Birisi gidiyorsa onun yerini kapatmak, kademesini almak bu sporun temeli, bu özveriyi gösterebilmek önemli olan." Bunların hepsini insiyaki bir şekilde yapıyorduk. Hepimizde ego vardır, kim istemez daha çok gol atmayı ama birileri de takım için oynamalı. Oğuz, ayağının dışıyla ince paslar yapabiliyorsa, benim bunu denemem ahmaklıktan başka bir şey değil. Ben ne yapmalıyım? Oğuz ileride bu işleri yaparken onun boşalttığı yerleri süpürmeliyim… Çoğu futbolcu bunu idrak edemez, diyorum ya bana da kimse öğretmedi ama bu bilince varmıştım. Erken yaşta bu bilince varınca da Oğuz'la birbirimizi tamamladık aslında…
Yetenek kavramından bahsederken insanlar hep topla olan hünerlerden bahseder ama bu bahsettiğiniz de bir yetenek aslında…
E tabii takım arkadaşlarının performansını da öne çıkarıyorsun. Fenerbahçe'ye gittik… Oğuz'un en büyük şansı Rıdvan'ın o takımda olmasıydı. Rıdvan'ın da şansı Oğuz'du. Tanju olsa ne yapacaksın takımda? Bazı oyuncular bazı oyuncuların yükselmesini sağlar. Bu uyum da takımı yükseltir. Misal ben Kemal Yıldırım'ın sahada ne yapmak istediğini anlıyordum. Ona göre bir oyunu benimsemiştim. Misal Tuna Abi'ye tercih ederim Kemal Yıldırım'ı.
Bir oyuncunun yükselmesi için birçok etmen var. Kendine iyi bakacaksın, psikolojin sağlam olacak, âşık olmayacaksın, yarışmacı zihniyetine alışacaksın… "Ben genç takımdayken ondan daha yetenekliydim" denir ya bizim ülkede… Venglos döneminde Nesim diye bir çocuk geldi Bulgar göçmeni. Çocuk topu alıyor sahanın öbür tarafına kadar düşürmeden getiriyor, kafasıyla oynuyor, her şeyi yapıyor… Ama takım olgusu içerisinde çok az anlam ifade ediyor.
Kimse bize açıyı göstermedi altyapılarda ama bu oyunun bir 'açı oyunu' olduğunu ben genç yaşta kavramıştım. E bu da takım oyunu için bir anlam ifade ediyor. Topla her şeyi yapmaktan daha çok hem de… Futbolu düşünerek oynamaktan bahsediyorum. Biliyorsun bazı bekler vardır… Rakip taç atar, topu attığı arkadaşının sırtı kaleye hatta sahaya dönüktür, pas verebileceği tek arkadaşı vardır. Ama bizim bek taraftara oynamak için 'hart' diye faul yapar! Bu beni topçuyken deli ederdi, iyi ki antrenör olmadım…
Sahada kendini bilmek de bir yetenek bana göre. Şimdi benim üst tarafım biraz geniştir. Aykut, sahada ters parende atar ama ben yapsam neremi kıracağım belli olmaz. Ben de bu zaafımı zekâmla kapatmaya çalışırdım. Rıdvan giderken 'tak' diye duruyordu. E durur abi, 60 kilo adam. Ben nereye duruyorum. Ben ne yaptım, şut özelliğimi geliştirmeye çalıştım gençlik yıllarımdan itibaren. Gerçi, yıllarca "Topa iyi vururum" dedim dedim, on sene önce Hami'yle bir halı saha maçı yaptım "Ben hiçbir şey değilmişim" dedim. Bak, o da hak ettiği yerlere gelememiş bence. Çok acayip yerlerde olmalıymış.
Oyun zekâsı demişken, 103 gol atan takımda oyun için pratik zekâsı çok yüksek oyuncular var…
Bak birbirini tamamlamaktan bahsettik değil mi? Hasan Vezir sezon ortasında takıma gelmeseydi, o parçalar birbirine oturur muydu? Emin değilim. Çok büyük bir katkı verdi, çok da iyi bir çocuktu. Fenerbahçe'ye de yakıştı ama rahmetli Metin (Aşık) Abi'nin de biraz rahatlığının payı var; "Gitmez" falan dedi ama kaçırdılar çocuğu… O takımda yetenek vardı elbette ama baktığımda çok da karakterli isimler görüyoruz. Misal çok adı geçmez belki ama bizim Hakan (Tecimer) harika bir çocuktur. Hemen o sinerji oluştu takımda. Elbette uzak durduğumuz insanlar da vardı ama birçoğumuz çok iyi anlaşırdık. "Gruplaşma, grup" falan diyorlar ya, alakası yok. Birbiriyle vakit geçirmeyi seven insanlar vardı ve hâlâ da görüşüyoruz. Otuz sene geçmiş.
Rıdvan'ı ayrı bir yere koymak lazım tabii. Hiperaktif adam, bir yerde yarım saat oturamazsın Rıdvan'la. Oradan oraya geçer, bir seninle konuşur, beş dakika sonra kalkıp gider, başkasıyla sohbet etmeye başlar. Ben ne yapacağını kestirebildiğim adamlarla iletişim kurmayı severim, o açıdan Rıdvan bana biraz uzaktır. Ama çok severim. Adamın elinde değil, hiperaktif çünkü. Antrenörlük yapmak konusunda çok istekliydi, ben hâlâ o arzuyu görüyorum onda ama ilk başlarda da ona "Yapamazsın" dedim. Şu anki işi ona en uygunu. Yerinde bir saat oturmakta zorlanan bir adam. Aykut çok direkt bir adamdır misal. Oğuz… Çok detaycıdır. Şu anki görevi olan gençlik geliştirme, onun en baştan beri yer alması gerektiği alandı. Oğuz, gider bir yere ve bütün detayları düşünerek planlamasını yapar. Gideceği yolun tespitini yapar, o tespiti yaparken de yolun üzerinde hangi engeller var, yüksek gerilim hattı var mı, onu bile düşünür… Maçın yağmurlu havada oynanması hâlinde ne yapılacağını düşünür… Sonra bu detaylardan tümevarmayı hedefler. Onun için de en uygun olduğu yer altyapı aslında. Ya da şöyle diyeyim; birinci adam değil alt tarafı organize eden adam olmalı. İlla altyapı da değil, birinci adama asisti yapan antrenör olmalı.
Bir de antrenörlükte gözlemlediğim kadarıyla bir şeyi ne kadar bildiğin ya da ne kadar doğru teşhisi yaptığın önemli değil. Onu nasıl anlattığın, insanları ne kadar ikna edebildiğin önemli. O algıyı, hitap ettiğin kesime işlemen önemli. Oğuz, o hissi geçiremedi, geçiremiyor… Düzgün insan mı? Evet. Çalışkan mı? Kesinlikle. Sadık mı? Evet. Ama o iletişim de çok önemli. Oğuz, bence olması gerektiği yeri sonunda buldu.
Ben de öyleyim. "Bende lider ruhu yok" dedim kendi kendime zamanında. Bence liderde minnet olmamalı, bende var. Belki takım içinde lider olursun ama antrenörlükte lider olmak farklı bir şey. Hiç yapmadım da. Yapsam da kovarlardı beni zaten. Dik adamım, olmaz… Ha futboldan koptuğum için pişman mıyım? Hayır, aksine mutluyum. Tüm arkadaşlarımla görüşüyorum çünkü onların rakibi değilim. Benden korkabilecekleri bir şey yok. Hepsiyle de aramız eski günlerdeki gibi. Tek pişmanlığım var, o da yöneticilik tarafıyla ilgili değil. Keşke kendimi zorlasaymışım da en alt seviyeye düşsem de daha uzun futbol oynasaymışım. O keyifmiş, kaçırmışım… O zevki ticaretten de alırım demiştim ama öyle olmuyormuş. Keşke ayağım gitmeyene kadar amatörde de olsa oynasaymışım.
Orada bence ilginç olan, yeni kurulan takımın böyle bir işi başarması…
E şimdi şu da var; biz Sakarya'dan gelmişiz, yarışmayı, bir kupa için mücadele etmeyi öğrenmişiz, kalede Schumacher var, zaten adamın kazandıklarını saymaya gerek yok, Küçük Şenol Trabzon'da yaşamış bunları, Müjdat desen yıllardan beri Fenerbahçe'de… O da önemliydi. Tamam, Taygunlar Hakanlar da vardı ama geneli böyleydi. Yoksa hiçbir şey başarmamış oyuncular olsak belki de zorlanırdık.
Ama hakikaten kolay kazanmadık maçları ya. Rıdvan'ın meşhur slalom golünü attığı Altay deplasmanı misal, bakıyorsun sonuç 3-0 ama cidden zor maçtı. Rıdvan o golü attı, ben de sakatlığım nedeniyle kadroda değildim. Maçı birlikte izlediğim arkadaşım "Nasıl gol ama!" dedi, ben de "Güzel, ben de atarım zaten" diye cevap verdim. "Nasıl yani?" diye sordu, şunu dedim: "Slalomu Rıdvan yapacak, vuruşu ben hallederim!"
Hakikaten 'akılalmaz' mıydı Rıdvan Dilmen'in stili?
En büyük kerameti durmasıydı. 'Zınk' diye durup, yön değiştirmesi. O çok önemliydi. Herkes "Rıdvan kendine baksaydı…" diye başlayan cümleler kuruyor ya, ben de şunu diyorum: "Belki kendine baksa, 'Rıdvan' olmayacaktı." Oymuş onun limiti de… Şimdi bakıyorsun, Çelebiç'le parladı, bizden önceki sene Durmuş (Çolak) atacak, Rıdvan uçacak dendi, olmadı… Sonra parçalar iç içe geçince Rıdvan ortaya çıktı…
"Bensiz bir hiçsin"
Bir de Kemal Yıldırım var tabii, herkes özel bir oyuncu olduğu konusunda hemfikirdir…
Çok başka adamdır Kemal Yıldırım. Ben Fenerbahçe'ye gideceğimde geldi yanıma, "Gitme" dedi, "Sen bensiz bir hiçsin!" Ben de "Esas sen bensiz bir hiçsin" dedim. Beraber oynamayı çok sevdiğim oyunculardan biridir. Özel bir oyuncuydu cidden. Ama şöyle bir sıkıntısı vardı: Küserdi. Oyun içerisinde kalmadıysa soğurdu. Orta saha oyuncularının devamlı Kemal'i canlı tutması gerekiyordu. Bunu algılayan sayılı oyunculardan biri de bendim işte. Bir maç müthiş oynar Kemal Yıldırım, çok normal bu. Ama 10 maç çok iyi oynaması için sıcak tutmak lazımdı. İki kere gitti geldi, topu atmadın, bitti; küser oyuna! İkincide vereceksin topu ona, yaklaşıp bir daha alacaksın… Oyunda olduğunu hissettirmek gerekirdi. Kemal Yıldırım'ı görürsen bir yerde "Benden sonra bitti o" dediğimi söylersin…
Onun eski bir Şahin arabası vardı. İstanbul'a gideceğim artık, anlaşmışım Fener'le. Kemal Yıldırım, Şahin'e takmış Mozart'ı, "Ulan Düzce ayısı, biraz Mozart dinle" diyor. Ben de "Abi ne Mozart'ı ya, tak düzgün bir şey de dinleyelim" diyorum, maksat onu kızdırmak. "Oğlum, eğiteceğim lan seni!" diye söylenmeye başlardı. Çok dolu bir adamdı ama uçuktu ya. Çok şahsına münhasır, güzel bir adamdı… Hak ettiği yerlere gelememiş çok enteresan bir oyuncuydu.
Rıdvan'ın yeteneğini ateşleyenlerin başında da Oğuz'un yaratıcılığı var…
Oğuz gelen topu öyle iyi alır ki; yapacağı işle ilgili pozisyonunu hazırlamıştır. En fazla bir kere dürter topu. Zaten diğer oyuncu ya da oyuncular da topu, Oğuz'un aldığı gibi alamadığı için üç hamle yapıp pozisyonu geciktiriyor. Savunma şekli değişiyor, alanlar kapanıyor, geçmiş olsun… Oğuz aldı, boşa çıktı, tekrar verdi, hepsinden sonra araya topu attı. Bu yetenekle beraber zekâyı da gerektiren bir şey. Rakibi tek ayak üzerinde yakalamak çok önemlidir. Bunu kavradığın anda kuş olsa yetişemez sana. Pratik bir şey bu. Ama herkes yapamaz bunu. O sayede de Oğuz, 'Oğuz' olmuştur zaten.
Veselinovic'in payı neydi sizce? Oyuncuya serbestlik veren tutumu, bu üretimde etkili oluş mudur?
Onun cenazesine de gittik. Bak yeri gelmişken Rıdvan'a bir kez daha teşekkür edelim. Önayak oldu, buradan yedi-sekiz kişi gittik cenazeye. Ya, elbette payı var adamın o takımda. Serbestlik tanır, çok fazla şeye takılmaz, yapacağı şeyi bilir… O dönem ne yapılması gerekiyorsa yapmıştır. Sadece serbestlikle de anlatılmaz. Misal Turhan'ı orta sahaya monte etti, diretti bunda. Önce Turhan ve ben arkada, Oğuz önde oynuyordu. Ben sakatlandıktan sonra Hakan'ı biraz daha önde kullanıp, Rıdvan ve Aykut'u ileride kullandı, sonra Hasan gelince üçlü forvete döndü. Böyle hamleleri de, kurgusu da vardı yani.
Ligin başlarıydı… Sanırım Bursa'yı yenmiştik, döndük idmanlara başladık. Ömer (Kaner) Abi'yle Veselinovic de aralarında bir şey konuşuyor. Ben de İsmail'leyim… Veselinovic bir anda bana döndü, "Sen ne diyorsun?" dedi, ben onları dinlemiyordum bile, olaydan kopuğum tamamen. Zeki Müren'in bir reklamı vardı, "Size Alo diyorum!", şimdi de dönüyor kanallarda hatta. Veselinovic "Ne diyorsun?" deyince ben de "Size Alo diyorum!" diye bir espri yaptım. Epey güldük arkadaşlarla ama sonraki maçta kadroya almadı beni…
Futbolu erken bırakmanızın sebebi neydi? Diz sakatlığı mı sadece?
Şimdi ben biraz pohpohlanmaya alışık büyüdüm. Düzce'de çok küçük yaşta ilk 11 oynamaya başladım. Küçük çocukken Düzce'de oynamak Barcelona'da oynamak gibi geliyordu bana. Sonra Sakarya'ya gittim, önemli bir ekibin içinde yer aldım, sivrildim… Sonra Fener'e gittim, e bakıyorsun hep bir şeyleri başarmış ya da başaracağının sinyallerini vermiş adamlardan oluşan bir takım var. Orada da kendimi kanıtladım ama sakatlık çıktı ortaya. Bir süre sonra bir oynar, iki oynamaz duruma düştüm.
Beni oynatmayana da kızamam ki. Ben sakatlanınca Hakan girdi takıma ve çok da iyi oyuncuydu. E iyi de oynadı. Oğuz var orta sahada, iyi oynuyor… Turan'ı oraya çekmiş Veselinovic, o da iyi oynuyor… Defansa bakıyorsun; Nezihi ve Müjdat öyle böyle bir uyum yakalamış. Zaten iki gol yese beş gol atıyor takım. Şimdi böyle bir stres olunca etkileniyor insan. Yani ilk 11'de sezona başlamışım zaten ama kendimi iyice kabul ettirip sakatlandığımda "Senin forman orada asılı, bekliyor" durumu olsaydı daha kolay toparlardım. Sonraki sene ameliyata gittim, çok az oynadım. Sonra Hiddink dönemi de öyle oldu… Sonra da normal olarak Fenerbahçe yeni yıldızlar aldı. Tanju filan geldi işte. İlgi o tarafa doğru kaydı. Fenerbahçe'de biraz eskiyince kalmak zordur zaten.
Bir maçtan sonra hatta söylemiştim bunu, ceza aldım. Ne oynarsan oyna, kulüp seninle sözleşme yapar ama paranı vermez... Taraftar takımı çağırır, en sona sen kalırsın... Ne oynarsan oyna gazeteci sana iki yıldız verir… Bugün baktığında önemli değil diyorsun ama o zaman takıyorsun bu yıldız tablosuna falan...
Bak bir anım var. Gürcan Bilgiç'in babası, Allah rahmet eylesin Necati Abi, benim hakkımda hiçbir zaman iyi bir şey yazmadı. Bir gün Gürcan geldi, "Abi, üzülme" dedi, "Bak sana bir şey anlatayım…" Önder Abi vardı, bizden önce Fenerbahçe'de oynamaya başladı. Necati Abi, Önder'i hiç sevmezmiş. Takım kazanıyor, Necati Abi yazıyor: "Önder oynamamalı!" Bir maç Önder oynamamış. Fenerbahçe de puan kaybetmiş. Necati Abi, yazmış yazmış, sonra şöyle bitirmiş: "Önder de olsa fark etmezdi!" "Benim babam bu abi, üzülme" demişti Gürcan ama üzülüyorsun o zaman.
Ha bugün bakıyorum, sakatlıktan dolayı 103 gollü sezonda 23 maç oynamışım, keşke 30 oynasaydım. Keşke daha çok gol atsaydım ama önemli bir başarıya imza atmış bir takımda oynadım. Zaten benim arkadaşlarım benim topçuluğumu biliyordu ama o zaman için bakınca keşke daha da çok seyirci bunun farkına varsaydı diyorum. Bir yandan da şöyle düşünüyorum: Hasta Fenerbahçeli bir babanın Fenerbahçeli oğluyum. Çocukken biri bana gelip, "Fenerbahçe'de oynayacaksın ama sadece 60 maça çıkacaksın" dese, hiç düşünmeden kabul ederdim. Düşünsene adamın milyar dolarları var ama en büyük isteği Fenerbahçe'de, Beşiktaş'ta, Galatasaray'da oynamak belki de… O serveti bile onu buralara getiremez. Ülkede büyük bir kulüpte oynamak, özellikle de o kulübün futbol takımında oynamak çok büyük bir lütuf.
"Platini apayrıydı"
Hayran olduğunuz bir futbolcu var mıydı?
Platini. Bergkamp'ı ve Shearer'ı da çok severim ama Platini ayrıdır… Van Basten de farklı adamdı bak.
Babam, 1987'de sizi Konyaspor-Sakaryaspor maçında izlemiş. Ayağınızın üstüyle önünüze alıp arka direğe yaptığınız bir aşırtmadan bahseder yıllardır. Top direkten dönmüş ama "Platini gibi vurdu ya!" der hâlâ… İyi teşhis diyebilir miyiz?
Maç 2-0'dı. O top gol olsa üç olacaktı, bitecekti iş. Döndü, golü yedik, sonra da 2-2 oldu… Çok izlerdim Platini'yi, taklit etmeye çalışırdım. Bakmak lazım, o aralar öyle bir gol atmıştır belki de… Ölü yaprak vuruşu, frikikler… Onun vuruş şeklini uygulamaya çalıştığım olmuştur.
Juventus'ta Boniek'le ortaklıklarına mest olurdum. Biri 50 metre top atıyor, öbürü 'tık' alıyor, gidiyor, atıyor golü… Enteresan oyuncuydu. Öyle bir futbolcu olmayı hayal ederdim. Mahallede top oynarken de Cemil Turan olurdum. Zaten herkes Cemil olurdu o zaman, bizim dönemin büyük efsanesiydi. Ama Platini inanılmaz bir adamdı! Mest olurdum izlerken.
Diz sakatlığı sonrası için de zor bir süreç. "Artık olmuyor, bırakmam lazım" dediğiniz bir an oldu mu?
Fenerbahçe'den sonra on günlük bir Malatya maceram oldu. Gittim, geldim… Yapamadım. Sonra da Sakarya beni istedi. Gittim ama psikolojim kaldırmadı bu durumu. Misal ben uzun koşularda hiç sıkıntı çekmezdim ama Sakarya'da koşuları bitirememeye başladım. Yükü kaldıramadım; idmanları, kampı… Bir de Fenerbahçe'de oynamışsın sonra oralara düşüyorsun, onu kaldıramadım. Keşke amatöre kadar düşseymişim de oynasaymışım diyorum şimdi ama o zaman yapamadım. Bugün bakıyorum, bunu yapanlar var. Onlara da büyük saygı duyuyorum.
Ama futbolu bıraktıktan sonra da hiçbir zaman 'orada' kalmadım. Şimdi o dönemden arkadaşlarla buluşuyoruz bazen, hâlâ attığı ortada kalanlar var. "Orada ne orta yapmıştım" ya da "Şu kadar gol attım" diye anlatıyorlar. Bitti abi bitti, yok artık o günler. Ben ticarete atıldığımda hiçbir zaman futbolculuğum döneminden bir şeyi öne çıkarmadım. Bunu kabullendim çünkü.
Cemil (Turan) Abi'yle futbol vakfında uzun süre çalıştım, çok üzüldüğüm insanlar oldu. Elbette yanlışları kendilerini bağlar ama başka bir şey de yok ki… Alttan bir şey yok, arkadan gelen birikim yok, eski günlere göre bir hayat kurmuş. Ona göre bir şey kazanmış ya da kaybetmiş ama çok şey kaçırmış. Ayakta kalmak için ne gücü var ne de bilgisi… Ne yapabilir ki!
Ben ticarette denedim şansımı, herkesin başaramadığı bir alanda başarılı olunca belki de futbolculuk günlerimi anmaya ihtiyacım olmadı. Ama cidden düşünmedim de futbolda kalmayı. Yoksa Turhanlar filan antrenörlük kursları için çok baskı yaptı ama yok, yok… "Bu ticaret işini başaracağım, bu diplomaya sarılmayacağım" dedim ve gitmedim. Zaten benden antrenör olmaz. Hâlimden memnunum ya, sıkıntı yok…
Aslında futbol camiasının geneline baktığımızda bu psikolojiyi yenmek de çok az gördüğümüz bir durum. Genelde geçmişinde yaşayan birçok eski yıldız görürüz...
Futbolun bana kattığı en önemli şey, yenilmeyi öğrenmek oldu. Tebrik etmek, tebrik ederken de içinden "Bir dahaki sefere böyle olmayacak" hissini yaşamak. Yardımlaşma, arkadaşlık, dayanışma, bir başkası için bir amaç uğruna mücadele etme... Bu duyguların hiçbirini okulda ya da başka bir yerde bana öğretmediler ama futbol sayesinde oynaya oynaya öğrendim. Bu kazanımlar da ilerleyen hayatımda güzel getiriler olarak karşıma çıktı.
Bunu inanca da bağlayabilirsin, başka bir şeye de… Senin için öngörülen bir şey var hayatın içinde. Neye nasıl inanıyorsan… Bunları yaşamam lazımmış. İyileri yaşarken daha iyilere bakmak yerine aşağılara bakmayı yeğledim. Aşağıya bakmazsanız zorluk çekersiniz.