
Bilardo Günlükleri
7 dk
Tiyatrocu Çağ Çalışkur, aynı zamanda eski bir bilardo şampiyonu. Ankara'dan New York'a, oradan Las Vegas'a uzanan hayat serüveninde masaların da özel bir yeri var.
Yıl 1994, ortaokuldayım... Ama okula pek uğramıyorum. Devamsızlık hakkımı sonuna kadar kullanmak zorunda hissettiğim zamanlar. Okula gidecek gibi evden çıkıp Tunalı'da bir pastanede öğlene kadar bekliyorum. O zamanlar Ankara'da herkes öyle yapıyor, pastanelerde bir şeyler bekliyor.
Kahvehaneden bozma bir bilardo salonumuz var. Aslında erken açılıyor ama temizlik uzun sürüyor. Oynayacak pek kimseler olmuyor o saatlerde. Bir de ben acemiyim zaten. Önce benimle oynamayı kabul etmeleri gerekiyor. Babam da oralarda o zamanlar, hatta neredeyse aileyiz. Yaptığım her şey destekleniyor ama tam da bu yüzden bilardoyu seçmiş olmam beni biraz utandırıyor. Ebeveynlerimin, misafirliğe gidildiğinde çocuklarının hobisinin bilardo olduğunu söylemek zorunda kalıp utanmalarından korkuyorum galiba. Ama dayanamıyorum, her gün bir yolunu bulup gidiyorum Tunalı'ya.
Bazen oynuyorum, bazen izliyorum ama hep çevremdeki çok iyi oynayan birilerini kıskandığımı hatırlıyorum. Hakkında ''O çok iyi oynar'' denilen herkesi. Çünkü Ankara bu, çok olmaz öyle şeyler, daha çok dalga geçilir insanlarla. Hataları sarkastik bir yolla yüzlerine vurulur. Ama ben oynuyorum, her gün, her saat. Mustafa Abi salonu kapatana kadar. Bazen oynadığım masaya param yetmiyor, yazdırıyorum. 12 yaşımda borçlanıyorum bilardo oynamak için... Turnuvalar, takım maçları falan oluyor, katılabilmek istiyorum. Pazar günleri papyon takıp yelek giyen birileri var çevremde. Korkunç bir kıyafet şimdi düşününce… Ama ben de giymek istiyorum. Belli ki bu turnuvaların kurallarını kim koyduysa kadınların da oynayabileceği aklına gelmemiş, ''Erkekler ne giyiyorsa onlar da onu giysin'' demiş herhâlde.
Neyse sonra şansım yaver gidiyor, başlıyorum ufak ufak turnuvalara. Hatta takıma bile giriyorum. Penguen kıyafetim, oynadığım salonda bulduğum en düzgün isteka ve ben. Bol bol yeniliyorum başlarda. Kendime sinir oluyorum, okulu asmama değmek zorunda olduğunu hissediyorum. Yenilsem de inatla oynuyorum, günde 8-10 saat bazen. Bir de ortam çok iyi yani. Hem oyun oynuyorum, hem kendimden büyüklerle sosyalleşiyorum. İşte tam da o aralar annemin de haberi oluyor bu yeni hobiden. O da sosyalleşmemi desteklediğinden olsa gerek, geçici hevesime çok takılmıyor. Babam yine iyi; hevesimi görüp çok da büyük olmayan, hiç de büyük olmayan bir yatırım yapıyor kariyerime: İlk istekam alınıyor. Bana ait ve tam 40 lira. Ama onu çok seviyorum, istekamı yani. Her gün siliyorum, temizliyorum... Bugünkü cep telefonu gibi aslında, vücudun bir parçası oluveriyor. Hayatındaki her şeyden, herkesten daha tanıdık.
Benim okulumda devamsızlık hakkı 19 buçuk gündü, galiba herkesin de öyleydi. İşte benim o son buçuğu kullanmadığım hiç olmadı. Çünkü hep okuldan daha önemli, yapmam gereken işler vardı. 8 top, 9 top ya da Amerikan bilardoda, daha ne oyun varsa. Ama liseden bir şekilde mezun oluyorum hatta üniversiteyi bile kazanıyorum.
Sene 1999, İstanbul'a taşınıyorum. Uluslararası İlişkiler okuyacağım. Tam olarak nedenini bilmiyorum ama öyle yap dediler, ben de kırmıyorum. Eylül ayında okullar açılmış ve Türkiye Şampiyonası İstanbul'da yapılacak. Laleli'de bir otelde 4 gün sürecek ve hepimizin otelde konaklaması bekleniyor. Kadınlar ve erkeklerin turnuvaları aynı salonda, aynı anda yapılıyor. Bunu belirtmem lazım çünkü ilerleyen zamanlarda bunun ahlaka uygun olmadığının düşünüldüğü dönemler de oluyor hayatımızda. Neyse, o zamanlar Laleli'nin anadili Rusça. Anlamadığım bir nedenden o turnuvaya katılan tüm erkekler o haftanın sonunda Rusçaya hâkim oluyorlar.
İlk turnuvam, çok heyecanlı günler. Sabah turnuva salonuna gidiyorum. Federasyondan tam Spor Bakanlığına yakışan mizah anlayışında bir görevli yanıma geliyor ve yaşımı soruyor. Daha 18 yaşıma basmamışım ama iyi oynadığımı hissediyorum. O yüzden gururla 17 diyorum, sonradan beni izlediğinde prim yapacağını düşünerek. Ama adam diyor ki "O zaman turnuvaya katılamazsın!" "Büyükler kategorisine girebilmek için 18 olman gerekiyor." Sonra da diyor ki "Şaka şaka, biz hallettik o işi." Yani, Spor Bakanlığıyla işbirliği yapıp illegal spor yapıyorum. Aslında girme hakkımın olmadığı bir turnuvaya katılıyorum. Ama fena olmuyor, şampiyon oluyorum. Final maçı sırasında babam seyircilerin arasında elinde bir kamera beni çekmeye çalışıyor. Ne kadar heyecanlandığını daha sonra, çektiği görüntülerde elinin titremesinden anlıyorum. Babam yatırımının karşılığını fazlasıyla alıyor. Turnuva bitiminde annemi arıyorum. "Ben Türkiye Şampiyonu oldum" diyorum. "Aa sen o kadar bilardo oynuyor muydun?" diyor.

Bu işler buralarda gerçekten o kadar da kolay değil. Bir sporu bu seviyelerde yapabilmek için bilgi birikiminizin hızla düşmesine izin vermeniz gerekebiliyor. Hem antrenmanlar çok saat alıyor hem de başka bilgilere çok da gerek olmuyor. İşte İstanbul'a geldiğim o dönemde bunun sıkıntısını hissetmeye başlıyorum. Sanki bilardoyla geçirdiğim zamanlar hayatımın kayıp günlerine dönüşüyor. Üniversite ikinci sınıfta okuldan arayıp bana sporcu bursu vermek istediklerini söylemeseler neredeyse hiçbir faydası olmayacak bu şampiyonluğun. İşte tam o sıralar hayatta daha önemli şeyler olduğu fikri ağır basmaya başlıyor, kariyer ve "gerçek başarılar" peşinde koşmaya karar verip bırakıyorum bilardoyu. Tam zirvede ya da zirvenin biraz gerisinde. "Artık yalnızca biri bana yanlışlıkla bahis teklif ederse, tatmin edici bir sonucu olacaksa yapacağım bu işi" diyorum kendime. Ta ki Amerika'ya gidip oyunculuk okumaya karar verene kadar.
2007 senesinde hayat aniden değişiveriyor. Dünyanın en acayip şehrindeyim. Herkes bir yerlere koşuyor, ben küçücük kalmışım. Tam hâkim olmadığım bir dilde yeni bir mesleği öğrenmeye çalışıyorum ve yapayalnızım. İşte bilardo o zaman yeniden giriyor hayatıma, sosyalleşmek için çıkarıyorum tekrar cebimden. Ve New York'un en gösterişli salonuna atıveriyorum kendimi. Daha önce gördüğüm hiçbir salona benzemiyor burası. İçki içmek serbest, dekolte giymiş kadınlar hiç de penguene benzemiyor ve dünyanın en iyileri sağımdaki solumdaki masalarda oynuyor. Aradan çok zaman geçmiş, ne yapacağımı bilmeden alıyorum istekayı tekrar elime. Oynamaya başlıyorum tek başıma...
Kendimi yeniden keşfediyorum. Ama bu sefer bir şeyler farklı ilerliyor, yavaş yavaş beni gören, izleyen gözlerin arttığını hissediyorum. Hatta gelip oynamayı teklif edenler bile oluyor. Herkes o kadar meraklı ve onaylayıcı ki yaptığım tüm atışların yerini bulduğunu hissediyorum. Maçlarımdan sonra atışlarımın kritiğini yapanlar oluyor, iyi buldukları her şeyi de sakınmadan söylüyorlar. Sanki herkes benim daha iyi oynamam için oradaymış gibi. İşte orada içimden karar veriyorum, en iyi bildiğimi düşündüğüm konuda yeniden öğrenci olmaya.
Antrenmanlarım artık eskisi kadar uzun sürmüyor. Ama hangi vuruşumu geliştirmek için masada olduğumu biliyorum çünkü inanılmaz oyuncular, inanılmaz tavsiyeler veriyorlar bana. İki saat çalışma sonrasında oturup sohbet ediyoruz hatta, oyunculukla ilgili bildiklerimi benden dinlemek istiyorlar; siyaset, sanat, estetik, mimari falan konuşuyoruz. Sonra bunların bilardoyla ilişkisini konuşuyoruz. Gelen bir teklif üzerine, ligde oynamaya başlıyorum, ufak paralar bile kazanıyorum. Ama umurumda değil çünkü yeni şeyler öğrenmenin zevki ağır basıyor.
Ayrıca gariptir, okula da devam edebiliyorum. Oyuncu olmak için bilardoyu, bilardocu olmak için oyunculuğu bırakmam gerekmiyor. Sonra, 2008 Şubat. Sene içindeki istikrarımdan dolayı yaz başı yapılacak dünya şampiyonasına katılmak isteyip istemediğimi soruyorlar. Ben mayıs ayında doğdum, kendime doğum günü hediyesi olur" diye düşünüyorum, kabul ediyorum.
18 Mayıs, Las Vegas'tayım. Bilardo takımımın beni zorla çıkardığı sahnede 2000 kişiye, okulda aldığım şan eğitiminin bana verdiği yetkiye dayanarak şarkı söyleyip yeni yaşımı kutlarken, ertesi gün oynayacağım maçı düşünüyorum, ne kadar şanslı olduğumu ve bir kahve sporunun insana yapabildiklerini...
Ertesi gün çok kişinin katıldığı bir dünya şampiyonasında beşinci oluyorum. Şampiyon olamayacağımdan değil, içeride bir yerde biliyorum artık en istediğim şeyin başarı olmadığını. Ben orada, o çeyrek final maçını oynarken zamanı durdurmak istiyorum. Zirveye ne çok yakın ne çok uzak. Maçlarım izleniyor, yaptığım işle ilgili birileri kafa patlatıyor ve herkes iyi yaptığım şeyleri konuşuyor. Otelin koridorunda yürürken birileri beni durdurup oynadığım yirmi maçtan birinin bilmem kaçıncı setinde yaptığım bir vuruştan çok etkilendiğini söylüyor, hem de olması gerektiği gibi, İngilizce.
Babamla da güncelliyoruz ilişkimizi, VHS kasetleri kaldırıyor, beni Instagram'da paylaşmaya başlıyor. Ve turnuva bitip New York'a döneceğim sırada annemi arıyorum. "Anne ben dünya beşincisi oldum" diyorum. "Amerika'ya, yanına geldiğimde bana da öğretir misin?" diyor.