socratesXreflect_alt

Benim Bir Hayalim Var

15 dk

Bill Russell, 13 yılda 11 şampiyonluk kazandığı NBA kariyerini inşa ederken bir devrim yapmış, maçı herkesten önce kafasında oynamıştı. Yeni bir basketbol ve yeni bir dünya hayal etmişti.

1

Bill Russell bir kitap okudu ve hayatı değişti.

13 yaşındaydı. Annesi birkaç ay önce hayatını kaybetmişti. Abisi ve babasıyla birlikte, Oakland'da yaşıyordu. Erken yaşlardan itibaren basketbola tutkulu, yeteneği tescilli, geleceği parlak bir potansiyel değildi. Spora kabiliyeti yoktu. Abisi, ailenin parlak yıldızıydı. Bill ise kitaplara tutkuyla bağlı, kendi halinde bir çocuktu. Oakland Kütüphanesi üye kartı, en değerli eşyalarından biriydi.

Bir gün sert bir aydınlanma yaşadı. Amerikan Devrimi üzerine bir kitapta şöyle bir tespite denk gelmişti: "Yaşadıkları zorluklara rağmen Amerika'daki köleler, yabanıl Afrika'daki evlerinden çok daha yüksek standartlarda, daha iyi bir yaşama sahipti." Russell, 1979'daki otobiyografisinde, kütüphanedeki o günü hiddetle anıyordu: "Ayağa kalkıp çıkmam gerekti. Akabinde haftalarca aklım karmakarışıktı. O cümle beni sarsmıştı. Açıkça insanın evinde özgür olmasındansa başka bir ülkede köle haline gelmesinin övgüsü yapılmıştı. Bir tarih kitabına bu ifadeyi koyabilecek cüret beni sarsmıştı. Abimle birlikte hep tarih kitaplarına saygı duymuştuk. Tarih, neyin doğru olduğunu söyleyen hakemdi bizim için. Fakat şimdi bir eser; varlığıma, köklerime hakaret ediyordu."

Bill Russell'ı sarsan kitabın üzerinden belki de bir asır geçti. Ve şimdi ben, 31 Temmuz 2022'de, 88 yaşında hayatını kaybeden bir basketbol efsanesini anmak için başka bir kitabın satırlarındayım. Russell'ın Second Wind'i, yaşamının çoğu sepettopu tarafından tanımlanan ama bundan fazlası olan bir adamın otobiyografisi. Ve o anı, tarih kitabına sinirlenerek kalkıp giden çocuğun hareketi, pusulalarımdan biri. Celtics efsanesi, yeri geldiğinde binlerce mutlu anı bıraktığı taraftarına da sırt çevirecekti. Onunkisi gürültülü bir hayattı. Asla normal yollardan hissedilmeyecek, hakiki bir 20'nci asır yaşamı. Bill Russell, hayal kurmadan anlaşılamazdı.

2

Eski basketbolcunun 1979'da tarihçi Taylor Branch ile kaleme aldığı Second Wind, basitçe "Nasıl 11 şampiyonluk kazandım?" sorusuna cevap olabilirdi. Ünlü pivot, rakiplerini viski ve puro eşliğinde anarken zihninde onları tekrar tekrar mağlup edebilirdi. Ya da "Biz neler yaşadık?" diyebilir, 1960'larda basketbolcu olmanın dertlerini sayabilirdi. Onun yerine kendisinden büyük bir hikâyeyi, hayatını çevreleyen yaşamları anlatmayı tercih etti.

Öyle ki kitabın en anlamlı bölümlerinden birini Russell'ın çocukluğu oluşturuyor. İlk sayfalarda Russell; annesinden, babasından, abisinden, dedesinden söz açıyor. Annesinden hakları için ayakta durmayı, sorumluluk hissetmeyi ve okulun değerini öğrendiğini söylüyor. Babasının zorluklara göğüs germe becerisini Oakland'a taşındıkları dönem üzerinden kaleme alıyor. En çok da dedesinden söz ediyor. Zira 'Old Man', sıradan bir dede değil. Anılarıyla, sevgilileriyle, bitmeyen enerjisiyle topluluğunun başköşesinde oturan bir çiftçi.

1955, Russell Ailesi, Bill'in All-American'a davet telgrafını okuyor.

1955, Russell Ailesi, Bill'in All-American'a davet telgrafını okuyor.

O sayfalarda bir kütüphane anısı daha var. Küçük Russell, sanat eserlerine ilgi duyuyordu ve mimarlığı düşlemeye başlamıştı. Annesinin vefatının ardından kütüphaneye kapandığı dönemde bu hayalin peşindeydi. Da Vinci ve Michelangelo eserlerinin kopyalarını koltuk altına sıkıştırıyor, evde en ince detaylarına kadar inceliyordu. Eğer o binaları, yüzleri, manzaraları zihnine kazırsa mimar olabileceğine inanmıştı: "O resimlerin büyüsü altındaydım. Michelangelo'nun eserlerine saatlerce mesai harcar, hafızama kazırdım. Haftalarca uğraşır, gözümü kapattığımda eseri yeniden yaratacak kadar iyi anımsardım. En nihayetinde hafızamdan resmi çizmeye çalışırdım." Kısa sürede mimarlığa yeteneği olmadığını kavrayacaktı ama o çalışmalar başka bir alanda, basketbolda ona fayda sağlayacaktı...

3

Oakland'daki McClymonds Lisesi'nin takımına girmek istediğinde Russell'ın işi zordu. Lisenin takımına seçilen 16 oyuncudan biriydi ama ekibin 15 maç forması vardı. Bu yüzden de Russell, son formayı başka biriyle paylaşıyordu. Ders yılının sonunda Oakland Ligi'ne dair en iyi beşler seçildiğinde adı hiçbir yerde yoktu. Birinci, ikinci, üçüncü takıma girememişti. Derken şansı yardım etti...

'Kaliforniya Lise Karması' turneye çıkacaktı ve Oakland'daki liselerden oyuncu topluyordu. Takım, turneye ocak ayında başlayacaktı ve takvimi buna uygun tek isim Russell'dı. 'All-Star Russell' şakalarının arasında seçildi. Koç Brick Swegle tarafından bir araya getirilen ekip, otobüslerle binlerce kilometrelik bir yolculuğa koyuldu. Oregon'dan Seattle'a, oradan Kanada'ya uzanan seyahatte sürekli şehir değiştiriyorlar; maçların ardından anında yeni duraklara yola çıkıyorlardı.

O yolculuktaki ruh halini Russell şöyle tanımlıyor: "Sünger gibiydim, öteki oyunculardan alabileceğim her şeyi alıyordum. İdmanda veya maçta, takım arkadaşım Bill Treu'yu seyrediyordum. O günlerde dripling halindeyken yön değiştiren ve topun kontrolünü kaybetmeyen tek oyuncuydu. Otobüste Treu ile saatlerce konuşur, her bir 'fake'i ve 'spin'i ona sorardım." Eural McKelvey ise ribaund almayı bilime çevirmişti. Russell, "Şutun atıldığı açıya göre topun sekeceği yeri tahmin etmekten bahseden ilk kişiydi" diyordu McKelvey hakkında: "Her şeyi bilmek istiyordu, sürekli basketbol düşünüyordu. Onunla da hep konuşurdum. Kenarda oturup Treu ve McKelvey'yi seyrediyordum. İkisinden biri ilgimi çeken bir hareket yaptığında gözlerimi kapatıyor, pozisyonu zihnimde anımsamaya çalışıyordum. Bir kamera gibi pozisyon tekrarı yapıyordum." Zamanla o zihinsel çabanın fiziksel yansımalarıyla tanışacaktı. Takım arkadaşlarından gördüğü hareketleri ruhuna işledikten sonra parkede de yapmaya başlayacaktı. Yeni Da Vinci ve Michelangelo'su, Treu ile McKelvey olmuştu. Onun Floransa'sı, Kaliforniya Lise Karması'ydı. Parkede yeniden doğmuştu.

Bill Russell'ın üniversite yıllarından.

Bill Russell'ın üniversite yıllarından.

Kendisine yeni bir sığınak bulmuştu. 1930'ların Louisiana'sında annesi, babası, büyükbabası ve teyzeleri, ilk sığınağıydı. Orada yaşayacağı haksızlıklara, ayrımcılıklara hazırlanmıştı. Oakland'da çekirdek ailesi koruyucu kalkanıydı. Annesi öldüğünde içine kapanmış, kütüphaneyle lise arasında mekik dokumuştu. Kızlardan yana şansı yaver gitmemişti. Lakin bir turnede hayatı sihirli bir şekilde değişti. Bill Russell, bedeniyle barışmıştı ve zihni de o bedenle arasındaki bağı kurmuştu. Eve döndüğünde babasına müjdeyi verdi: Artık basketbol oynayabiliyordu.

4

Basketbol o günlerde emekleme dönemindeydi. İcat edilişinin üzerinden yarım asırdan fazla süre geçmişti ama ABD'nin en popüler sporları arasına girememişti. NBA, 1940'ların sonunda kurulmuştu. Dolayısıyla 1934 doğumlu siyah bir genç için sepettopundan hayat idame ettirmek, parlak bir rüya değildi. Basketbol bir hevesti. Taktiksel ayrıntıları keşfedilen bir oyun. Sıçramanın, ayaklarını yerden kesmenin faydalarının bile daha anlaşılmadığı bir disiplin. Russell, bir dönüşümün ortasında imkânlarını öğreniyordu. Koçlar, yalnızca ribaund için sıçramanıza müsamaha gösteriyordu. Hedef potaya kadar gidip turnike atmak, o şans yoksa da sabit bir şut kovalamaktı.

Second Wind'e dönelim: "O dönemde koçların çoğu 'jump shot'a karşıydı. Savunmada ayaklarının yerden kesilmesi daha büyük bir günahtı. Zıplamak, fake yemenin ve turnike vermenin nedeni diye yorumlanıyordu. Savunmacıların turnikeleri engellemesi isteniyordu." Ne mutlu ki turnedeki koçu, havalanma izni vermişti. Koşuyorlar, uçuyorlar, yaptıkları spordan keyif alıyorlardı. Russell, 1960'larda Boston Celtics'le başarıdan başarıya koşarken de hızlı hücum temelli bir hanedanlığın başrolüne oturacaktı. Ona en uygun basketbol buydu. Ribaund sezgisi müthişti, blok yapıp top kazanmayı basketbol lügatına sokmuştu ve pas yeteneği sayesinde takım arkadaşlarını ivedilikle bulabiliyordu.

Basketbol oynadığı, hayal ettiği, düşündüğü turneden sonra Russell'ın oyuna bakışı değişmişti. Kafasının içinde bir basketbol laboratuvarı kurmuştu ve sürekli deneyler yapıyordu. San Francisco Üniversitesi'nden burs almış, yeni durağında NCAA şampiyonlukları elde etmiş ve 1956 NBA Draft'ında iki numaradan seçilmişti. Yetenekli pivot, koç Red Auerbach'ın elinde dünyanın en iyi oyuncusuna dönüşecekti. Wilt Chamberlain, Oscar Robertson, Jerry West gibi saf yeteneklerin ter döktüğü bir döneme en büyük imzayı savunmayı yeniden ele alarak atacaktı.

Kütüphaneden otobüse, üniversiteden spor salonuna uzanan bir hayat inşa eden Russell, her şeyden önce bir basketbol düşünürüydü. Takım arkadaşı K.C. Jones'la birlikte oyunun geometrisindeki yenilikler üzerine kafa yoruyorlardı. İkiliye göre sepettopu o güne dek hep dikey, 'vertikal' bir şekilde incelenmişti. Oysa oyunun temelinde 'horizontal' yani yatay bir bakış açısı olmalıydı. Boy, insanların düşündüğü kadar mühim değildi. 2.08'lik Russell, uzun boyunun yanında muazzam bir hıza ve atletizme sahipti ama ribaund ya da blok gibi alanlarda temelde boydan ötesinin yattığına karar vermişti. Ribaundların çoğu pota seviyesinden alınıyordu, bu her kolej oyuncusunun rahatlıkla uzanabileceği bir yerdi. Dolayısıyla yanal harekete ehemmiyet gösterilmeliydi. Basketbol, enlemesine düşünülmeliydi.

Mesleğine asıl dokunuşu ise savunmanın başka bir alanında olacaktı. O dönem savunma, hücum öncesi soluk alınabilecek bir durak gibi görülüyordu. Takımlar turnike ya da boş şut vermek istemiyorlardı ve bu yolda stratejileri, ayna tutmaktı. Rakip oyuncuları bire bir savunmak, sola gidiyorlarsa sola gitmek, sağa gidiyorlarsa sağa gitmek ve fake yememek en mühim görevlerdi. Reaksiyon temelli bir savunma vardı. Hücum bir şey yapardı, siz de ona yanıt verirdiniz. Russell ise aktif bir savunma kurulabileceğine inanıyordu. Yani bu iş sadece reaksiyonla düşünülmemeliydi. Rakiplerin kafasına girerek onları kötü yola sürükleyebilir, manipüle edebilir, hata yaptırabilirdiniz. Yalnızca uzunlarla eşleşmiyor; dışarı çıkarak kısaları da tutabiliyordu. Rakiplerine bilinçli olarak tüneller, boşluklar veriyor; oralardan geçerek kendisini yenebileceklerini düşünmelerini istiyordu. Daha sonra bölüm sonu canavarı şeklinde arzıendam ediyordu.

Russell, bu değişimde K.C. Jones'un hakkını veriyordu. Onu gerçek bir basketbol düşünürüne dönüştüren kişi, yakın arkadaşıydı. Celtics'te de mesai yapacağı Jones'la dostluklarını Einstein'dan alıntılarla ifade ediyor, bilim adamının en zor düşünceleri gündüz düşüne benzetmesini önemsiyordu. Onlar da bir basketbol rüyası görüyorlardı. 'Spor ayakkabı giyen roket bilimciler' diye tanımlıyordu kendilerini.

6 numaralı Einstein, eşsiz bir blok uzmanıydı. Blok istatistiğinin tutulmadığı bir dönemde maç başına altı-yedi blok yaptığı iddia ediliyordu. Russell'ın farkı, tokatladığı topu tribünlere yollamamasıydı. Ribaund mücadelelerindeki parmak hassasiyetini ve zamanlamasını blokta da kullanıyor, şutları ufak dokunuşlarla kendisine çeliyordu. O çelmeler, topu ele geçirmeler, Celtics'in temeliydi. Bob Cousy, Tom Heinsohn, John Havlicek gibi isimler anında rakip potada biterdi. Blok ya da ribaund, sonra pas ve turnike. Basitlik kazandırırdı.

5

Celtics sürekli kazanmıştı. Russell, 1956'dan 1969'a kadar hanedanın parçasıydı. Bunun son iki senesinde hem oyuncu hem de koçtu. Red Auerbach, emekli olurken koltuğunu yıldızına bırakmıştı ve Russell, NBA tarihinin ilk siyah koçu olmuştu. Lakin en büyük mirası, takım arkadaşlığıydı.

Koç Red Auerbach ve saha içi lideri Bill Russell, Boston Celtics'in üst üste sekizinci şampiyonluğunu kutluyor.

Koç Red Auerbach ve saha içi lideri Bill Russell, Boston Celtics'in üst üste sekizinci şampiyonluğunu kutluyor.

Üniversitenin başında basketbolun bir takım sporu olduğunu zihnine kazıyan efsane, 15.1 sayılık bir ortalamayla kariyerini bitirmişti. Boyalı alanda Wilt kadar yetenekli değildi, dışarıdan da şut atamazdı. Ancak sınırlarını iyi biliyordu. Rakipler kadar kendi takımını da gözlemleyen Russell, beraber ter döktüğü herkesin becerilerini ve zayıflıklarını bilirdi. Kendisini de tanırdı. Belki daha fazla şut deneyebilir, 20-25 sayı ortalama tutturmaya çalışabilirdi ama o tersini yapıp topu bıraktı. O halde bile Celtics hücumunun başrolündeydi.

Pas yeteneğini Celtics yarı saha setlerinde kullanıyordu. 1990'larda Bulls'ta, 2010'larda Warriors'ta gördüğümüz 'post split action', yani sırtı dönük uzunun yakınında birbirine perde yapan iki şutörü beslemesi, Celtics'in başvurduğu oyunlardan biriydi. Dahi koç Pete Carril, Russell liderliğindeki Celtics'in yarı sahadaki çeşitliliğine, birlikteliğine, uyumuna hayran kalmış; 'Princeton Hücumu' adı verilecek devrimci sisteminde onlardan faydalanmıştı.

İdeal takım kurulumuna da kafa yoruyordu Russell. Second Wind, Celtics'in başarısına dair satırlarla da dolu. Sekiz kez üst üste yüzük kazanmak, mantıkla açıklanabilecek bir olay değil. Başarıdan sıkılmanız, ekibin etrafını çeviren haşerelerden etkilenmeniz, daha fazla top ve süre isteyen oyuncularla sıkıntıya düşmeniz işten bile değil. Fakat Auerbach bu yapıyı mutlu ve hırslı bir aile olarak tutmuştu. Russell da kişisel rekorların peşine düşmemişti. Sağlam perdeler yapmayı, ribaund almayı, blokla top kazanmayı ve şutları başkalarına bırakmayı tercih etmişti. Büyük oyunculuğun her şeyden önce kazanmaya etki etmek olduğunu kavramıştı.

O yolda takım arkadaşlarıyla en iyi arkadaş olmadı belki ama hepsine sadık kaldı. Boston halkına aidiyet hissetmiyordu, onları ırkçı buluyordu. Medya tarafından 'Huysuz, şımarık' gibi sıfatlarla anılıyordu; sırf haklarını aradığı, sorumluluk duygusuyla hareket ettiği, prensiplerini koruduğu için. Ama Celtics arması ve oyuncuları onun için farklıydı. Bir kolej havası bulmuşlardı ve o havada Russell da en doğru liderdi. Her büyük maç öncesi kendinden geçer, soyunma odasında kusar, sahaya çıktığında ise hava atışından önce "Kral benim!" mesajını verirdi. Sonra da gerçekten krallığını gösterirdi.

6

Aileyle başlamıştık, öyle bitirelim.

Dedesi, Bill Russell'ın hayatındaki en etkileyici insanlar arasındaydı. Old Man ne yazık ki torununu sadece bir kez basketbol oynarken izleyebilmişti. 1967'deki bir hazırlık maçına gelmişti. Celtics, St. Louis Hawks ile oynayacaktı ve Bill, oyuncu-koçtu. Halihazırda bir sürü NBA şampiyonluğu elde etmişti fakat büyükbabası için basketbol asla önemli değildi. Torununa sürekli başka sorular sorardı. Değerlerini, prensiplerini sınardı. Çocuklarına iyi babalık yapıyor muydu? Parayla ilişkisi nasıldı? Kendiyle barışık mıydı?

Yine de Louisiana'daki hazırlık maçı, yaşlı adam için devrim demekti. Maç öncesinde siyahlar için ayrılan koltukları, siyahlara özel tuvaleti aramıştı. Bu alanlarda artık beyazlarla beraber olduklarını duyduğunda şaşkınlığa uğramıştı. En büyük sarsıntıyı ise karşılaşma bitiminde hissetmişti. Bill, onları soyunma odasına davet etmişti. Babası o günkü maceralarını anlatırken Bill, dedesinin uzakta ağladığını fark etmişti: "Dedem şaşırmış, büyülenmiş bir haldeydi, yan yana yıkanan Sam Jones ile John Havlicek'e bakıyordu. Old Man'in bakışlarının farkında olmayan takım arkadaşlarım muhabbet etmekle ve sabunlanmakla meşguldü. Babam, 'Neden ağlıyorsun?' diye sordu. Dedem bize baktı ve 'Siyah adamdan beyaz adama, beyaz adamdan siyah adama aynı suyun akacağı günü göreceğimi hiç düşünmezdim. Hayatım boyunca kilisenin çevresinde takıldım ve böyle bir şeye rast gelmedim. Daha da ilginci, bu iki insanın birbirinden hoşlanması. Birbirlerini gerçekten sevdikleri belli oluyor' demişti."

O yüzden sizden bir ricam var: Hayal edin. Bill Russell'ı düşünürken, basketbol tarihine bakarken, GOAT tartışmaları yaparken hayal edin. Tarihi sadece kralların, kraliçelerin, şampiyonların ve rekorların olduğu kuru bir kâğıt parçası gibi ele almayın. Bizden önceki insanlar ne düşünüyorlardı, onları mutlu eden neydi, hangi dertlerle boğuşuyorlardı, nelerden rahatsızlık duyuyorlardı? Okurken, izlerken, düşünürken bunları hayal edin.

Bill Russell, Muhammed Ali ve Kareem Abdul-Jabbar

Bill Russell, Muhammed Ali ve Kareem Abdul-Jabbar

Bill Russell öyle yapmıştı. Hayal etmişti. Önce aile mazisini, akrabalarını, Afrika'daki köklerini. Tarih, onun için kitaplardan ibaret değildi. 20. yüzyıl akıp giderken Celtics efsanesi de oradaydı. Martin Luther King, "I Have A Dream" derken Russell kürsünün önündeydi. Vietnam Savaşı'nda asker olmayı reddeden Muhammed Ali için Cleveland'da toplanan oyuncu grubunun içinde yine o vardı. Evi soyulmuş, tehdit edilmiş, ten rengi nedeniyle NBA'in zirvesinde olduğu yıllarda bile ikinci sınıf insan muamelesi görmüştü. Polisler tarafından nedensizce kenara çekilmiş, restoranların ve otellerin kapısından çevrilmişti. Afrika'yı dolaşmış, Şili'deki ABD dış politikasına karşı çıkmıştı. Formasının emekli edilmesi umurunda değildi, Şöhretler Müzesi'ne seçildiğinde törene katılmayı reddetmişti. Amerikan hayatının her noktasına sinen kurumsal ırkçılığa karşıydı.

Her şeye rağmen Bill Russell hayal etmişti. Herkesten evvel maçı kafasında oynamıştı. Zihnini kurgu odasına çevirmiş, orada farklı bir basketbol ve dünya hayal etmişti. Başka türlü savunma yapılabilirdi. Takım liderliği, sadece sayı atmaktan ibaret değildi. Basketbol geometrisi, bir tek dikey şekilde ele alınamazdı. Siyahlarla beyazlar aynı hayatın parçası olabilirdi, aynı okullarda okuyabilir, aynı restoranlarda yemek yiyebilirdi. Düşündü, kendi içine kapandı, bazen huysuzluk yaptı, bazen şımarık davrandı. Ama o düşünceler kendi yaşamını da basketbolu da farklı bir yere götürdü.

O yüzden biz de hayal etmeliyiz. Sadece geleceği değil, geçmişi de... En iyi, en büyük, en karizmatik, en başarılı sıfatları içine sıkıştırdığımız tarihin nereden nereye geldiğini anlamak için sadece kitaplar, istatistikler ve maç kasetleri yetmez. Michelangelo'nun, Da Vinci'nin ve Russell'ın yaşamlarını anlamak için bazen gözlerimizi kapatmamız, duşlardan akan o suyu hissetmemiz gerekir. O suyun içinde hepimizin yolculuğu var.

Socrates Dergi